NASREDDİN HOCA MECMUA ÇIKARIRSA

Şiirlerine Konya’daki mecmua ve ceridelerde yer bulamayan Nasreddin Hoca, şiire tövbe etmek için öfke dolu adımlarla camiye doğru yürüyordu. Caminin avlusundan içeri girince talebeleri onu avluda karşıladılar. Medrese ve cami, bir külliye şeklinde inşa edilmişti. Öğrencilerinden Molla Alaeddin, Hoca’ya:
“Hocam hayırdır? Birine mi kızdınız? Bu ne hal?” diye sordu.
Hoca:
“Sorma evladım, bu payitahttaki ceride ve mecmualara çok kızdım. Ömrü hayatımda onca şiir yazdım, o kadar edebiyat muallimi “Aliyyü’l-ala” dedi ama o ceridelere beğendiremedik. Ben de bir daha şiir yazmamak için tövbe etmeye karar verdim.”
Hoca’nın öğrencilerinden Molla Alaüddevle hemen devreye girdi:
“Olur mu efendim, siz neden hemen pes ettiniz? Onlar mecmua ve ceridelerinde sizin şiirinize yer vermediyse, biz de kendimiz bir mecmua çıkarırız elvel Allah. Bu kadar mollanız, talebeniz var. Akşehir ve muhitinde bu kadar şuara ve üdeba var. Bizim neyimiz eksik onlardan?”
Molla Alaeddin de Hoca’ya serzenişte bulundu:
“Aşk olsun Hoca’m, sen ki Hafız Divanı’nı bize ezberden okursun, Gencevî’yi senden öğrendik. Arabi, Farisi bir sürü mesnevi okuttun. Aruzu senin kadar bilen, payitahtta bile az bulunur. Üstelik hesab-ı benan üzre senin gibi hece şiiri söyleyen kaç kişi var? Anadolu’nun değme abdalanı ve uşşakına taş çıkarırsınız. Hele sizin o cümle âşığın yıllardır arayıp bulamadığı perdeyi daha sazı ilk elinize aldığınızda bulup çalmaya başladığınızda kaç kişinin büyük dilini yutmak üzereyken ölümden kurtarıldıklarını bilmeyen yoktur. Hele sizinle atışmaya gelen âşıklar boylarının ölçüsünü alıp boynu büktüğüne, muammasını çözdüğün nice âşığın sazlarını bırakıp gittiklerine de yüzlerce şahit var. Biz biliyoruz ki senin müstear isimlerle yazdığın Arabi ve Farisi eş’arın Tebriz’de, Mısır’da dilden dile dolaşır. Bunlara meydanı vermek doğru değil Hoca’m.”
Molla Alaüddevle de arkadaşını destekleyerek:
“Yahu Hoca’m, gelin biz bu işin üzerine gidelim. Bak siz bunlara meydanı bırakırsanız yarın sudan şeyler yazan fuzuli birileri çıkar namı yürür, şuara olarak baki kalır adı gelecek nesillere. Biz de buradan bir mecmua çıkarıp biz de varız diyelim er meydanında.”
Bu sırada Hoca’nın diğer öğrencilerinden Molla Şemseddin de söze girdi.
“Arkadaşlar doğru söylerler be ya. Taşrada, Dulkadiroğlu sancağının Maraş vilayetinde Atmaca-zade Tayyib Efendi diye bir adam, bir değil iki mecmua çıkarttığı gibi üç tane de mucmuaya koltuk çıkıyor diyorlar. Bu işler illa ki payitahtta olacak diye bir kaide mi var? Biz de burada bir mecmua şey ederiz be ya. Akşehir’i neşriyatın kalbi yaparız.”
Hoca’nın bir anda kafası karışmıştı. Kendi kendine bir hesap yaptı. Bu iş için öncelikle birçok müstensih lazımdı. Bir o kadar da divit, hokka, kamış, mürekkeb, kâğıt… Bunlar hep maliyet demekti.
“İyi de bu bayağı mesarifli bir iş. Benim o kadar gücüm yok. Bu iş olmaz.”
Molla Şemseddin:
“Olur mu be ya, o iş kolay! Akşehir’deki helvacılar, şerbetçiler, zahireciler, semerciler, saraçlar, celepler, kasaplar ne güne duruyor? Para karşılığında onların ilanlarını basarız. Bir de onları mecmuamıza senelik daimi müşteri yaparız, olmadı tek tek satarız. Önce biz bir nüsha hazırlarız. Sonra onu Konya’ya götürür, bu işi yapan bir müstensihe veririz. Onlar çoğaltıp dağıtımını yaparlar. Bu iş olur biter. Benim tanıdığım bir arkadaşım var. O bize dağıtım işini de ayarlar.”
Diğer mollalar da bu teklifi onayladılar. Hoca, çaresiz bu teklifleri kabul etti.
İlk önce örnek bir nüsha hazırlamaya koyuldular. Mecmuanın adını “Mecmua-i Nasreddin” koydular. Nasreddin Hoca’nın Konya’daki mecmualarda neşredilmeyen şiirini de ilk sayfadan verdiler.
Esnafa bu nüshayı göstererek ilan işini hallettiler, yıllık aidatı topladılar ve doğruca Konya’ya doğru yola çıktılar. Molla Şemseddin’in Behlül isminde bir arkadaşı, onları mecmua neşriyatı yapan bir müstensih ile tanıştırdı. Adamın adı Nasih Efendi idi. Yaptıkları anlaşma gereği Nasih Efendi mecmuanın çoğaltılması ve dağıtımı işlerini üstlenecekti. Hemen ilk nüshayı ve gerekli beş yüz akçeyi adama verip Akşehir’e döndüler.
Aradan on beş gün geçmişti ki Akşehir Posta İdaresinden bir tomar mecmua geldi. Nasih Efendi, anlaştıkları gibi mecmuayı çoğaltmıştı.
Hoca, hemen esnafa mecmuayı dağıtmaya başladı. Tabii mecmua dağıtılmaya başlanılınca Hoca’ya inanmayıp para vermeyen birkaç esnaf, Hoca’nın etrafını çevirdi:
“Yahu Hoca, bu kadar esnafa mecmua dağıtıyorsun. Bize neden vermiyorsun?”
Hoca gülerek:
“Ağalar, bilmez misiniz ki parayı veren düdüğü çalar!”
Doğru söze ne denir? Mecmuanın ilk sayısını gören diğer esnaf da aidat ödeyerek mecmuanın daimi müşterisi olmuşlardı. İkinci sayı da bu şekilde gelmiş ve bayağı bir ses getirmişti. Akşehir mutasarrıfı dahi mecmua ile yakından ilgileniyordu. Üçüncü sayı için Konya’ya gittiklerinde Nasih Efendi kâğıda ve mürekkebe zam geldiğinden bahisle eğer yıllık ödeme yapılırsa daha ucuza kâğıt ve diğer neşriyat malzemesini alabileceklerini söyleyince Hoca, Konya’da tanıdığı birkaç kişiden borç akçe temin etti. Nasih Efendi’ye bu iş için 2000 akçe ödeme yaptı. Yine onların aracılığı ile Konya esnafından da bayağı bir ilan aldı.
Nasih Efendi, Hoca’ya:
“Hoca bir de mecmuaya meşhur üdeba ve şuaradan birkaç isim dâhil etmelisin. Eğer istersen sana bu konuda yardımcı olabilirim. Elimde böyle üç dört kişi var. Mesela Tekke-i Üdeba’da yazan şuaradan İlham Efendi’ye şiir başına on akçe telif ödeyelim, hemen bize gelir. Yine Mecalis-i Üdeba’dan Mensur Efendi de on beş akçeye gelir. Bu sayede mecmua bir anda buradaki en meşhur mecmualar ile başa baş yarışır. Benim bir adamım var ona da beş akçe sıkıştırdığımızda buradaki üdeba meclislerinde bizim mecmuanın methini yapar. Bir anda yürür gidersin.”
Hoca, bir şiirini bile neşretmek istemeyen mecmualardan intikamını kötü alacaktı. Hemen teklifleri kabul etti. Elinde avucunda ne kadar akçesi varsa hepsini Nasih Efendi’nin eline saydı. Bu şekilde hazırlanan üçüncü sayıda memleketin en meşhur şuarası ve üdebası arz-ı endam ediyordu. Sermuharrir unvanıyla Nasreddin Hoca takdim yazıları döşeniyor, amacının sadece Selçuklu değil tüm memalik-i İslamiyye’de bir numaralı mecmua olmak olduğunu yazıyordu. Bir iki sayı daha bu şekilde çıkmış ve gerçekten de mecmuanın adı her yerde konuşulur olmuştu. Hoca, mecmua hakkında görüşmek için Konya’ya gitmiş, Nasih Efendi ile görüşmüştü. Nasih Efendi bu defa da Hoca’ya:
“Mecmuanın sahife sayısını artırmalıyız. Hatta bir senelik daimi müşteri olanlara bazı hediyeler verelim. Eğer sizce de muvafık olursa zamanımızın en büyük şairlerinden İmadüddin Konevi ile anlaşarak daimi müşterilere onun divanını hediye edebiliriz. Ancak şaire bin akçe telif ödemek gerekir. Bu iş için duyduğuma göre mecmuanın birisi ona yedi yüz elli akçe teklif etmiş.” dedi.
Hoca bu teklifi mantıklı bulmuştu. Hemen Akşehir’e koşarak neyi var neyi yok satıp parayı Behlül Efendi’nin de bulunduğu bir ortamda Nasih Efendi’ye saydı.
Bu büyük atılım bir anda bütün Selçuklu neşriyat âlemini Hoca’nın karşısına dikmeye yetmişti. Hoca’nın şiirini neşretmeyen tüm mecmua sahipleri çok pişman olmuşlardı. Artık her gün bu mecmua sahipleri birer ikişer Akşehir’e gelip Hoca’yı bu işten vazgeçirmek için dil dökmeye başlamışlardı. Hatta bu işi bırakırsa ona on bin akçe ve tüm eş’arını ve mensurelerini büyük bir telif ödeyerek ömür boyu neşretme vaadinde bulunanlar da olmuştu. Ama Hoca bu tekliflere hiç oralı olmamıştı. Nasih Efendi, Hoca’ya bu işlerin taşradan yürütülemeyeceğini söyleyip mutlaka Konya’ya taşınması yönünde ısrar etmeye başlamıştı. Sonunda Hoca bu ısrarlara dayanamayıp Konya’ya taşınmaya karar verdi. Nasih Efendi’ye bir haber göndererek kendisine bir ev almasını ve çarşıdan bir de mecmua için dükkân tutmasını rica etti. Nasih Efendi, Hoca’ya üç bin akçeye bir ev aldığını ve aylık elli akçeye de bir dükkân kiraladığını, hatta dükkâna mecmuanın tüm evrakını taşıdığını haber verdi. Hoca, Akşehir’deki evini, eşeğini ve elinde son kalan bostanını da sattı, emekliliğini isteyerek ikramiye akçelerini de alıp Konya’ya doğru yola çıktı.
Konya’ya vardığında Nasih ve Behlül Efendiler onu karşıladılar ve Hoca’yı hemen yerleştirdiler. Hoca da evin parasını ve dükkânın bir yıllık kirasını Nasih Efendi’ye takdim etti. Nasih Efendi tapu işlerinin bir ay içinde hallolacağını söyledi. Daha sonra beraberce Konya çarşısındaki dükkâna geldiler. Hoca burayı çok beğenmişti. Kapının üzerinde koca bir levhada “Mecmua-i Nasreddin İdarehanesi” yazıyordu. Hoca ilk hafta mecmuanın şair ve nasirleri ile tanışmıştı. Bu arada diğer mecmua sahipleri de Hoca’ya hayırlı olsuna geliyorlardı. Ancak ilk fırsatta bu işi bırakırsa kendisine verilecek akçe miktarını on beş bine çıkardıklarını söylüyorlardı. Ama Hoca, hiç oralı olmuyordu.
Mecmua satışları ve ilan gelirleri tıkırında giderken bir gün yazıhaneye şair İmadüddin Konevi hışımla girdi. Hoca henüz hoş geldin üstad diyemeden adam:
“Bak molla bana vaat ettiğiniz beş yüz akçeyi ödemediniz. Bu ne utanmazlıktır?”
Hoca bir anda renkten renge girmişti.
“Ben senin paranı peşin ödedim, hem de bin akçe!”
Bu kez şaşırma sırası İmadüddin Efendi’deydi.
“Ne diyorsun Hoca? Ne bin akçesi? Ben beş yüz akçeye anlaşmıştım. Onu da vermediniz. Ben yalan mı söylüyorum?”
Hoca:
“Nasıl olur efendi, ben paranızı Nasih Efendi’ye peşin verdim.”
“Valla hoca o düzenbaz bana bir kuruş bile vermedi.”
O esnada mecmuanın üdebasından Mensur Efendi içeri girdi. O da daha girer girmez Hoca’nın masasına vurarak:
“Bak Efendi, saçından sakalından utan! Sen beni dolandırmaya utanmıyor musun? Bana şiir başına beş akçe ödenecek dediler, kaç şiir oldu bir kuruş ödemediniz.”
Hoca aklını kaçırmak üzereydi.
“Nasıl olur? Nasih Efendi’ye sizin paranızı da peşinen ödedim. Şiir başına on beş akçe verdim.”
“Hoca, sen benimle eğlenir misin? Ne on beşi? Ben beş akçeye anlaştım. Hatta Nasih Efendi, ona para vermediğin için bana ödeme yapamadığını söyleyip beni sana gönderdi.”
Daha onların münakaşası bitmemişti ki içeri bir adam, bir subaşı ve iki zaptiye girdi.
Subaşı içeri girer girmez:
“Hoca, bu esnaf senden şikâyetçidir. Bir yıldır kâğıt ve yazı malzemesi alıyormuşsun adama bir kuruş ödememişsin. Dükkânını haciz, seni de derdest ediyorum. Kadılığa kadar buyurun bakalım.”
Hoca:
“Zabit Efendi evladım, ben bu ağanın ücretini bir yıllık olarak peşinen ödedim. Hem de iki bin akçe...”
Zabit, hemen adama dönüp sordu:
“Ağa, Hoca paranı peşinen ödemiş. Hem de iki bin akçe... Ne diyorsun?”
Adam:
“Zabit Efendi, yalancı gördüm de bunun gibi hiç kıvırmadan yalan söyleyenini ilk defa gördüm. Bana demişlerdi zaten bu üdeba kısmı lafa çalınmaz diye. Kardeşim benim alacağım beş yüz akçe, ne iki bini? Yalanın da kuyruklusu bu kadar olur. Ben bir yıldır tek delikli kuruş bile görmedim vallahi.”
Hoca yalvarırcasına:
“Vallahi Zabit Efendi oğlum, ben Nasih Efendi’ye bu kadar parayı ödedim. Bak şu adamlar da aynı şekilde kapıma dayandı. Bunda bir iş var.”
O esnada içeri bir adam daha girdi.
Hoca’ya:
“Hoca Efendi, ev için bir aylık kira bedelini ödemedin.”
Hoca artık olduğu yere yıkıldı. Hemen zabitlerden birisi onun kolundan tuttu. Subaşı tekrar sordu:
“E Hoca buna ne diyeceksin?”
Hoca ağlayarak:
“Vallahi Zabit Efendi oğlum, ben bu evi üç bin akçeye satın aldığımı sanıyordum. Çünkü ben Nasih Efendi’ye ev için tam üç bin akçe saydım. Bu adam gelmiş kira istiyor.”
O sırada Mensur Efendi devreye girdi:
“Utan be Hoca! Nasih Efendi senin alacaklıların yüzünden bu gün Konya’yı terk etti. Adamın arkasında konuşuyorsun da hiç mi Allah’tan korkmuyorsun?”
Subaşı durumu, dönen dalavereyi anlamaya başlamıştı.
Hoca’ya:
“Peki, Hoca sen bu adama bu paraları verirken şahidin var mıydı? Bir senet falan aldın, verdin mi mesela?”
Hoca:
“Şahidim var elbet. Benim Molla Şemseddin Efendi’nin arkadaşı olan ve bizi Nasih Efendi ile tanıştıran Behlül Efendi var.”
Subaşı hayretle haykırdı:
“Köse Behlül mü?”
Hoca şaşkın şaşkın:
“Evet, Köse Behlül Efendi.”
Subaşı, Hoca’ya acıyan gözlerle bakarak:
“Valla Hoca, işin çok zor! Köse Behlül bir işin içindeyse o işten hayır gelmez. Memleketin en üçkâğıtçı adamıdır o. Senin bu Nasih Efendi dediğin adam kısa boylu, şişman, esmer bir adam mıydı?”
Hoca titreyen bir ses ile:
“Evet, tam o tipte birisiydi.”
Zabitlerden birisi Hoca’ya masa üzerindeki sürahiden bir tas su verdi.
Mecmuadaki üstatlarda Hoca’nın ve kendilerinin dolandırıldıklarını anlamışlar ve perişan olmuşlardır.
Subaşı konuşmaya devam etti:
“Bre Hoca ne Nasih Efendi’si? O da Köse Behlül’ün ortağı Gâvur Nesim’dir. Senin neyineydi be adam şairlik, ediplik? Hocalığını yapıp oturamadın mı Akşehir’de? Madem yüzme bilmiyordun ne işin vardı kavak başında? Haydi, gidelim şimdi hep beraber derdini kadı efendiye anlat. Biz de şu üçkâğıtçıların peşine düşelim. Haydi, beyler siz de ifade vermeye.”
O esnada koşarak genç bir adam geldi ve Hoca’ya:
“Beni bildin mi Hoca Efendi?”
Hoca korkarak:
“Yok, sen de kimsin?”
“Ben şuaradan İlham Efendi. Bak Hoca, şu Mensur denen adama şiir başına on akçe ödüyormuşsun. Bana üç akçe dediler. Valla bana da şiir başına on akçe vermezsen bu sayıda sana şiir-miir yok. Benden söylemesi. Benim neyim eksik şu kendini beğenmiş kasıntı heriften. O medreseyi bitirmeden arka kapıdan kaçtı. Ben ise icazet aldığım gibi yakında Alaeddin Keykubat Medresesinde dersiamlığa başlayacağım.”
İlham Efendi lafını söyledikten sonra kimsenin bir şey demesine fırsat vermeden sırtını döndü ve çekip gitti.
O esnada subaşı ve yanındakiler dükkândan dışarı çıkmışlar, zabitin birisi de kapıyı mühürlüyordu. Bütün esnaf bir anda oraya yığılmıştı. Her kafadan bir ses çıkıyordu.
“Duydunuz mu, Hoca sahtekârmış!”
“Ya ya Hoca, Konya’daki tüm esnafı dolandırmış.”
“Yok yahu Hoca, bildiğin Moğol casusuymuş.”
Meraklı kalabalık onların peşinden kadılığa doğru yürürken iki tane genç gelip zabitlerin arasındaki Hoca’ya:
“Yahu koskoca adamsın. Bir de hoca olacaksın. Biz medrese talebesiyiz. Üç kuruşa kurşun atarız. Dişimizden tırnağımızdan artırdığımız iki üç akçeyi Nasih Efendi aracılığı ile size verdik ki bizim de şiirlerimiz bir mecmuada neşredilsin. Kapı kapı dolaştık, eşe dosta yalvardık, mecmuaya daimi müşteri topladık. Yahu adam madem şiiri neşretmeyeceksin bari paramızı verseydiniz ya.”
Kalabalık bu sözü duyunca birden tevehhüre kapıldı ve Hoca’yı linç etmeye kalktı. Küfürler, taşlar, terlikler, çarıklar, sikkeler havada uçuşuyordu. Zabitler Hoca’yı güç bela kadılık binasına sokup kapıları kapatmışlardı...


Yorumlar - Yorum Yaz