YOL TARİFİ

Bundan kaç sene evveliydi bilmiyorum. Ben deyim on, siz deyin on beş belki on altı sene evveliydi. Hanım tarafının akrabalarından birinden bir davetiye almıştık. Artık düğün müydü, nişan mıydı geçmiş gün hatırımda kalmamış. Sincan’da kirada oturuyoruz o vakitler. Düğün siteler tarafında. Düğün yeri bize uzak da birader, biz de düğün yerine uzağız. Nasıl gitmeli şimdi? Hanımı tek başına göndermeyeyim, zaten mahzun oluyor, akrabalarına önem vermemişim gibi oluyorum. Bir de böyle yerlerde aile olarak görünmek önemli. Mevsim kış. Ankara’nın kışı malum. Kar yağarsa bir yere kıpırdamak akıl kârı değil. Kar yağmasa da soğuk olursa adamın donmayan bir yeri kalmıyor. Plan yapıyoruz. Sıhhiye istasyonuna kadar trenle gideceğiz. Oradan otobüsle devam edilecek. Şu kadar sene Ankara’dayım. Az buçuk Siteler tarafını da bilirim de çok değil. Bildiğimiz yer mobilyacılar sitesi civarı. Yıldız tarafından haberimiz yok. Sadece semtin adını biliyoruz. Otobüsün numarasını söylediler. Sıhhiye’den binilecek. Sıhhiye’ye kadar kolay. En azından tren tarifesine bakarak ne zaman gideceğimizi hesap edebiliyoruz. EGO otobüsleriyle ilgili bir malumatımız yok. Pazar günü yarım saat mi bir saat mi olur bekleyeceğiz, razıyız artık.
Karı koca şubat ayının ortalarına rastgelen bir pazar günü yola çıktık. Sincan tren istasyonuna yürüdük. Ev ile istasyon arası on dakika. Tren bileti alırken yandaki tarifeye bakıp rahatlıyorum. Beş dakika var trenin kalkmasına. İlk sürprizle istasyonda karşılaşıyoruz. Tren yarım saat gecikecekmiş. İlan ediliyor. “Bu soğukta istasyonda beklemeyelim, alt kat çarşıya gidip dükkân dolaşalım.” dedi hanım. Kadınlarla alışveriş yapmak ve dükkân gezmek benim için eziyetse de bu soğukta istasyonda beklemek daha bir eziyet. Bir taraftan aklımda tren saati, bir taraftan düğün mü nişan mı o merasim alt kat çarşıya indik. Boş boş vitrinleri dolaştık. Trenin kalkmasına on dakika kala istasyona döndük. Herhalde çarşıda dolaşmamız on beş dakikayı bulmamıştır. Bu sefer tren söylendiği vakit geldi. Otuz beş dakikada Sıhhiye istasyonunda olacağız. Bu iyi bir şey. Banliyö treni olmasa Sincan yaşanacak bir yer olmazdı. O vakit otobüslerle Sıhhiye’ye varmak eziyet. Gerçi şimdi de eziyet olmaktan çıkmadı ya... Vaktinde vardık. İstasyondan çıkıp Siteler otobüsünün kalktığı durağı sorduk. Kimsenin bir şey bildiği yok. Hayır soracak bir kimse de yok. Herkesin derdi kendine. Uyanık durmalı da kaçırmamalı otobüsü. Hem Hacettepe Hastanesi tarafını hem de adliye tarafını kolaçan ederek otobüsü kaçırmayalım diye endişeyle beklemeye başladık. Ortalık mahşer günü. Pazar günü otobüslerin yarısını hizmetten çekiyorlar. Daha bu işin otobüse binme safhası var. Uyanık davranmayıp geride kalırsan gideceğin yere ancak tek ayaküstünde gidiyorsun. O da ön kapı ağzında. Otobüs tıka basa dolu olsa da her durakta durup “İlerleyelim beyler!” muhabbeti yapılıyor. Erkek olarak ilerliyoruz da kadın kısmı için çekilir zulüm değil. Yeni yetmeler uyuyor veya hasta numarası yapıyorlar. Bu kepazelik hep aileden. Ana baba adam olsa çocukları da olur ya o adamı nerede bulacaksın? Bir seferinde kadının birisi yarım ağız koltukta oturan bir gence laf edecek oldu da yanında oturan babasıymış, kadına demediğini bırakmadı. “Yapmayın etmeyin, ayıptır!” dediysek de adam hiç alttan almadı. Baba böyle olursa oğlundan, kızından ne bekleyeceksin? Bu, benim gördüğüm. Bir sürü görmediğim de vardır illa ki. Bu sebep; kışın, bir de pazar günü olursa bir yere gitmek istemiyorum.
Neyse lafı uzattık. Yarım saat mi bekledik, kırk beş dakika mı otobüs geldi bindik, arkaya doğru ilerledik. Arkadan aynı numara ikinci bir otobüs daha geldi. “La havle” çektim. Bindiğimiz otobüs tıka basa dolu, arkadaki otobüse binenlerin hepsi oturmuş, bir sürü de boş yer mevcut. Otobüsün arka penceresinden görüyoruz. EGO’da bu işi yönetenlerin hesapla, kitapla alakası olmadığına kanaat getirdim.
Gümüşhane Market mi Rize Market mi öyle bir yerde inin demişlerdi. Şimdi gözümüz otobüsün penceresinden market tabelalarında. Geçersek bulamayız diye korkuyorum, yalan yok. O vakitler cep telefonu da yok. Yani millette var da bizde yok. Ev telefonu ile görüşmek ucuz da cep telefonu görüşmeleri cep yakıyor. Bu sebeple almadık. Almadık da iyi bir şey yaptık sanki. Lazım olacak zaman parasına da değiyor. Şimdi çoluğun çocuğun elinde son model akıllı telefonlar dolaştığına bakmayın. O zamanlar telefon evlerde olurdu. Çocukluk zamanımızda telefon diye bir nesnenin olduğunu da bilmezdik. Ortaokul zamanı PTT’nin açılımının posta telefon telgraf olduğunu belletmişlerdi. Şimdi telgraf zamanının adamı olduğumuzu düşün de yaşımızı hesap et bakalım. Lafı uzatmayalım, biz marketin yanında indik. Allah’tan kayınbirader bizi orada bekliyormuş. Nişan evini kolayca bulduk. O olmasaydı kaybolurduk diyeyim de inan. Yok aslında kaybolacak bir mevzu değil. O kadar bunamadık daha. Buralarda halen düğünleri, dışarıda yapıyorlar. Bir şekilde çalgı sesine gidersen buluyorsun. Lakin düğünü dışarıda yapıp kocaman bir hoparlör koyup bütün mahalleye yayın yapma meselesini tam olarak çözemedik. Bunun hastası var, yaşlısı var, sakatı ayrı dert. Öğrencisi var, yarınki dersine bakacak. Kimse böyle inceliklere bakmıyor. “Köylü!” diyorum da “Sen de köylü değil misin?” diyorlar. Tamam hepimiz köylüyüz de artık büyükşehre gelmiş olduğumuzun farkına varmanın zamanı gelmedi mi? Adam apartmanda oturuyor. Sazları aşağıda bir yere kurduruyor. Sabah başlıyorlar, akşam, ne akşamı gecenin on ikisine kadar çalıp duruyorlar. Ne kafa kalıyor ne beyin. Ertesi gün sarhoş gibi sabahı ediyoruz. Allah, hepimize akıl fikir versin.
Gittiğimiz ev gelin evi. Hanımın babasının amca çocuklarından. Kulağımızın dibinde Ankara havası çalıp duruyor. Biliyorum, herkes rahatsız. Düğündür diye kimse sesini çıkarmıyor. Biz gittiğimizde gençlerin bir kısmı oynuyordu. Hanım kadınların tarafına geçti. Ben kayınbiraderle aşağıda kaldım. Bu eziyete katlanacağız. Yapacak pek bir şey yok. Sincan’da kar yoktu da burada var. O sebep biraz daha soğuk. Düğün evi bir gecekondu. Evin önünde bir bahçe var. Çalgı da oynayanlar da o bahçede. Dar sokakta soğukta üşümeyelim diyenler limon kasalarını yakıp ısınmaya çalışıyorlar.
Cep telefonunu iki kayınbirader de benden önce almışlardı. Bizi karşılayan Hasan, büyük kayınbiraderim. Hasan iyi biri de bir kusuru var. Bilmediği hususlarda bilir gibi yapar. Küçüğün adı Zeki. Dedesinin ismini vermişler. Zeki, pazarcılık yapıyor. Hem pazar arabası hem de ailecek bindikleri ayrı bir şahin marka otomobilleri var. Biz vardığımızda henüz düğün yerine gelmemişti. Geleceğini bilseydim, böyle rezil olmazdım. Onunla gelirdik. Durumu hepimizden iyi. Lakin o da bu tarafları bilmiyor. Zeki telefonla Hasan’a düğün yerini soruyor. O da düğüne gelecek. Hasan’ın konuştuklarını işitiyorum dışarıdan. “Tamam, şimdi oradan aşağıya doğru gel, bizi bulursun.” diyor. Hasan’a “Nereden aşağıya gelecek?” diyorum. “Yerini tam olarak bildin mi?” “Yok enişte” diyor. “İlla ki bulur burayı. Belki de yukarıdadır.” diye sağ tarafımızdaki yokuşu işaret ediyor. “Nereden çıkardın orada olduğunu?” diye sorunca “Bir okul dediydi herhalde şu sarı binayı söylemiştir.” diyor. Gülsem mi ağlasam mı, sinirlensem mi bilemedim. Yarım saat oldu, Zeki ortalıkta yok. Bu arada Hasan ile Zeki telefonda iki üç sefer daha görüştüler. Her seferinde Hasan tarif veriyor. Verdiği tariflerin hepsinin ortak özelliği yanlış olması.
Çalgı çengiden uzaklaşıp tekrar Zeki’yi arayacağız. Evden uzaklaşıp bölgedeki bir cami yakınına gidiyoruz. Zeki arıyor. Bulamadığını söylüyor. Hasan nerede olduğunu tarif etmesini istiyor. Zeki bulunduğu yerde iki büyük marketin olduğunu, yan tarafında otobüs duraklarının bulunduğunu söylüyor. Hasan “Tamam orayı bildim.” diyor. “Çok yakına gelmişsin. Otobüs durağından sonra ilk sola dön, oradan yukarıya çık. İki kilometre sonra oradasın.” deyip telefonu kapatıyor. Sonra bana sokranıyor. “Geri zekâlı bu. Laftan anlamıyor.” Hasan’ın gerçekten iki büyük marketin ve bir otobüs durağının bulunduğu yeri bildiğinden emin değilim. Zeki, biraz daha akıllıdır da düğün sahibine neden sormuyor da abisine soruyor, orayı anlamadım. “Sen orayı gerçekten biliyor musun?” diye sorduğumda “Şurası enişte.” diye aşağılarda bir yeri gösteriyor. Gösterdiği yerde otobüsün geçebileceği bir yol olduğundan emin değilim.
Hasan’ın güreşçiliği de vardı. Memlekette kispetini giyip düğünlere gitmişliği çok. Liseyi zar zor bitirdi. Bunların lise okuduğu zamanlar herhâl seksenlerin sonuna rast gelmişti. Seksen dokuz yılında mezun olduydu diye biliyorum. Lise birde ve son senesinde çift dikiş yaptı. Çift dikiş yaptığı son sene yine matematikten kalıyordu da araya beden eğitimi öğretmeni girdi. Allem kallem bir şeyler oldu ikmal zamanı geçti. Günahı boynuna, hocalar kopya vermişler diye konuşulduğunu hatırlıyorum. Öğrencilik zamanı yetmiş kiloda liseler arası kategoride bölge şampiyonluğu da vardı. Arada oradan aldığı madalyayı gösterirdi. Şimdi bu o sene üniversite sınavında birinci aşamayı anca kılı kılına geçince beden eğitimi öğretmenliği fırsatı eline geçti. O vakitler üniversite imtihanlarının birincisi nisan ayında, ikincisi haziranın sonunda yapılıyor. Sistem şimdikinden epey farklı. İkinci imtihana girmesine gerek yok. Lakin üniversiteye gidip şahsen müracaat etmesi ve yetenek sınavlarına hazırlanması lazım. Bu, amcaoğlu ile pazarcılığa başladı. Para da yapıyor. Bir cumartesi sabahı beden eğitimi öğretmeni bunu pazarda görmüş. “Ne yaptın, müracaat ettin mi” demiş. Bizimki yetenek sınavlarına müracaat etmeyi unutmuş. O seneden sonra da güreşi bıraktı zaten. Bir kilo aldı. Gövde kabına sığmaz oldu. Bu kiloyu bir türlü atamadı. Yetenek sınavlarına da kilodan dolayı almadılar. Hatta askerlik zamanı askeri hastanedeki doktorlar tartıya alınca yüz otuz kiloyu görmüşler. O sene askere almadılar. İkinci sene bir daha gitti bu sefer yüz otuz beş kilo. Yine gidemedi. İşe de giremedi. Baba parasıyla nereye kadar gidecek o da belli değil. Psikolojisi iyice bozuldu. Babasının Devlet Su İşlerinde tanıdığı ahbapları onu en son il müdürlüğündeki yemekhaneye aldırmışlar. Tam yerini buldu derken oranın güreş takımına geçmiş. Antrenörden sıkıyı görünce kilolarını verdi. Ertesi sene askere aldılar derken işi düzeltti. Bizimki bir iki sefer yine bölge şampiyonu olduysa da fazla ilerletmedi. Orada tadında bıraktı.
İşe girmeden evvel bir iki macerası daha oldu. Dayısının oğlu İstanbul’da tekstil fabrikasında işçi. Bunun işsiz güçsüz olduğundan dert yanmış anası. Bu benim söylediğim güreşi bıraktığı zamana denk geliyor. Doksanların başı. Dayının içi acımış. Oğlana telefon etmişler. “Halaoğlun Hasan’a iş bul. İş bulunca da haber ver” demişler. Neyse patronla görüşmüş. Memleket tekstil ile parlıyor. Sovyetler Birliği’nin yıkılışına denk gelen zamanlar. Ruslar otobüslerle sahil yolunu takip ederek hem memleketlerinden getirdiklerini satıyorlar hem de İstanbul’a gidip bavullar dolusu giyecekle geri dönüyorlar. Tam da işçiye ihtiyaç olunca “Hemen gelsin.” diyor dayıoğlunun patronu. İki gün sonra haber vermişler Hasan’a. Babası cebine yol parasını koyup otobüse bindirmiş bunu. Otobüste on kişi var yok. O vaziyet İstanbul’a varmış. Yolcunun kıt zamanına denk gelmiş. Bizimki otobüse binince uyumaya başlamış. Arka koltukta boş yer bulunca kimse rahatsız etmemiş. Otobüs sallandıkça uyumuş, gece varmışlar İstanbul’a. Muavin kontrol etmemiş. Ertesi sabah yedide geri dönmüş. Gözünü ilçede açmış ancak. Muavine “İstanbul’a geldik mi?” diye sormuş. “Ne İstanbul’u abi. Sen inmedin mi?” deyince mesele anlaşılmış. Kayınpederin bulup buluşturup verdiği para da boşa gitmiş.
Biz hanımla aynı ilçedeniz. Aileyi önceden tanıyordum. Halam benim hanımı beğenmiş. Düğünde gösterdi. Ben de onu beğendim derken araya akrabalar girince bizim iş oldu. Ben de o ara üniversite son sınıftayım. Fakülte bitince evlendik. İki sene Trabzon’da çalıştım. İlk çocuk Araklı’da doğdu. Sene doksan ikiydi. Doksan üçte askere gittim. Gelince tayini Ankara’ya aldırdık. Sonraki çocuklar Ankara doğumlu. Hanımın burada epey akrabası var. Ankara’ya geldik de ev kiraları cep yakan cinsten olunca ancak Sincan’da ucuz bir kiralık eve geçebildik. Bir tarafa da kıpırdayamadık. Ne ev alabildik ne araba. Ev taşıyacağım diye ödüm patlıyor. Her ev taşımada bir iki eşya kullanılamaz hale geliyor.
Lafı uzattık, bizim Zeki ortalarda yok. Gözlerim Hasan’ı arıyor. Neyse kaşık oynayanların arasında görüyorum. “Oynayıver çekirge, zıplayıver çekirge” dedikçe bizimkinin keyfi yerine geliyor. Birazdan sazcı da kendini dinlenmeye alınca Hasan’ın yanına gidiyorum. “Zeki ile haberleştiniz mi ne oldu?” diye soruyorum. “Geri zekâlı o enişte.” diyor, “O kadar tarif verdim bir türlü yolunu düzeltip gelemedi mal!” diye çıkışıyor. “Sen niye tarif veriyorsun? Burada düğün sahibine verseydin ya telefonu. O tarif etseydi.” diyorum. Telefonu kurcalayınca beş altı cevapsız çağrı geldiğini fark ediyor. “Hah, bak!” diyor. “Yine aramış, ne yapayım, anlamıyor!” Bizim Hasan düğün evinde çekirge oynadıkça Zeki o tarafta kafayı oynatmış olmalı. Adam sürekli aramış. Bizimki sazın sesinden duymamış.
Artık telefonu elinden alıp ben arıyorum. Nerede olduğunu soruyorum. Zeki, Samsun yolunda dolanıp duruyor. Siteler tarafına geçmemiş bile. Hasan’a küfür edip duruyor. O da abisine hakaret ediyor. İki sefer Gülveren tarafına geçmiş. Bir iki düğüne rast geldiyse de tanıdık olmayınca uzaklaşmış. Düğün sahibine gidip durumu anlatıyorum. Telefonu alıp nerede olduğunu soruyor. Aralarında konuşuyorlar. Anlaşmış olmalarını ümit ediyorum. Benim kayınbiraderleri merak ettiğim kadar onlar birbirlerini merak etmiyorlar.
Zeki düğün yerine geldiğinde millet dağılmak üzereydi. Hediyeler verilmişti. Hoş geldin, beş gittin faslı zamanı bir baktım, bizim Hasan ortalıktan kaybolmuş. Kardeşinden yiyeceği zılgıtın farkında. Bunların bir iyi huyu varsa netameli ortamlardan uzak duruyorlar. Biz Ankara’ya geldikten iki sene sonra Hasan, ondan bir sene sonra da Zeki geldi buraya. Hasan yine Devlet Su İşlerine devam etti. Zeki memlekette pazarcılık yapıyordu. Burada da Sincan tarafında haftada iki üç sefer pazara çıkmaya başladı. Zeki, esnaf olunca durumu düzeldi. Evini arabasını aldı. Hasan halen kirada. Akşam vakti Zeki’nin gelmesi iyi oldu. Bu soğukta onun arabayla gideriz Sincan’a. Zaten ben söylemeden o teklif ediyor. “Otobüste rezil olmayın, beraber gidelim. Yer var.” deyince rahatlıyorum.
Akşam millet dağılırken hanım da yanıma geldi. “Sincan’a Zeki götürecek.” dedim. “Epeydir görüşemedik, hala kızıyla.” dedi. “Evi yakın. Çaya davet etti. Oradan geçelim. Her zaman gelemiyoruz. Mesafe uzak.” deyince “Zeki’ye söyle.” dedim. “Onun işi acele değilse yatsıya kadar da kalabiliriz.”


Yorumlar - Yorum Yaz