BÜTÜN MEMURLAR ŞEF OLMALI

Geçen gün ne oldu, bilin bakalım! Postadan bir ceza makbuzu çıktı.
Şimdi siz, “Bunda şaşılacak ne var? Postadan çift hörgüçlü deve çıkacak değil ya!” diyebilirsiniz. Demeyin lütfen!
Ben de biliyorum. Postadan gönül aynası özel mektuplar çıkmıyor artık. Ucu yanık asker mektupları; anne, baba, kardeş, öğrenci, öğretmen, sevgili mektupları, tebrik kartları… Hiçbiri yok.
Şimdi sadece hesap özetleri, borç dökümleri, mahkeme celpleri, trafik ceza makbuzları çıkıyor.
Ceza makbuzunda duralım.
Dört yıl önce, Ankara’nın Adana-Konya girişinde, Gölbaşı’nda 132 km hızla radara yakalanmışım. Trafik cezası yemişim ama cezayı ödememişim. Şimdi beş yüz altmış sekiz lira ceza ödemem gerekiyormuş.
Dile kolay! Tam beş yüz altmış sekiz lira.
Aradan dört koca yıl geçmiş. Bu arada iki kez araç muayenem gelmiş. TÜVTÜRK istasyonuna girip çıkmışım. Kazasız belasız arabamı iki kez iki yıl daha kullanabileceğim yazısını almışım. Tarih şeridini plakama özenle yapıştırmışım.
Bilen bilir, eskiden araç muayenesinden önce “Borcu yoktur” belgesi istenirdi. O zamanlar Vergi Daireleri verirdi bu belgeyi. Şimdi her şey online ya, TÜVTÜRK istasyonları genel ağdan girip şıp diye görüyorlar aracın borcunun olup olmadığını.
İşte bu “Borcu yoktur” belgesini de iki kez almışım Vergi Dairesinden. Dediğim gibi, iki kez araç muayenesine girip çıkmışım. Tık yok.
Dört yıl önceki cezanın faiz giydirilmiş makbuzu şimdi geliyor. Hadi hayırlısı…
Düşünüyorum, düşünüyorum. Yahu, ben bu cezayı ertesi gün Konya’da ödedim. Hem de yüzde yirmi beş indirimli olarak. Peki, bu ceza neyin nesi?
Kötü bir huyum vardır: İnsanlara olan borçlarımı gücüm yettiğince ve yüzüm tuttuğunca geciktiririm, hatta bazen “Borcum borç, ne öderim ne de inkâr ederim.” geleneksel repliğine sarılırım ama devlete olan borcumu asla ihmal etmem. Günü gününe, bazen de gününden erken ödemeye çalışırım. Sorumlu vatandaşlık diyelim isterseniz. Erdem mi? Elbette ki hayır! Olması gereken… Birileri “Yahu boş ver, ileride af çıkar, borcu yapılandırırsın.” falan der ama ben o tür hesaplara giremem. “Ya çıkmazsa!” Kaldı ki ben kazara, borcumu ödemesem sittinsene af çıkmaz, iyi bilirim.
Sözü uzatmayayım.
Makbuzu kaptığım gibi Vergi Dairesine vardım. “Bu neyin nesi?” sorusunu orada da sordum. “Ben bundan hiçbir şey anlamadım.” dedim.
Memur Bey bir makbuza baktı, bir bana baktı. Sonra kendinden emin, acı gerçeği yüzüme çarptı.
“Beyefendi,” dedi, “bunda anlaşılmayacak bir şey yok. Trafik cezanız varmış, ödememişsiniz. Faiz binmiş. Bu kadar basit.”
Hak verdim adama.
“Doğru. Dediğiniz gibi çok basit. Ama ben bu cezayı ödedim.”
Memur Bey, kâğıdı yüzüme doğru salladı.
“Burada öyle yazmıyor.” deyiverdi.
Allah Allah! Ne yapmalı şimdi?
Anlaşılan, bunlar bağırta bağırta parayı tahsil edecekler benden.
Beş yüz altmış sekiz lira. Gel de öde! Ayrıca niye?
Ne yapmalı?
Dur bir dakika! Kardeşim Said, Konya’da. Oradaki Vergi Dairesinden parayı dört yıl önce ödediğime ilişkin bir makbuz alıp gönderebilir mi? Gönderebilir.
Aradım. Sağ olsun.
“Hemen!” dedi.
Yarım saat sonra aradı beni.
“Ağabey,” dedi, “bir belgegeçer numarası ver, makbuzu sana ileteyim.”
Verdim bir numara.
On dakika sonra makbuzun kopyası elimdeydi.
Güle oynaya Vergi Dairesinin yolunu tuttum.
Aynı memura belgeyi gösterdim.
“Bakın,” dedim, “size daha önce söylediğim gibi, ben bu cezayı ödedim.”
Memur Bey belgeyi evirdi çevirdi, uzun uzun inceledi. Tarihine baktı, numarasına baktı, miktarına baktı. Çok önemli bir keşif yapmış gibi,
“Evet,” dedi, “ceza, kesildiği tarihin ertesi gün ödenmiş görünüyor.”
“Yani tamam mı? Gidebilir miyim?
“Hayır,” dedi, “o kadar basit değil.”
“Ne kadar basit?”
“Hiç basit değil.”
“Ne yapacağız peki?”
“Önemli bir sorun. Çözülmesi lazım.”
“Nedir?” dedim.
“Faizi,” dedi.
Şaşırdım.
“Ne faizi?”
“Faiz işte. Anaparanın faizi.”
“Nasıl yani?”
“Şöyle ki: Anapara ödenmiş ama faizi duruyor.”
“Cezayı vaktinde ödemişim ya.”
“Tamam, cezayı ödemişsiniz. Ya faizi? Faizini ödemeniz lazım.”
Galiba aynı dili konuşmuyorduk. Peki, şimdi ben hangi dili kullanmalıydım? Gerçekten bilmiyordum. Belki biraz da onun terimleriyle konuşmalıydım. “Tahakkuk” falan demeliydim. Belki o zaman anlaşabilirdik.
“Bakın Memur Bey,” dedim, “bildiğim kadarıyla faiz, ödenmemiş paraya tahakkuk ettirilir. Ben parayı ödemişsem faiz nasıl tahakkuk ettirilebilir?”
Memur Bey benden dişli çıktı. Onun da terimleri vardı “mevzuat, suret, tahsil” gibi.
“Mevzuata göre” dedi, “her ne surette olursa olsun, tahakkuk etmiş faiz tahsil edilir.”
“Tamam da,” dedim, “ödenmiş paranın faizi olur mu?”
Memur Bey, kızdığını belli etmeye başladı.
“Beyefendi,” dedi, “anlamıyorsunuz. Ben ödediğiniz paradan bahsetmiyorum. Mesele o değil. Mesele tahakkuk etmiş faiz. Bunu ödeyeceksiniz. Yoksa siz ‘faiz haramdır, ben harama bulaşmam’ mı demek istiyorsunuz?”
Şaka gibiydi ya da ben olaydaki inceliği kavrayamıyordum. Kavrayamamam da doğaldı. İki fakülte bitirmiş olsam da neticede köylü bir adamdım. Bu işler için pratik zekâ olmalıydı insanda. Bende olsa olsa bir parça akademik zekâ vardı. Memur Bey’in dediği gibi, anlamıyordum. Hayır, anlayamıyordum. Öyleyse suç bendeydi. İtiraf ettim.
“Türkçem yetmiyor.” dedim.
Yetinmedim. Bir hamle daha yaptım:
“Derdimi anlatabileceğim başka biri var mı?”
Memur Bey dudak kıvırdı.
“Yok,” dedi önce.
Benim hâlâ şaşkın şaşkın beklediğimi görünce insafa geldi herhâlde. Köşedeki masayı gösterdi.
“Bir de şefime sorun isterseniz. Sonuç değişmez ama…” dedi.
Teşekkür edip şefe gittim.
Selam verip kısaca durumu özetledim.
Kimliğimi aldı.
“Bir dakika!” dedi.
Parmakları, tuşlar üzerinde gezindi hızla. İki dakika sürdü sürmedi. Bir makbuz çıkarıp uzattı.
“İşleminiz tamam, beyefendi,” dedi.
“Bu kadar mı?” dedim. “Faiz ödemeyecek miyim?”
Gülümsedi.
“Cezayı ödemişsiniz ya!” dedi.
Meğer ben cezayı başka bir şehirde ödediğim için, o para yaşadığım şehrin vergi dairesine gönderilmiş, emanete alınmış. Sonra bir karışıklık olmuş, para bir ilçeye gitmiş, ilçeden geri dönmüş, bu kez geldiği yere iade edilmiş. Sonra tekrar buraya gelmiş. Hesaba geçmemiş ve hâlâ emanetteymiş.
İnanamıyorum. Memurun söylediğine o kadar şartlanmışım ki ille de faiz ödeyeceğim.
“Yani hiçbir ödeme yok mu? Faiz maiz?”
“Şaka mı ediyorsunuz, beyefendi?” dedi şef. “Siz bu cezayı dört yıl önce ödemişsiniz.”
Allah’ım! Dünyada ne iyi şefler var. Aslında bütün memurlar şef olmalı. Veya şeflerle memurlar yer değiştirmeli. Ya da memurlar hiç olmamalı, herkes şef olmalı. Şefler ve memurlar… Memurlar ve şefler… Şeflerin memurları… Memurların şefleri… Aman her neyse işte…
Elimde olmadan kekeledim.
“Ama… Memur Bey… dedi ki…”
Sağ elinin işaret parmağını hastanelerin duvarlarında asılı hemşire fotoğraflarındaki gibi dudaklarına götürüp “Sus!” işareti yaptı şef. Ardından,
“Aman gözünüzü seveyim. Bunu hiçbir yerde anlatmayın!” dedi.
“Anlatmayın!” dedi.
“Yazmayın!” demedi ki.


Yorumlar - Yorum Yaz