Anadolu’nun Merhameti
Anadolu, medeniyetin de tarihidir, bir tarafıyla. İnsan emeğinin yeryüzünü imara başladığı mekândır. İnsanlık için, kıyamete kadar hüküm sürecek iyilik ve güzelliğin insanla toprağın ortaklığında çoğaltıldığı yerdir, Anadolu. Mazlum ve mağdurun incinmiş ruhlarına şifa sunacak merhamet pınarlarının cömertçe çağladığı ebedî bir çeşmedir, Anadolu coğrafyası. Anadolu, insanın da tarihidir. Asırlar birbirini kovalarken insana has hasletlerin, zamana ve şartlara göre değişmediği yerdir. Ruhunun kumaşı, Anadolu irfanının tezgâhında aşkla dokunanlar, insan olmakla insan kalmanın ilmine de sahiplik ederler. Aynı zamanda Anadolu, yeryüzü parçasının toprak olmaktan çıkıp vatan haline dönüşünün de belgesidir. Topraktan vatana dönüş sürecinde arazi parçası, hak ettiği analık vasfını da kazanmış olur.
Kadim Anadolu’nun dilden dile, nesilden nesile nakledilen hem hazin ve trajik hem de saadet dolu hikâyeleri vardır. Anadolu toprağıyla kader birliği yapmış insanların, hüzün ve mutluluk adına ortak serüvenleri vardır. ‘Ham iken pişen’ Anadolu’nun, maceranın sonunda ulaştığı zirvenin adı, merhamettir. Ağrı Dağı’nın doruklarında karılan merhamet iksiri, bulutların kanatlarında bir başka yüceliğe, Palandöken Dağı’na taşınır. Palandöken, mekânları ortadan kaldıran bakışıyla emaneti Erciyes Dağı’na ulaştırır. Erciyes ki, bütün Orta Anadolu’yu süzerken sessiz ama içli, sırrına sahip çıkar. Derviş başını kaldırdığında, dünyevî yüklerden sıyrılmış Hasan Dağı’na gönülden Hû çekiverir. Anadolu bilir ki, merhamete merhametle mukabele edilecektir. Bu yüzdendir, ne yaşarsa ve nasıl yaşarsa yaşasın, razıdır. Bu coğrafyada hayat sürenler, rıza gösterme imtiyazını elde tutarlar. Yokluktan varlık çıkarmayı bilirler. Çünkü yokluk, ebedî varlıktır.
Çarık Hatıra
Çarığa dair hikâyeler katarı, keder ve ıstırap yüklüdür. Bu yüzdendir ki, çarıktan bugüne kalan hatıralar da hüzünlüdür. Çarık, insan ayağının taş, toprak, diken ve daha nice varlıkla münasebetinden sızan acının resmidir. Çarık, işlenmemiş sığır derisinden imal edilen ayak örtüsü aslında. Örtü diyorum, çünkü çarık, ayak için hakikaten örtüden fazla bir anlam ifade etmez. Bu nedenle giyilen bir nesne sıfatıyla da anılamaz. Çarık giymedim fakat çarık giyen insanların çocuğu olarak çarıkla ilgili hikâyeler dinleyerek büyüdüm. Zira Anadolu insanının fakr u zaruretinin taşıyıcısı çarık, devirlerin ve nesillerin tamamlayıcı kostümü olarak hayat sürmüştür. Çünkü her mevsimin ayak örtüsü, odur. Mevsimler ve iklimler değişir ama kostümün renkli parçası hep aynı kalır. Değişmeyen tek şey, çarığın ıstırabıdır. Çarığın ıstırabı, mevsime bağlıdır. Sıcak havada verdiği acı, soğuk havada başka bir niteliğe dönüşür. Zira hava ve iklim şartları hangi haliyle hüküm sürerse sürsün, çarık kendi hükümranlığını dayatır. Sıcak havada deri, derilik vasfını yitirir, kurur ve daralır. Daralma dediysem, ayağı sıkı sıkıya kavrayan bir mengeneye dönüşür. İşte bu andan itibaren tabana yardımcı olmak bir yana, ayakla birlikte bütün bedene verdiği eziyet dayanılmaz seviyeye ulaşır. Soğuk ve yağışlı havada işlenmemiş deri, ıslanıp gevşer. Bu zaman dilimi, insanın deriye tâbilik anıdır. Ayakta durmaya müsaade etmeyen çarık, imparatorluğunu ilânda gecikmez. Eve girerken, çarık ayaktan çıkarılıp kapının önünde bırakılamaz. İnsanın ayağının örtüsü, kedi ve köpek benzeri hayvanların midesine iniverir. Bu yüzden, midesi için çarıkların peşinde olan mahlûkun yetişemeyeceği bir yere asılır. Ayrıca, ev gibi kapalı alanların dışında dinlenmek veya birazcık mızganmak için çarık çıkarılırsa yapılacak tek iş, çarığın yastık
vazifesiyle baş altına konulmasıdır. Çarığın yastık hali, dinlenme anını rahata çevirmek için değildir. Çarığın muhafazasına yöneliktir. Çünkü göz uykuya yenik düşerse, çarık da sevenleri tarafından uzak diyarlara gitmek üzere ayaklandırılır. Zihnim çarığa dair karanlık hatıraların işgali altındayken, cızlavat efsanesine olan hayranlık hislerim de galeyana geldi.
Cızlavat’ın İmtiyazı
Çarığın şöhret, azamet ve zahmetinden sonra hayata dâhil olan kara lastik, soğukkuyu ve Cızlavat’ın ayaklara dolayısıyla hayata sağladıkları rahattan dolayı teşekkür dilini dostane bir üslupla kurmak, nimete şükran bakımından zarurî bir haldir. Cızlavat ve kara lastikle ilişkilerimizin safhalarını değerlendirirken bu şükrâne hisler içinden bakmak gerekir. Çünkü yokluk ve kıtlığın karanlığını aydınlatan ecdat, dünden bugüne bakarken değişen hayat kodlarına dikkat çeker. “Nenesinin giydiği çarığı unutmayan” ecdadın, lastik ayakkabının hayata dâhil olmasından tarifsiz bahtiyarlık duyduğu muhakkaktır.
Ah Cızlavat! Vah Cızlavat! Hayıflanmamı mazur görünüz, çünkü giymek nasip olmadı. Nedendir bilmem, herkes giymezdi ya da giyemezdi. Giyenlerin sadece zevkleriyle mi ilgiliydi? Fiyatı farklı mıydı? Yoksa zarafetinden dolayı çabuk yırtılıp eskiyen, kullanılamaz hale gelen bir varlığa mı sahipti? Dahası, yırtıldığında dikilip tekrar kullanıma sokulma imkânı mı vermiyordu? Elbette yırtılabilir. Ama o şartlarda, hiç değilse, yeniden günlük hayata dönme imkânı sağlamalıdır. Çünkü yazının devamında şan ve şöhretinden bahsedeceğim kara lastiğin bile dikilip yeniden günlük hayata nasıl dâhil olduğu görülecektir.
Evvela, Cızlavat’ın dış görünüşünü tasvire ihtiyaç vardır. Cızlavat’a iki renk hayat verirdi. Siyah ve kırmızı. Elbette, siyah kısmın yoğunluğu daha fazla idi. Ancak, kırmızı rengin baskınlığından olsa gerek göz, kırmızıya meftun kalırdı. Siyah lastik kısmı düz, ince ve zarif olup göz kamaştıran bir parlaklığa sahipti. Bazı Cızlavat’larda, dış yapının yeknesaklığını bozup hareketlilik ve hava katmak için, bu şık ayakkabının yüzeyinde bir takım çizgiler/kabartılar yer alırdı. Bahse konu olan çizgi ve kabartılar da siyah lastiktendi.
Cızlavat’ın iç astarı, kırmızı idi. Dış yüzeyine hâkim siyah renkte olduğu gibi iç dünyasının kırmızısı da göz alıcı bir parlaklığa sahipti. Aynı zamanda, Cızlavat’ın iç tarafında, lastiğin kaç numara olduğunu gösteren daire içine alınmış bir takım sayılar yer alırdı. Cızlavat’ın kırmızı iç astarı çok önemli görev icra etmiştir, zannındayım. Vazife, astarın teri emmesini sağlamak, terlemeden mütevellit ayağın, ayakkabının içinde sağa sola kaymasını engellemektir. Büyük bir imkân olsa gerek!
Cızlavat’ın dikkat çekilmesi gereken hususiyetlerinden biri de tipidir. Zira söz konusu lastik ayakkabı, kunduraya benzemektedir. Belirgin bir yükseklikte olan topuğunun, toprak zeminde ve kar üzerinde bıraktığı daire biçiminde küçük izler, insan hayalinde kundurayı canlandırmaktadır. Kara lastiğin altı düz olduğu için, imrenilesi bir ize imkân vermez. Bu yüzden insan, bıraktığı izden dolayı Cızlavat’a daha farklı bir makam tayin etmekte, Cızlavat giyenlerin imtiyazına hükmetmektedir.
Kara lastik Kader
Kara lastik beyefendi ile ilk teşrik-i mesaimiz, hiyerarşik bir sürecin ardından gerçekleşirdi, her zaman. Beyefendi, büyüklerin ayaklarında saltanat yaşadıktan sonra yeniden hayata dâhil olmak için gönderildikleri sürgünlük ülkesi olurdu ayaklarımız. Yani ‘tahttan azlolununca’ uğramak adetleriydi, bize. Neden mi? Bizde, sosyal düzen yukarıdan aşağıya doğru bir ivmeye sahiptir. İvmeye yön veren adımlar, her zaman büyüklerin himmetiyle gerçekleşir. Zira öncelikle büyükler giyecek ve eskitecek, bir takım tahribata uğrayacaktır. İşte bu noktadan itibaren, küçükler de bu saltanatı tadarlar, sonsuz iltifata mazhar olup ayakkabıya nâiliyetin zevkine tutulurlar. Zaten büyük mirası lastik, muhtelif parçalara ayrılmış olduğundan, öncelikli mesele, lastiğin tamir edilmesidir. Kalınca urgan ve çuvaldız marifetiyle tamire razı olan lastik, bu defa başka bir makama taşınmış olur. Bu kez, çorapsız giydiğiniz -çünkü çorap yok- ve zaten sizin ayağınıza göre üretilmediği için, ayağınıza büyük gelen ayakkabı, bir de terler ki zahmetler sıra sıra dizilirler yürüdüğünüz yollara. Kara lastiğe duyulan bunca hasretin asıl nedeni, tabanvayların hiç değilse bir süre rahata kavuşması arzusudur. Fakat heyhat! Kara lastik, kara yükten farksızdır artık. Yürümek zor, koşmaksa imkânsız hale gelir. Bir de bendeniz gibi çobansanız, o zaman başınıza geleceklerin çetelesini tutmaya lüzum kalmaz. Zira sürünün peşinden koşmak zorunda kaldığınız her durumda terden göle dönmüş ayakkabının içinde ayaklarınız sağa sola dans etmeye başlar. Dünyanın bilmediğiniz en hızlı dansını, figürlere uymadan icraya mahkûmsunuzdur, ne yazık ki. Petrol artığı maddenin salgıları, tabanlarınızı işlevsiz kılar. Sürü, memnu kılınmış bir yere, bir mekâna girmeye kalkar veya diğer bir sürüye karışacak adımlar atarsa seğirtmeniz elzemdir, hatta zarurîdir. Çünkü ‘çobansınız ve sürünüzden sorumlusunuz.’ Ayrıca sürünün otladığı yerler, ‘haram ile helalin ortaklığı arasındadır. Bir an dalgınlık gösterirseniz, siz istemeseniz de, sürüden birileri haram olan alana tecavüz eder’ ve elbette bundan sorumlu olan, sürünün sahibidir. O halde ‘şüphe duyulan şey ve yerlerden uzak durmak’ en önemli telkinlerdendir, amennâ. İşte öyle haram ve tehlike arz eden bir durumda seğirttiğinizde, kan ter içindeki ayağınız iki zorluğun ortak engelline maruzdur. Birisi kendi teri, ikincisi lastiğin ifrazatı. İkisi arasında iyice kayganlaşan ayak, koşmanızı sağlamak yerine bir azap çukuru halini alır. Bu durumda yapmanız gereken en akıllıca iş, lastikleri fırlatıp yalın ayak tabana kuvvet seğirtmenizdir. Dağ başında yalın ayak koştuğunuzda diken, taş ve ağaç gibi her türlü maddenin sebebiyet verdiği hasarlardan dolayı, başlangıçta bir takım acılar hissetseniz de, bir zaman sonra, nasırlaşıp fil derisine dönen ayak tabanınız hislerini kaybeder. Ayak, acılara aşinalık kesbettiğinden kara lastik denen nesneye ihtiyacınız kalmaz. Ve bu kez, ayaklarınızda derin arklar ve kanallar oluşur. Bu iki yoldan kan veya su akmaya başlar. Ama artık akanın kan veya su olmasının mahzuru kalmamıştır. Zira insanın tabanları zemine ve toprağa uyum sağlamış, rahata ermiş demektir.
Ayağa giymenin dışında kara lastiğin birkaç kullanım yeri daha vardı bizim için. İlk kullanım yeri, şimdiki gibi lastik ve plastik aletlerin olmadığı zaman diliminde el arabası niyetine ağaçtan imal ettiğimiz araçlara, özellikle kara lastiğin topuk kısmı tekerlek vazifesi üstlenirdi. İkinci kullanım yerimiz, daha garip. Kara lastiği, kışlık odun ihtiyacının temininde kamyon vasfına koyar, bahçelerin çitleri altından evlere odunlar taşırdık. Direksiyonu, lastiği, motoru hâsılı her türlü aksamı ellerimiz olan kamyonlar, kara lastiğin sunduğu imkânlardandı. Özellikle elimizle kamyonun uzun direksiyonunu çevirdikçe hızımıza göre ayarladığımız motor sesi alçalır ya da yükselirdi. Fakat kışlık odun ihtiyacını bir şekilde ortadan kaldırmak için yaptığımız faaliyetler, hemen her zaman bahçe ve çayırların kenarında mahsulü korumak için inşa edilen çitler, ağıllar ve nesnelerle sınırlı olduğundan bu davranışlardan uzak durmamız hususunda büyüklerimizden bir daha yapılmaması gerektiğine dair mutlak surette ikazlar da alırdık. Ağıllar ve çitler bir ihtiyaca binaen yapılmışsa o nesneleri kışlık odun sıfatıyla eve taşımak da bir ihtiyaçtı.
Peki! Büyüklerin ikazlarını ve telkinlerini hatta tehditlerini kim dinler? Eh! Nasıl olsa çocukluk… Aileye katkıda bulunuyoruz ya! Kim karışabilir?