KIZIN VAR SIZIN VAR

Kız babası olmak zordur. Peki, ne kadar zordur? Tahmin edemeyeceğiniz kadar... Kız babaları damdan düştükleri ya da bir gün düşecekleri için iyi bilirler. Sözüm damdan düşmeyenler ve düşmeyecekler için.
Göz bebeğinizin bir gün sizi terk edip çok uzaklara gideceğini bilmek ve her an tetikte olmak... Kız babasının kâbusudur bu. Bundan kurtuluş yoktur. O zalim gün bir gün gelecektir. O hain kampana bir gün çalacaktır. Bir gerilim filminin aksiyon sahnesi eninde sonunda yaşanacaktır.
Olayın ciddiyetini kavradığınız andan itibaren beş vakit namaz, yedi vakit yalvarmalarınız başlar: 
“Allah’ım, hayırlı bir kısmet, temiz insan evladı, helal süt emmiş biri…”
Bakmaya kıyamamış, sevmeye doyamamışsın. El oğlu alır gider. Adı üstünde el oğludur. Ya hoyratsa... Dilden, hâlden, yoldan, gülden anlamıyorsa… Allah korusun! 
Evlenmeden önce sizi kimse uyarmamıştır. Bak, dememiştir, kız evlat iyidir, hoştur ama bunun şöyle şöyle de bir durumu vardır. Seni elleri böğründe bırakıp yuvadan uçması vardır. Küçükken, “Ben evlenmem, baba! Seni bırakmam, baba! Senden ayrılmam, baba!” deyip deyip büyüyünce sözünden cayması vardır. “Hem ağlarım hem giderim.” paradoksu vardır. Kolların kırılıp düşüverir yanına. Bu, her kız babasının başına gelen bir akıbettir. Seni bekleyen akıbet budur ve bundan kurtuluş yoktur. Ne yap yap, kız babası olma! Sakın ha!
Bu uyarıdan, “Oğlan babası olabilirsin, sakınca yok.” anlamı çıkar mı? Hayır! Kız çekip gider de oğlan durur mu? Çelik halatla bağlasan durmaz. O da çekip gidecektir ve bir başka hikâyenin kahramanı olacaktır.
Velhasıl kabuk bağlamaz bir gönül yarasıdır. Kaç kızın, kaç oğlun varsa bu yarayı o sayıyla çarp! Dört işlemi bilmen yeterli. İçinden bir oğul, bir kız çıkar. Kâbuslarını topla! Korkularına böl! Yap bir şeyler. O zaman belki biraz anlarsın beni. 
“A a, kayınpeder mi oldun şimdi? Aile bayağı genişledi desene! Dünürlerle aran nasıl? Dede olmaya hazır mısın?”
Tabii tabii! Davulun sesi uzaktan hoş gelir. 
Bir gün elin çocuğu gelip sana “baba” deyince ilk şoku yaşıyorsun.
Birilerinin “Dünürüm, ne haber?” demesi… Ki siz bu tür hitaplardan oldum olası hazzetmezsiniz. “Bacanak”; “enişte”, “kayınço” hitaplarından hoşlanmazsınız.
Otuz yıldır kayınbiraderinizin ikide bir “Enişte, enişte!” seslenişlerine bir türlü alışamamışken… Her seferinde “Yahu, yapma, etme! Bana ‘enişte’ deme!” dedikçe o daha da inatlaşıp ekolu bir sesle “Enişte… te… te... te…” demeye devam etmişken… Sizin hayatta ona “Kayınço… ço… ço… ço!” demeniz mümkün değilken…
Şimdi bu “Baba… ba… ba... ba!”, “Dünür… nür… nür… nür!” hitapları nereden çıkmıştır Allah aşkına? Bu nasıl zor, nasıl klasik bir sınavdır? Bunun çoktan seçmelisi, doldurmalısı, doğru yanlışlısı yok mudur?
(Bereket versin bacanağınız çok anlayışlı biridir de size adınızla hitap eder. Siz de ona adıyla seslenirsiniz. Nasılsın, Burhan? İyiyim, Turhan. Sen nasılsın, Burhan? Çok şükür, Turhan. İşler nasıl Burhan? İdare ediyoruz, Turhan. İdare etmek iyidir Burhan. Haklısın, Turhan. Bak ne güzel anlaşıyorsunuz. Eko yok. Uyum harika! Adlarınız bile milyoner kafiyeli. Böyle iletişime can kurban!)
Neyse, kızınızın hatırına bu yeni duruma alışacaksınız. O mutlu olsun yeter ki… Kan kusup kızılcık şerbeti içtim diyeceksiniz. Ayrıca başa gelen çekilir, biliyorsunuz. Korkunun ecele faydası yoktur. Olacakla öleceğe çare bulunmaz. Olanda hayır vardır. Amaaan, durup dururken atasözü koleksiyonu yaptırmayın bana.
“İlginç bir durum. Peki, bu hikâyede olay ne?” diyeceksiniz. Oraya bir gelebilsem… 
Sahi, mizahi hikâyelerde de Maupassant tarzı, Çehov tarzı var mıdır? Yani şimdi ben, Çehov tarzı durum hikâyesi yazıyorum deyip işin içinden sıyrılamaz mıyım?
Bakın, beş yüz kelimeyi geçtim, hâlâ kenar bezi dokuyorum. Oysa amacım bu hikâyeyi yedi yüz kelimede tamamlamaktı. Okurun sabrını zorlamamak lazım. Ama iş çığırından çıktı. Bu gidişle bin kelimeyi bulur, ben size söyleyeyim. Sarılın tespihlere! Yâ sabır! Yâ sabır!
Geçen akşam oturmuş televizyonda haber programı izliyorum. Çay servisi sırasında fark ettim. Eşim bir yandan kıvranıyor, kızım öbür yandan.
“Hayırdır,” dedim. “Sizde bir gariplik var.”
“Yarın akşam misafirimiz var.” dedi eşim.
“İyi ya,” dedim, “gelsin. Hoş geldi safa geldi.”
“Ama bu başka misafir,” deyiverdi.
“Nasıl yani?”
Kızım araya girdi.
“Baba,” dedi, “Konuştuğum biri var. Sizinle tanışmak için gelecek.”
Kurşun yemiş gibi olduğum yerde sendeledim.
“Yapma yahu!” demişim. Sonra da “O gün geldi mi yani?” diye sızlanmışım.
Eşimle kızım birbirlerine baktılar. Bir ağızdan,
“Yani…” dediler.
Korktuğum başıma gelmişti. Kaç yıldır bu kâbusla yaşıyordum ben. Ama her seferinde “Daha var, daha erken.” diye kendimi kandırmıştım.
“Ama olmaz ki, kızım,” dedim. “Senin bu yaptığın düpedüz ihanet. Hani söz vermiştin; beni bırakmayacaktın.”
Gülümsedi.
O gece hiç uyumadım. Ertesi akşamın provasını yaptım. “Ne var ki,” dedim kendi kendime, “hâli, tavrı, tipi hoşuma gitmezse kovarım. Elin ipsizine, sapsızına, kopuğuna verilecek kızım yok benim.” Bu karar, azıcık da olsa rahatlattı beni.
Beklenen akşam geldi çattı. Bizim evde bir telaş, bir telaş...
Eşim:
“Tıraş ol, Burhan!” dedi. Oldum.
Kızım:
“Takım elbise giy, baba!” dedi. Giydim. Kan kırmızı kravatımı getirdi.
“Bunu tak, baba!” dedi. Taktım. 
Takım elbiseyi sevmeyen, kravattan nefret eden ben…
Sanki bana görücü geliyor.
Son uyarılarını yaptı kızım:
“Gürhan arkeolog, baba. Arkeoloji üzerine konuşabilirsin. Politikayı sevmiyor, oraya girme! Bir de futboldan bahsedebilirsin. Yalnız sakın Fenerbahçe’yi övme! Çünkü Gürhan Galatasaraylı.”
“İyi de, kızım,” dedim, “ben arkeolojiden de, futboldan da anlamam ki… Elin oğluyla ne konuşacağım?”
“Aman baba, sen “gemicilik arkeolojisi” de, o konuşur zaten. Sen, “Beşiktaş” de, o devamını getirir.
Hoppala! Repliklerimiz de ısmarlama. Hadi hayırlısı.
Hepsini anladım da çocuk ya ofsayt konusuna girerse… Bana da fikrimi sorarsa… Yandım o zaman. Peki, ben bu çocuğu nasıl ölçüp tartacağım? Kızıma layık mı, değil mi, nereden anlayacağım? Uzmanlık alanıma çeksem tarla bitkileriyle ilgili ne sorabilirim? Sorsam neyi ölçmüş olurum?
Uzatmayayım. Beklenen misafir geldi.
Hoş beş… 
“Arke…” dedim, yarım saat konuştu.
“Beşik...” dedim, bir yarım saat daha konuştu.
Dinlemedeyim. Ama bu kadar olmaz ki! Ben babayım. Etkisiz eleman olamam.
Baktım ki benim sabrımı zorlayan konuşmaları kızım hayranlıkla dinliyor.
“Anlaşma tamam, aslanım,” dedim. “Tanışma formalite.”
Yine de dayanamadım. Başladım süne zararlısından söz etmeye. Yılda bir kez yavruladığından, kışı dağlarda keven, meşe, kirpi otu gibi bitkilerin altında geçirdiğinden; ilkbahar gelip de hava sıcaklığı 15 dereceye ulaşınca tarlalara dadandığından; hububat saplarını emip kuruttuğundan; başakların tane tutmasına engel olduğundan; buğday, arpa, çavdar, yulaf gibi ekinlere zarar verdiğinden; ille de buğdayın özünü yediğinden; o buğdaydan artık ekmek ve makarna yapılamadığından... Kırk dakikalık bir konferans verdim. Kuzu kuzu dinledi. Bu arada bir yönünü keşfetmiş oldum çocuğun. Konuşmayı da dinlemeyi de biliyor. Bu artı puan…
Misafiri gönderdik.
Kızım heyecanla sordu:
“Nasıl buldun, baba?”
“Bilmem, dedim. Her gün arkeolojiden, futboldan konuşacaksanız çok iyi...”
Ertesi gün öğleye doğru rapor geldi.
Kızımın ağzı kulaklarında.
“Baba, dedi, Gürhan sizi beğenmiş. Annen, baban iyi insanlar. Onlara damat olabilirim, diyor.”
Bizi beğendi ha! Kaynatalığa, kaynanalığa layık gördü. Büyük onur! Şükürler olsun, Allah’ım!
Kimin kimi beğenmesi gerektiğinin ne önemi var, canım. Kızımız onu beğenmiş ya! Yetmez mi?
Yarın, öbür gün gelirler, isterler; sözdür, yüzüktür, nişandır, nikâhtır, düğündür, derken bakarsın ki kızın uçup gitmiş. Bacanak Turhan’dan sonra elde var bir milyoner kafiye daha: Damat Gürhan…
Espri yapmaya çalıştığıma bakmayın. İçim kan ağlıyor. Kızın varsa sızın vardır.
Dememiş miydim, bu hikâye bin kelimeyi bulur diye?
Buldu, hatta geçti bile.
 
 

Yorumlar - Yorum Yaz