MANDA YUVA YAPMIŞ SÖĞÜT DALINA

O ne âlâ! Ben burada kıvranayım, siz orada şıkıdım şıkıdım oynayın! Sonra da bu dünyada adalet var deyin! Külâhıma anlatın siz onu!
E tabii, siz ağa, biz ırgat. Irgatın acısı ağanın umurunda mı? Bizim ağıdımız size oyun havası gelir. “Tok acın hâlinden bilmez.” diyenler haksız mı?
Bir de Kaşgarlı Mahmut’u hatırlamalı: “Aç ne yimes, tok ne dimes.” diye bir atasözü vardı Divanü Lügati’t-Türk’te… “Yoksul kimse eline geçen şeyin iyisine kötüsüne bakmaz, varlıklı kişi ise en güzel şeylerde bile kusur bulur.” demek. Siz o varlıklı kişisiniz, ben de o yoksul kişi. Şimdi siz kalkıp “vay, fakirlik edebiyatı ha!” filan da dersiniz, eminim.
Aslında daha ağır sözleri hak ediyorsunuz ama neyse nezaket bende kalsın.
Tamam da, şimdi durup dururken, hiç hesapta yoksan niye vitesten attım ben? Benim baştan başa dram olan hayatımdan doğan türküyü düğün havası olarak izlemekten bıktım da ondan.
Aslında “tiridine bandım” demeseydim iyiydi. Orası çok ritmik oldu. Bilmeyenler de demek ki burada göbek atılacak diye düşünmüş olmalılar. Tamam da, başka neresine bandıracaktım? (Şimdi şu sarışın bacım, “Ay, tiridi de neymiş, kııız!” diye soracak bana. “Tiridi” değil bir kere, tirit. Yemeğin suyu demek.” Aslında “et suyuna bayat ya da kızartılmış ekmek konularak yapılan yemek” anlamına geliyor ya, bizde et nerede ki, suyu olsun.)
Evde sekiz nüfus. Yemeğin suyuna ekmek bandırmayınca doymuyoruz ki! Biz, bulgur pilavını bile ekmekle yeriz. Makarnaya ekmeği katık ederiz. Size hikâye geliyor bunlar, değil mi?
Sonra ne demişim? “Bedava mı sandın para vidim aldım” demişim. Yalan mı? Buğdayı, patatesi üretiyorum da; çayı, şekeri, tuzu bedava mı veriyorlar? Her şey ateş pahası. Amaaan, kime söylüyorum? Bizim bir aylık nevalemizi bir akşamda tüketen insanlar ne bilsinler bunu? Onların arabasının lastiğinin sibop kapağı olamayız biz.
Varsa yoksa mandanın yuvası, yavrusunu sineğin kapması…
Neymiş efendim, manda söğüt dalına yuva yapmış… Ha ha ha! Ne komik! Koca hayvan o söğüdün dalına nasıl çıkmış da, nasıl yuva yapmış? Bir de, ne diyor? Yavrusunu sinek kapmış, gördün mü, diyor. Bak bak bak, mandanın yavrusunu da sinek kapıyor. Yavru da olsa koca bir manda o. Sinek nasıl kapıp da kaldırsın onu? Ay, çok komik valla! Bitmedi, devam ediyor: Sabahleyin, diyor, erken, diyor, çifte giderken, diyor, öküzüm, diyor, torbadan, diyor, düştü, diyor. Düşünebiliyor musun kız, öküz torbadan düşüyor. Torbanın dibi mi delik, nedir? Ayrıca bir adam öküzü torbaya koyup niye sırtında taşır ki? Ayakları yok mu o hayvanın, bırak yürüsün! Yorulmasın diye mi öyle yapıyor acaba? Bu mandalar, bu öküzler, gerçekten komik.
Size öyle geliyor bacım. Trajediden komedi üretiyorsunuz. Ah bilseniz…
Bu arada ben kim miyim? Kastamonu’nun Tosya ilçesinin Keçekülahlılar köyünden Hasan Ağa… Ağa mı dedim? Ne ağası Allah’ınızı severseniz. Ağalık kim, biz kim? Kim kaybetmiş ki biz bulalım? Köylü “ağa” deyip zevkleniyor işte.
Gelelim türkünün hikâyesine:
O gün sabah mandayı çayıra salmıştım. Akşam, sütünü sağıp yoğurt mayalayacaktım. Oturmuş mandanın eve dönmesini bekliyordum. Bekle, bekle, gelmez! Bu sünepe hayvan nerede kaldı deyip çayıra gittim. Baktım ki, bizim mandada keyifler gıcır! Söğüt dallarının serildiği sulak yerde uzanıp kalmış. Yani yuva yapmış.
Kalk, derim, kalkmaz; kalk, derim, kalkmaz… Meğer sen, yavruna haber sal, gelsin, onu emzir, benim yoğurt mayalamayı düşündüğüm sütü yavrunun karnına doldur!
Peki, yavru nerede? Çayırda çiftetelli oynuyor. Keyiften dört köşe kerata!
Yavrunun sevincini görünce yumuşadım. Canın sağ olsun, yarın yaparız yoğurdu, dedim.
Tam o sırada yavruya bir hâl oldu. Az önceki kıvrak dansın yerini çırpınmalar aldı. Deli gibi koşmaya başladı çayırın ortasında. Hem koşuyor hem tepiniyordu. Anladım ki, mandamın yavrusunu sinek kapmış. Sizin anlayacağınız sinek ısırmış. Isırığın acısıyla zavallı yavru çırpınıp duruyor. Acıdım zavallıya. Ama ne yapabilirim? Yavru manda ile sineğin arasına girecek değilim ya! Onlar hayvan hayvana dövüşür, barışırlar.
Bilenler bilir, bu sinekler, hayvanların mahrem bölgelerine mevzilenip öyle bir ısırırlar ki, zavallı hayvanlar feleğini şaşırır.
İşte türküde “Gördün mü?” dediğim birinci sahne buydu. Nasıl? Komik mi? Yahu süt gitti, süt! Akşam evde pişer yok, taşar yok. Sütü kaynatıp içine ekmek doğrar, çoluk çocuk kaşıklayıp yerdik. Kalanıyla da yoğurt mayalardık. Öte yandan yavru mandanın huzuru kaçtı. Bunlar kolay işler mi Allah aşkına!
İkinci sahne biraz daha acı. Bir başka gün sabanı, boyunduruğu, tapanı, bir de çökelek ve kuru ekmekten ibaret azığımı hazırlayıp ahıra yöneldim. Tarlayı sürmem, buğday ekmem lazım. Buğday bizim için hayat demek. Ekmek demek, bulgur demek, kesme makarna demek, hedik demek, lapa demek… Daha bir sürü şey demek.
Ahıra giderken ağzımda Pir Sultan Abdal’ın çok sevdiğim türküsü vardı:

Dağdan kütür kütür hezen indirir
İndirir de ateşlere yandırır
Her evin devliğin öküz döndürür
İreçberler hoşça tutun öküzü

Öküzün damını alçacık yapın
Yaş koman altına kuruluk sepin
Koşumdan koşuma gözlerin öpün
İreçberler hoşça tutun öküzü

Bunu da söyledim ama pişman oldum. Şimdi siz, “Yav hacı, bu kütür kütür ne demek, hezen nasıl bir şey; devlik, ireçber kime deniyor, kuruluğun anlamı ne, koşum ne işe yarıyor?” diye kafamı şişireceksiniz. En iyisi sizi İlber Hoca’ya havale etmek. O sizin hakkınızdan gelir. Ben gariban bir köylüyüm; sizinle baş edemem.
Ne diyordum? Ha, öküzü çıkarmak için ahıra gidiyordum. Neden? Tarla süreceğim, dedim ya. Komşudan sarı öküzünü ödünç aldım; o, kapıda. Benimkine eş edip tarlayı süreceğim. Buğday ekeceğim. Üç ay sonra tarladan sarı altın toplayacağım. Değmeyin keyfime o zaman! Büyük oğlan evlenecek, küçük oğlanla dört kızın okul masrafları... Kolay değil bu işler.
Köyde kuraldır: Buğdayın, patatesin varsa aç kalmazsın.
Ahırın kapısını açtım. Benim koca kara öküzün afyonu henüz patlamamış anlaşılan. Hâlâ upuzun yatıyor.
Kalk, oğlum, öğlen oldu, sürülecek sekiz dönüm tarla var. Sana, bana bakar. Hadi, kalk, diyorum, tınmıyor.
Olsun bakalım, dedim, nasılsa akşama kadar tarlada bir o baş, bir bu baş gidip gelecek. Azıcık daha dinleniversin, ne çıkar. Yem dolu torbasını başına çekip ahırdan çıktım.

On beş dakika daha mühlet sana kara öküzüm, can yoldaşım, yardımcım, deyip biraz oyalandım.
On beş dakika sonra gittim ki, ne göreyim? Öküzüm, torbadaki yeme ağız vurmamış. Yem olduğu gibi duruyor. “Bu öküzün nesi var Allah aşkına?” dedim kendi kendime. Torbadan düşmüş, yani iştahı kesilmiş, yem yemiyor. Yoksa hasta mı? Kulak verdim, nefesi biraz hırıltılı gibi. Ateşi yüksek. Biraz da burun akıntısı var sanki.
Hemen veteriner Hıdır Bey’i aradım. On dakika sonra geldi. Öküzümü muayene etti. “Akut bronşit” dedi. “Ateşi düşürmek için serum bağlamamız lazım. Bol su içirin, buhar banyosu yaptırın. İyileşir inşallah.”
Dalga mı geçiyorsunuz? Dağın başında veterinerin ne işi var?
Eyvah, dedim o an. Yandım ben. Bu hasta öküzle ne yaparım şimdi? O meşhur çıkarımlarıma başladım: Öküz olmazsa tarlayı süremem, tarlayı süremezsem buğday ekemem, buğday ekemezsem ekmek yapamam, ekmek yapamazsam aç kalırız. İşte o an bir feryat koptu içimden. O ağıt mısraları döküldü dudaklarımdan:
Of ooooooff!
Sabahleyin erken çifte giderken ammaaan amman
Öküzüm torbadan düştü gördün mü?
Amanın yandım
Amanın amanın amanın yandım
Tiridine tiridine tiridine bandım
Bedava mı sandın para vidim aldım.
Siz şimdi diyeceksiniz ki, amaaan bu zamanda öküz de ne? Sen de herkes gibi tarlanı traktörle sürsene! Emrin olur! Görürsem söylerim. Köyde bir tane traktör var, akıllım. O da sekiz dönümlük tarlayı sürmek için anasının nikâhını istiyor. Para nerede?
Her neyse… Siz şu türkü çalınırken oynuyorsunuz ya, oynarken bir daha düşünün, olmaz mı?
Hatta şu meşhur Kara Bibik var ya, onu okumadıysanız bir zahmet okuyun, okuduysanız üşenmeyin, bir daha okuyun.


Yorumlar - Yorum Yaz