Ben dedikoduyu sevmem. Madem sordunuz, öyleyse açık kulağınızı anlatayım.
Kel Üssük zengin ve varlıklı bir adamdı. Amma lakin azıcık kusuru vardı. “Nedir bu önemsiz kusurlar?” diye sorarsanız, sıra ile anlatayım.
Efendim, bizim Kel Üssük azıcık hovardaydı. Gerçi “Nikâhsız hiçbir garıya el sürmedim.” diye yemin şart ederdi lakin resmî nikâhlı ilk karısı Saadet Hanım’dan başka bizim bildiğimiz yedi sekiz karısı vardı. Bunlara imam nikâhı kıydırdığını söylerdi. Mahallenin büyükleri bir gün Üssük’ü hesaba çektiler. Onu:
“Üssük Allah en fazla dört kadına müsaade ediyor. Sen ise yedi, sekiz karı ile yaşıyorsun. Ayıp değil mi? Utanmıyor musun?” diye onu azarlayınca Üssük gayet pişkin bir şekilde:
“Ben de biliyorum. Dört karıdan fazlasına nikâh kıymadım şart olsun. Ha derseniz ki bu yedi sekiz karı ne oluyor? Ağalar ben dırdıra gelemem. Bakıyorum karı dırdıra bindi. Hemen boşuyorum, gidiyor. Boşadığım her karının yerine ben de bir yeni karı bulup nikâhı bastırıyom.” demişti.
Değiştiremediği tek karısı Saadet Hanım’dı. Hatta bazen serhoşluğuna denk gelirse:
“Ulen dırdır eden garıları boşadım da resmi nikâhı yüzünden şu Saadet’i boşayamadım. İşin yoksa mahkemede hakiminen, savcıyınan uğraş. Bir de nafaka bağlarlarsa al başına belayı.” diye hayıflanırdı.
Bu kadarcık kusur, kadı kızında da bulunur derler ya eh hovardalığının yanında birazcık da kumarbazdı. Kumarbaz dediysek o kadar büyük çapta değil yani. Batırdıklarını sayacak olursak çok mühim bir yekûn teşkil etmemekle beraber sadece beş yüz dönüm sulak arazi, iki yüz elli dönüm kıraç tarla, üç yüz baş koyun ve elli baş sığırı ki vallaha billaha bunların sadece kırkı danalıydı. Ha unutmadan köydeki on beş odalı iskedos mimaride yapılmış konak ile şehirdeki her biri onar dairelik üç apartman ve yine çarşının içinde beş dükkân... Hepsi bu…
E tabi arada bir de içerdi. İçerdi derken şart olsun mübarek günlerde, koca Ramazan ayı boyunca, Kurban ve Ramazan Bayramı’nda, hatta 23 Nisan, 29 Ekim ve 30 Ağustos’ta tövbeler olsun ağzına içki sürmezdi. Ancak çok dini bütün bir adam olduğu için Yahudilere inat olsun diye cumartesileri, Hristiyanlara gıcıklık olsun diye de pazar günleri ayık gezmezdi. Biz onun yalancısıyız ama pazartesileri Mecusilere, salı günleri Budistlere, çarşamba günleri Hindulara, perşembe günleri de satanistlere inat olsun diye içtiğini söylerdi. Bu günler de onların kutsal günüymüş. Dediğim gibi ben onun yalancısıyım. Öyle midir değil midir bilemem. İşte hafta içine denk gelen bu günlerde de oturunca sadece birkaç kasa devirirdi. Lakin öyle küpünen içtiği vaki değildir. Gerçi birkaç kere Müftü Cemal Efendi ile Ulu Camii Baş İmamı Recep Hafız ona nasihat etmişti. Onlara da:
“Hocam ben evdeki garıların dırdırı yüzünden, kahrımden içiyorum.” diye kendini savunmuştu.
Hiç unutmam Üssük bir kadeh içer içmez hemen ağlamaya başlar ve sızana kadar da ağlardı. Bir gün ona dedim ki:
“Üssük, sen neden içince böyle ağlıyorsun.”
“İrfani Efendi, ben her akşam içkiye tövbe ediyorum. Sabah tövbemi bozunca pişman oluyor, nedametten ağlıyorum.” dedi.
Dedim ya Üssük çok dini bütün bir adamdı. Ezan “Allah-ü Ekber” der demez hemen ayağa kalkar ve bitene kadar put gibi beklerdi. Ezan bitince de ellerini açar: “Allah’ım beni de böyle idare et, senin gönlün zengin, affın geniş.” derdi.
Efendim Kel Üssük’ün bir diğer müptela olduğu şey de tütündü. Halis Adıyaman tütününden sarma cigara içerdi. İşte bu cigara konusunda essahtan da onun üstüne cigara içen bu memlekette bulamazdınız. Hatta onun için cigara içerdi demek yerine cigarayı emerdi desek daha doğru olur. Öyle ki tütün kokusundan yanına yöresine yaklaşmanın mümkünatı yoktu. Dişlerini bırak sakalı ve bıyığı dahi sapsarı olmuştu. Cigara yüzünden hırıltı ile nefes alır, mütemadiyen de boğuk boğuk öksürürdü.
Cuma günleri camiye giderdi ama içeri girmezdi. Dışarıda namaz bitene kadar beklerdi.
“Neden camiye kadar geliyorsun da içeri girip namazını kılmıyorsun?” dediğimizde bize,
“Çok cigara içtiğimden aşırı derecede tütün kokuyorum ve sürekli öksürüyorum. İnsanlar benden tiksinmesinler, rahatsız olmasınlar, namazları fesat olmasın diye içeri girmiyorum. Lakin hocanın vaaz u nasihatini de dinlemekten kendimi alamıyorum.” derdi.
Gel zaman git zaman yaşı altmışa dayanan Kel Üssük, bazı alışkanlıklarından tövbe ederek karı kız ayaklarını bıraktı. Her zaman dediği gibi biri resmî, üçü imam nikâhlı dört karısından başkasına dönüp bakmadı. Zaten son zamanlarında bu dört karının bile yanına uğramaz olmuştu. “Belli bir yaştan sonra garı dırdırı hiç mi hiç çekilmiyor.” derdi. Bazen bu dırdırlar evlerden taşıp Kel Üssük’ün oturduğu kayfelerin önüne kadar da gelirdi. Koskoca garılar sanki öğretmiş gibi sırayla gelip kayfelerin önünde maraza çıkarırdı. Neymiş efendim evde ekmek yokmuş, şeker bitmiş, yemek pişirecek bir şey yokmuş... Oysa Kel Üssük’ün eşi dostu aralarında toplayıp her sene bu dört garının yaşadığı hanelere birer çuval un, birer külek yağ, onar metre basma pazen bırakırdı ki buna cümle âlem şahittir.
Şimdi yeri gelmişken söyleyelim ki Kel Üssük kendi aç susuz kaldı ama karılarını aç ve açık koymadı. İstidacı Sıddık Efendi onun adamıydı. Bir gün “Karıları susturmak şart oldu.” diyerek Sıddık Efendi’ye gitmiş. Ona demiş ki:
“Sıddık Efendi, malum benim biri resmi üçü imam nikâhlı dört karım var. Sen şimdi bunların her biri için vilayete ve belediye reisliğine okkalı birer istida yaz da bu karıların hanelerine iane (yardım) versinler de iaşelerini temin etsinler.”
Sıddık Efendi bu, öyle bir istida yazmış ki ertesi günü karılar bu istidalarla vilayete ve belediyeye gidince bizzat Vali Efendi ile Reis Bey karılar ile ilgilenip hemen nafakalarını temin için bir miktar ödenek ile aşevinden günlük mutat yemek hakkı vermişler.
Sıddık Efendi’nin kalemi çok güçlüydü. Öyle bir yazmış ki istidalarını Vali Bey okuyunca adamın bir anda tansiyonu çıkmış ve hemen vilayet sıhhıyesi Ahmet Ağa’yı çağırmışlar. O da Vali Efendi’nin tansiyonunu iğneyle ilaçla zor düşürmüş.
Sıhhıye Ahmet Ağa ben istidaları okudum aynen şöyle yazıyordu demişti:
“Vilayet Makamına,
Ben şehrin malum u meşhuru olan eşraftan Kel Üssük nam sefilin yüzüstü bıraktığı zevcesiyim. Evde un, kepek kalmamıştır. Çoluk çocuk aç ve biilaçtır. Artık çarem kalmamıştır. Ya bana yardım edersiniz ya da mafazanallah kötü yola düşeceğim. Eğer kötü yola düşersem yarın huzur-ı mahşerde iki elim yakanızda olur, bilesiniz. Hatta soranlara da Vali ve Belediye Reisi’nin sermayesiyim demezsem Allah belamı versin.
Gereğini arz ederim.”
E tabi karıların okuma yazmaları yok. Götürüp bu istidaları ilgili makamlara vermişler. İşte bu istidalar üzerine dört eşi de fakr u zaruret yaşamamıştır, şahidiz.
Efendim eli avucu kuruyan Kel Üssük, düştüğü fakr u zarurete dayanamayıp altmış yaşını bir iki sene geçince kahrından sekte-yi kalp neticesi ölüverdi. Hemi de bir cuma günü selâ verilirken. Kayfede oturuyorduk, Kel Üssük selayı duyar duymaz birden “Aziz Allah” deyip ayağa kalktı hoca selayı bitirmeden birden çat diye yüzsütü yere düştü. Baktık ki ölmüş. Hemen ezen okunana kadar yuduk, kefenledik ve cenazesini namaza yetiştirdik. Cuma namazından sonra namazını kılıp defnettik. Öyle mübarek adamdı.
O ölünce tek nikâhlı karısı olan Sülüman Ağa’nın kızı Süslü Saadet Hanım dul kaldı. Diğer karıları da dul kaldı tabii ki. Lakin bizim hikâyemizin esas kahramanı Saadet Hanım olduğu için ve Açıkkara mecmuasının bize ayırdığı sayfa sınırını zorlamamak adına diğerlerinin akıbetini şimdilik anlatmayacağız.
Saadet Hanım, Kel Üssük’ün ilk karısıydı. Varlıklı bir aileden geliyordu. Babası Sülüman Ağa’ya, ‘çiçek ağası’ derlerdi ki bin dönüm ayçiçeği ekerdi. Koyun sürüleri bir köye sığmadığı için on köye dağıtılmıştı. Adam tam bir ağaydı, Sultan Süleyman’ın bile bu kadar saltanatı olmadı derlerdi. Sülüman Ağa’nın şehirde de birkaç hanı ve yirmi kadar apartmanı vardı. İşte bu varlıklı adam yine kendi gibi zengin bir ağa olan Yediköylü Cemşit Ağa’nın tek mahdumu olan bu Kel Üssük nam herife biricik kızı Saadet’i gözü kapalı vermişti. Lakin Üssük hem babasının hem de kaynatasının variyetinin altından girip üstünden çıkmıştı.
Saadet Hanım da bu kadar variyetin ardından Kel Üssük’ün yüzünden bir kuru ekmeğe muhtaç olmuştu. Kel Üssük’ün ölümünden sonra bir de dul kalmıştı. Hiç çocuğu olmadığı için sığınacağı kimsesi de yoktu. Vilayetin kendisine verdiği üç kuruşluk iane ile de yaşanmıyordu. Uzun süre hayatın zorluğuna dayandı ama artık kendisine gelen taliplerini kabul etmek durumunda kalmıştı. Lakin gelenlerin de Kel Üssük’ten bir farkı yoktu. Yastık değişse de kader değişmez denilen söz, doğruluğunu ispat edercesine her koca namzedinin ardından Saadet Hanım’ın da dilinden düşmüyordu. Bu yüzden artık umudunu kesmiş, gelenleri geri çevirmek durumunda kalmıştı.
Tüm bunlar yaşanırken şehrin öbür köşesinde de benzer bir durum yaşanıyordu. Sadettin Efendi de güngörmüş varlıklı bir insandı. Onun da o sıralarda eşi ölmüştü. Ölenin ardından konuşulmaz ama onun eşi Cevriye Hanım çok müsrif bir kadındı. Sadettin Efendi evlenirken fakir bir kadınla evlenmeyi tercih etmişti ama eşi, onun zenginliğini ve çevredeki ağırlığını taşıyamamış, onu çok kere hatırlı çevresine karşı küçük düşürmüştü. Bu sonradan görme kadının müsrifliği ve gereksiz kıskançlığı yüzünden Sadettin Efendi’nin maddi durumu bozulmuştu. Buna rağmen ortanın üzerinde bir mali duruma sahipti. O da evlenmek için eş arıyordu. Sadettin Efendi hem doğuştan variyetli, güngörmüş hem de fakr u zarureti yaşamış, nimetin kadrini bilen bir kadın arıyordu.
Kader Saadet Hanım ile Sadettin Efendi’nin yollarını kesiştirmişti. Saadet Hanım kendisine Sadettin Efendi ile evliliği hususunda aracı olan şehrimizde çöpçatanlık mesleğinin kurucusu meşhur Bohçacı Neriman’a ret cevabı vermiş. Bohçacı Neriman kaçın kurrası, adamın anasını boyar babasına kız diye satar evvelallah! Saadet Hanım’a demiş ki:
“Saadet Hanımcığım hemen kestirip atmayın. Bakın onun adı da senin adına benziyor. Saadet ve Sadettin… Belki bu isim benzerliği talihinin dönüşüne bir işarettir.”
Eh Neriman’da laf bohça bohça. Altından girmiş üstünden çıkmış sonunda Saadet Hanım’ı adamla görüşmeye ikna etmiş. İş bununla kalsa... Bohçacı Neriman el attığı işi yarıda kor mu? Hemen Saadet Hanım ve Sadettin Efendi’yi şehrin ücra bir yerindeki muhallebicide buluşup görüştürmüş. Her ikisi de kendi hikâyesini anlatmış. Sonuçta ikisinin de aradığı özellik birbirinde mevcut olduğundan birbirlerine “he” demişler. Bohçacı Neriman da işi bitirdiğinden dolayı hem Sadettin Efendi’den hem de Saadet Hanım’dan komisyon olarak koca birer Reşat altını kapmış. Şimdi derseniz ki Saadet Hanım altını nereden bulmuş? Zaten iş bitip Neriman kendisinden altın isteyince Saadet Hanım da “ben altını nerden bulayım?” demiş. Neriman:
“Kız haspa elli yaşından sonra yağlı kapı buldum sana! Nasıl olsa kocan yüz görümlüğü falan takar. Eline geçince ödersin.” demiş.
Ben nerden mi biliyorum bunları? Kardeşim adama dedikodu yaptırmayın. Lanet gelsin huyuna, bizim karının da kulağı deliktir birazcık. Bohçacı Neriman’la arasından su sızmaz. Ondan duydum vallaha!
Neyse efendim bu evlilik sayesinde Saadet Hanım için kâbus dolu günler bitmişti. Artık ocağı kaynıyor, üstü başı da istediği gibi donatılıyordu. Evinde yok, yoktu. Görgülü, becerikli, mülayim bir kadın olduğu için Sadettin Efendi kısa sürede eski karısı yüzünden kendisine mesafe koyan çevresi ile eski samimiyetine kavuşmuştu. Bu durum onun ticaretine de olumlu bir şekilde yansımıştı. Saadet Hanım sayesinde eski düzenine kavuştu. Bu yüzden karısına karşı çok saygılı ve hürmetliydi. Onun bir dediğini iki etmiyordu. Kahvede laf açılınca karısını yere göğe sığdıramıyordu.
Efendim, mahalle çeşmesinin önünde su keşşiği (yani sırası) bekleyen karılar arasında konuşulurken bizim Keziban duymuş. Onun yalancısıyım yani. Bu Saadet Hanım da babasının evinde yaşadığı debdebeli günleri ona yaşatan eşine karşı çok hürmetliymiş. Onun bir dediğini iki etmediği gibi eşinin giyimine, kuşamına çok dikkat ediyormuş. Yanına gelen karılar ona:
“Kız Saadet bu herifi yarış atı gibi donatıp dışarı çıkarıyon. Sonra Kel Üssük gibi harama dadanırsa ne yaparsın?” deyince Saadet Hanım da cevaben:
“El içine çıkan adam, ilk önce kılık kıyafeti ile saygı görür. Ben de o yüzden kendimden çok onun kılığına, kıyafetine önem veriyom. Kadın dediğin ekmeğini yediği erini hoş tutmalı, ele güne karşı başını dik gezdirmeli. Onun haramda gözü olaydı şimdiye kadar çoktan adı çıkardı.” demiş.
Bizim karı anlattıydı. Geçen gün onlara gidince dikkat etmiş. Bizim Saadet Hanım kocasına kısaca Sadet Efendi diye hitap ediyormuş. Uzun uzadıya Saadettin demiyormuş. Hatta bizim karı azıcık gevezedir. Niye böyle diyon deyince:
“Kız Kezban nasıl demem, o benim, ben de onun saadeti olduk.” demiş.
Ee ne de olsa güngörmüş kadın. Bizimki gibi kaba cahal değil ya. O da anca “Lan herif!” diye ünler durur ardımdan.
Neyse uzatmayalım. Saadet Hanım evlendikten sonra pazara çıkmaz olmuştu. Eskiden zengin fakir herkes haftalık sebze ve meyvesini pazardan alırdı. Öyle sallı saplı manav yoktu şeherde. Ben de çok kez şahit olmuştum ki bu Saadet Hanım, Kel Üssük ile evli iken pazara akşamları gelir ve pazarcıların attığı sebze ve meyvelerin içinden sağlam olanları seçerek evine götürürdü. Yokluğun gözü çıksın. Kimi zaman karılar bu çürük için bile saç başa kavga ederdi. Yani anlayacağınız sebze pazarları fakir fukara için bir kâbus gibiydi.
Eski günleri yad etmek istemiş olacak ki bir çarşamba günü Saadet Hanım eşi ile pazara geldi. Elleri, kolları doluydu. Ben de küfecilik yapıyorum ya dedim ki yardım edeyim. Sadettin Efendi bana:
“Allah razı olsun İrfani, fayton durağına kadar el atarsan iyi olur.” dedi.
Ben ellerindeki öte beriyi yükledim küfeme. Peşlerinde dolanıyorum. Saadet Hanım gözünün tuttuğunu aldı. Şart olsun gönlünce bir pazar gördü. Öyle ki ben bile zorlanmaya başlamıştım.
Sonra tamam dediler ve faytoncuların durağına yöneldik. Baktım bizim faytoncu Irıza orda. Hemen onun faytona yöneldim ve öte beriyi arabaya indirdim. Ben para almam dedimse de Sadettin Efendi cebime bir kırk kuruş indirdi. Saadet Hanım da aldığı sebzelerin bir kısmını küfeme doldurup “Çocuklar yesin İrfani kardeşim. Keziban’a da selam söyle.” dedi.
Allah için saygılı ve eli bol bir kadındı Saadet Hanım. Ben Allah razı olsun deyip yanlarından ayrıldım. Faytoncu Irıza da atlara deh deyip faytonu mezarlığa sürdü. O yıllarda çarşamba pazarındaki faytonlar mezarlığın içinden geçerek şehre giderdi. Hatta ana caddelere girmek yasak olduğundan kenar sokaklardan dolaşırlardı.
Bundan sonrasını daha sonra kayfede faytoncu Irıza anlattı. Ben dedikoduyu da iftirayı da koğ karameti de sevmem, onun yalancısıyım.
Fayton tam mezarlığın ortasına gelince Saadet Hanım kocasına:
“Sadet Efendi, biliyorsun evleneli buralara ayak basmadım. Hazır mezarlıktan geçiyoruz, şu bizim eski herifin mezarına bir uğrayım. Tam yolumuzun üstünde.” demiş.
Bu lafı duyunca Irıza afallamış. İçinden:
“Sadettin Efendi’nin de şansına edeyim. Şu karının bir dediğini iki etmediği halde yine eski herifini unutturamamış. Ulan bu karı milleti de amma nankörmüş!” demiş.
Hatta geri dönüp bakmış ki zavallı Sadettin Efendi’nin yüzü allak bullak. Ne de olsa zoruna gitmiştir onun da. Gerçi kibar adam, biz olsak senin de eski kocayın da cinsini, cibilliyetini der basardık kalayı.
Bu konuşmadan iki üç dakika geçmemiş ki Saadet Hanım:
“Aha burası. Bak mezar taşında da “Gülköy’den gelme Hüseyin Yampiri Ağa (Kel Üssük Efendi) 1295- 1950” yazıyor.” demiş.
Sadettin Efendi de faytoncu Irıza’ya:
“Ağa şurada dur da bir Fatiha okuyalım. İki dakika sürmez.” diye rica etmiş.
Faytoncu Irıza:
“O nasıl söz ağam, elbette. Ben de rahmetli babama bir Fatiha okuyayım.” diye mukabelede bulunmuş. Amacı adamcağız utanmasın diye biraz yanlarından uzaklaşmakmış.
Neyse Faytoncu Irıza atları “büüps” diyerek durdurup dizginlerini bir ağaca bağlamış ve babamın mezarına gidiyom diyerek oradaki büyük bir ağacın ardına saklanmış, onları izlemiş.
Sadettin Efendi faytondan imiş, karısının da faytondan inmesine yardım etmiş. Dizlerinde romatizma ve kireçleme olan Saadet Hanım eski eşinin mezarına ağır ağır yürürken o da ayıp olmasın diyerek mezarın başucuna dikilip ellerini açarak okumaya başlamış. Lakin mırıldayan dudaklarından Fatiha yerine:
“Ulan Üssük Efendi, sen bu karıya az bile çektirmişsin. Bak deveye diken yarıyormuş, karı hâlâ seni unutamadı. Beni de başına dikti. Helal olsun sana.” Sözleri dökülmüş.
Irıza bunları anlatırken:
“Yemin şart olsun kulaklarımla duydum, aynen böyle mırıldandı.” diyordu. Ben onun yalancısıyım.
Neyse, bu esnada dizlerinin ağrısından çok ağır hareket eden Saadet Hanım mezarın başına dikilmiş. Birden mezar taşına bir tekme savurmuş:
“Köpeek ne vardı az daha evvel ölseydin de bana bu ıstırapları yaşatmasaydın! Sen beni aç, açık koydun ama bak yeni herifim aldığı sebzeyi elde taşıyamadığımız için fayton tuttu bana. Su çıksın yerinden inşallah!” dememiş mi?
Hatta Saadet Hanım hızını alamamış mezarı yıkmaya niyetlenmiş. Lakin Sadettin Efendi onu kolundan tutup zor bela faytona bindirmiş.
Karısına:
“Aman Sadet Hanım günahtır, bir gören olursa el bizi ayıplar.” deyince Saadet Hanım:
“Efendi haksız mıyım, onunla yaşadığım her gün bir ıstıraptı. Seninle yaşadığım her gün ise saadet. Bu köpek evvel ölseydi de saadetim erken gelseydi. Olmaz mıyıdı?” diye cevap vermiş.
Faytoncu Irıza, daha sonra hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi gelmiş faytonun başına geçmiş. Bu arada göz ucuyla Kel Üssük’ün mezarına bakmış. Bir de ne görsün Saadet Hanım nasıl vurduysa Üssük’ün mezar taşı sağa kaykılmış. Sağlığında serhoşluktan yampiri yürüyen Kel Üssük’ün mezar taşı da soyadı gibi yampiri olmuş.
Siz sordunuz ben anlattım. Ben dedikoduyu da yalanı da sevmem. Eğer kendimden bir şey kattıysam şurdan şuraya gitmek nasip olmasın. İşin aslı bu minvaldedir.