Bir Haziran sıcağını düşünün. Yolunuz Urfa’ya düşmüş. Öğle saati girmek üzere. Siz Balıklı Göl’ün parkındasınız ve oturacak masa zor da olsa bulabiliyorsunuz. Buna şans denmez de ne denir!
Hazreti İbrahim’in ateşe atılmasının sonunda oluşan bu gölün ve balıkların ayrı bir kutsiyeti var. Akın akın insanların buraya gelmesinin en büyük sebebi. Ayrıca boğucu bir yaz sıcağında parktaki ağaçlar ve suyun sazağı belli ölçüde sıcağın etkisini kıran etkenlerden. Parkta yemek yiyenler, soğuk meşrubat ve çay içenler her gün masaları dolduruyor olsa gerek. Ayrıca balıklara yem atmak sevap kabul edildiğinden, yem satanlar da buradan ekmek paralarını kazanıyordur muhakkak.
Parka girdiğimizde Orhan Gencebay’ın parçaları kulakla zor duyulacak bir sesle çalıyordu. O günlerde nereye gitsen hoparlörden ya Müslüm Baba ya Orhan Gencebay ya da Ferdi Tayfur şarkıları duyulurdu. O zamanın gençliği üzerinde etkili olan müzik ya benimsediği akımın marşları veyahut arabesk müziğin kralları sayılan bu üç isimden biriydi. Siyasi akımın içine tam girmiş birisi için arabesk müzik bir uyuşturucuydu.
Gelen garsondan çay istedim. Moralim tavan yapmış, neşem yerindeydi. O gün ilk defa kâğıtlara karaladığımız ya da kafamızda sayıkladığımız dizeler: “Eğitimde Genç Ozanlar” adıyla kitap olarak çıkmıştı.
Gelen çaydan bir yudum aldım. Çantadan bir kitap çıkararak okumaya başladım. Önce kendi şiirimi buldum. Çok güzeldi bence. Herkes kendini ve kendine ait olanı beğenmezse çatlar ölür ya! Ne güzel anlatıyordu Anadolu kadınlarının, delikanlı ve kızlarının fedakârlığını:
“Harman olanda deste deste
Kan ter içinde
Sap yetiştirmek patoza
Yorulanda manilerini dinlemek
Elif’in, Fatma’nın, Emine’nin
Manilerini dinlemek harman gölgesinde” diye dizeler devam ediyordu. Birinciliği Hamza kapmıştı. Benim şiirim güzeldi ama Hamza’nın şiiri de güzeldi:
“Algılayamaz gözlerim tozpembeyi
Oynamaz parmak kemiklerim hiçlere açılmaktan
Bakma öyle sevdalım bu eller benim değil
Suçlu ne sen kadınım ne ben
Asıl suçlu kanımızla beslenen
Yaşama ve zamana kelepçe vuran düzen!”
“Hamza’da iyi kalıp gibi yerleştirmiş kelimeleri” dedim. Veysel Çolak ne yaptı diye ararken “Buyurun Efendim” diye bir ses duydum. Geriye döndüm, bir garson elinde tabak ve ayranla başımda dikiliyordu.
”Buyrun” dedim” “Kebaplarınız” dedi. “Bir yanlışlık olmasın, ben kebap söylemedim.” deyince karşıda oturan fötrlü, kibar giyinmiş birisini gösterdi. “Beyefendinin ikramıdır.” dedi. Karşıya baktım ve baş işaretiyle teşekkür ettim. Büyük tabak içerisinde patlıcan kebap, salata ve duble ayran vardı. Pidelerin sıcak olması servisin ayrı bir güzelliği idi. İyi de acıkmıştım, iştahla küçük küçük dürümler yaparken, beyefendinin bu ikramı yapmasının nedenini de merak etmiyor değildim.
Boşları toplarken “Çay getireyim mi?” diyen garsona “Birazdan getir” dedim ve beyefendiye teşekkür etmek için, çantam oturduğum yerde kalmak üzere masasına gittim.
“Lütfen delikanlı…” diye bana sandalyeyi gösterdi. Oturdum, hal hatır sormalardan sonra: “Beyefendi, çok teşekkür ediyorum. Yemekler çok enfesti ancak sizin bu kibar saygın, centilmenliğinizi neye borçluyum?” dedim.
Bu arada kahveler gelmişti. Bir yudum aldıktan sonra: “Öğrencisin değil mi?” dedi. “Evet” dedim. “Hoşuma gitti gelip kitap okuman. Bak burada oturan çok insan var, hiç kitap okuyan var mı? Yok! Hoşuma gitti, öğrenci olduğunu da tahmin ettim. Gençliğe bakmak zorundayız ” dedi. Kahveyi içip teşekkür ederek ayrıldım. Çantamı da alıp parktan çıktım. Saate baktım 13.45’ti. Öğretmen okulu ve tugay komutanlığı yan yanaydı. Bir dolmuşa sordum, öğretmen okulunun önünden geçeceğini söyleyince dolmuşa bindim. Öğretmen okulunun önünde kızlar ve erkek öğrenciler okula gidiyorlardı. Yanlarına yaklaştım ve:
“Değerli arkadaşlar, ben de sizin gibi öğrenciyim. Arkadaşlarla birlikte “Eğitimde Genç Ozanlar” diye bir kitap çıkardık. Bunlardan sizlere satmak isterim”
“Hangi görüşe hizmet eder?”
“Toplumsal içerikli olanlar vardır ama toplumsal sorunlar tüm toplumun sorunlarıdır. Biz bu kitapta slogan atmıyoruz şiir yazıyoruz arkadaşlar.”
“Ben alıyorum” dedi kızlardan biri ve çıkardı parasını verdi. İki erkek, üç kız daha aldılar. Başka bir grup geldi, aynı sohbetlerle onlar da kitap aldılar. Yirmi kadar kitap satışı yapmıştım. Çıktım, beş yüz metre kadar aşağıda Şanlıurfa Tugay Komutanlığı… Nizamiyeye yaklaştım, çantayı dışarı koydum. Tam içeri girmek isterken forsu açık bir cip tam ayağımın dibinde durdu.
“Kimsin sen?”
“Öğrenciyim komutanım.”
“Burada ne geziyorsun?”
“Abimi göreceğim.” Abimin ismini ve çantayı sordu:
“Aç bakalım şu çantayı!” Şöyle bir baktı ve: “Ver bakalım.” dedi. Kitaplardan birini aldı, içini karıştırdı, hırsla gözüme baktı:
“Vay! Eğitimde Genç Ozanlar! Hoş, ne diyor: ‘Suçlu ne sen ne ben/ Asıl suçlu asıl suçlu kanımızla beslenen/ Yaşama ve zamana kelepçe vuran düzen!” Kitabı suratıma doğru fırlattı ve bağırarak: “Lan siz dışarıyı temize çıkardınız da biz mi kaldık? Atın şunu arabanın arkasına!”
Araba bir binanın önünde durdu. Komutan selam duran askerlere hemen talimat verdi: “Bunu yukarıya teslim edin! Çantasını da beraber… Bir sorsunlar neyin nesidir?”
Önce beni epey beklettiler ayakta. Kitapları incelediler. Sonra beni sorguya çektiler: “Kimsin, nesin, ne geziyordun orada?” Sorular, sorular… Çaprazlama sorgulamaların sonu gelmeyecek sanıyordum. Durum o kadar uzadı ki ayakta duracak halim kalmadı. Sonunda biri dedi ki: “Yok ya bunda bir şey yok! Samimi, iyi niyetli bir öğrenci sadece. Şehrine bir telgraf çekin, herhangi bir durum var mı öğrenin.”
Bu işlemler sırasında üç dört saatlik bir zaman geçmişti. Nezarethaneye yanı kırık bir divan atmışlardı. Kendimi oraya zor attım. Bir saat sızmışım. Beni sesleyen birinin çağırmasıyla uyandım. “Yemek söyleyecek misin?” dedi. “Evet” dedim. Dürüm ve soğuk içecek cinsinden bir şeyler söyledim.
Yemek geldiğinde yiyordum ama nereye gittiğini bilmiyordum. Gündüzün aşk ve heyecanı gitmiş, yerini bir karamsarlık ve huzursuzluk almıştı. Bir binayı bile yerinden kaldırabilme ruhunu kendimde hissederken şimdi yerimden kalkma gücünü bile bulamıyordum. Duvarlara baktım. “Ben Urfalı Babo” yazmıştı birisi. Diğeri hemen altına “Burası güçsüzler için” diyordu. Karşı duvarda başka bir yazıda: “Beni buraya düşürenlerden hesap sormazsam bana da Kürt Hayri demesinler.” “Sevme gardaşım! Seven kalp, güçlünün oyuncağı!”
Her sözün mutlaka başka bir hikâyesi vardı: “Kimi melanetin ta kendisi, kimi de saflığının ve çaresizliğinin kurbanı mı?” diye düşündüm hafif bir ses tonuyla. Görevli hem boşları aldı hem de sipariş ettiğim sigarayı getirdi. Arka arkaya dört tane sigarayı yaktım. Başım don kazanı gibiydi. Saate baktım, on saat geçmişti. Uzandım ve uyumuşum.
Kolumu mengeneye vermişler çeviriyorlardı. Bağırıyordum ama sesimi duyan yoktu. Sonra beni oradan çıkarıp büyük bir uçurumdan aşağıya attılar. Boşlukta uçarken uyandım. Ter içinde kalmıştım. Sol kolumun üzerine yattığımdan kolum iyice uyuşmuş ve kalbim son sürat çarpıyordu. Bir müddet bekledikten sonra bir sigara yaktım. Yeniden uzandım. Kalktığımda sabah olmuştu. Bir polise sordum, benimle ilgili telgrafın gelip gelmediğini. Öğle vakti olmuştu, hâlâ bir ses yoktu. Yirmi dört saat geçti, yine yoktu. Acılı bir ciğer dürümü ve ayran söyledim. Cebimde yol param da bitiyordu. Ortalık çok sıcaktı, yeniden soğuk meşrubat getirttim. Has bereket ki buna müsaade ediliyordu.
İkindi ezanı okunuyordu ama yine ses yoktu. Sigara yaktım. Sigaram da bitmeye gelmişti. Eğer bir gün daha kalırsam dürüm param da kalmayacaktı. Üzülüyordum, en mutlu olduğum günde “Siz bizim geleceğimizsiniz.” dendiği bir günde ben ne haldeydim.
Böyle umutsuzluk üreten düşlerimle boğuşurken “Delikanlı!” diyen bir ses beni kendime getirdi. Bir polis memuru kapıyı açıyordu. Arkasına düştüm ve beni bir odaya götürdü. Odada dört beş kişi vardı. Masada oturan: “Bak delikanlı, telgrafın geldi. Temizmişsin. Herhangi bir kaydına rastlanmamış. Bir sorgumuz seni yirmi dört saat yatırdı. Valizini veriyoruz yalnız kitapların bizde kalacak. Bir daha da yol kenarına demir saklama. Sert kayaya çarpmışsın. Abinin ranzasını da aramışlar ama sadece Kur’an-ı Kerim bulmuşlar. Geçmiş olsun. Serbestsin.” dedi.
İçinde birkaç iç çamaşırı olan bir valizle çıktım. Cebimde param yoktu. A…Turizm’in yazıhanesinde biraz oturdum rastgele.
Param yoktu, ne yapacaktım! Devamlı gidiş gelişlerde yemek yediğim, merhaba ettiğim yanı başta lokanta vardı. Derdini anlatmak ne zor. Bekledim, müsait zamanda lokantacının yanına yaklaştım: “Ben yirmi sekiz saatten beri nezaretteydim. Yol param kalmadı. Bana bir harçlık verseniz de on beş gün sonra döneceğim, dönüşte iade etsem olur mu?” dedim.
“Tüh be!” dedi “Şansa bak, ikindi üstü sigortacılar bastı. ‘İşçi çalıştırıyor musun?’ dediler. Ben de üç kişiyiz dedim. Oğlan servis tepsisiyle girmez mi içeri! ‘Patron bu neyin nesi?’ Bastılar cezayı. Peşin ödedik. Allah seni inandırsın, işçi ücreti bile kalmadı.” dedi. Dışarıda elinde peştamal olan garsona sordum: “Sigortacılar mı bastı burayı?” Sadece güldü. Tekrar otobüs firmasına döndüm. Kaptanı arıyorum. Derken Öztürk Serengil gibi uzun boylu, kalıplı ve saçları dökülmüş özel elbiseli biri girdi içeri. Yanımdakine sordum “Kaptan bu mu?” “Evet” dedi. Kalktım, yanına vardım. Hiç lafı ağzımda gevelemeyecektim. Bir çırpıda söyleyecektim. Öyle de yaptım: “Kaptan iyi akşamlar!” Beni şöyle bir süzdükten sonra “İyi akşamlar delikanlı.” dedi.
“Öğrenciyim, yirmi sekiz saat nezarette kaldım. Yol param yok. Doğrusu param bitti. Antep’te ben paranızı takdim ederim.” dedim. “Öğrenci misin?” dedi “Evet.” dedim. “Ne parası, bizim size harçlık vermemiz lazım.” dedi. Yer ayarla diye muavine tembih etti. Teşekkür ederek yerime geçerken kolumdan tutarak, doğru beni yandaki lokantaya sürükledi. Aç mısın tok musun demeden: “Hemen” dedi patrona “Acele senin patlıcan kebaplarından bir servis yap, yanında da soğuk ayran ver. Eksiklik yaparsan molayı yol boyunda veririm haberin olsun!”
Kaptan dışarı çıkarken patron ne ona ne de bana bakabiliyordu.