Nasreddin Hoca’nın birisine bir gün ilham geldi ve bir şiir yazdı. Yazdığı şiiri Akşehir’deki cümle edebiyat muallimlerine ve şuarasına okuttu. Hepsi de çok beğendi. Hocaya:
“Sen bu eserini mutlaka matbuat âlemi ile tanıştırmalısın. Cenab-ı Hakk’ın sana lütfettiği bu eşsiz, nazenin eseri ümmeti Muhammed’in istifadesine sunmalısın ki yarın huzuru mahşerde Cenab-ı Hak’tan azar işitmeyesin. Mecmualarda neşredilirse ismin şuara tezkirelerine geçer ve kıyamete kadar yad edilir.” dediler.
Tabii devir eski devir. Bilgisayar, yazıcı, internet, posta, kargo, faks diye bir şey yok. Hoca hemen medreseye gitti ve talebelerine emir verdi:
“Şu kâğıtta yazılı olan şiirimi on adetten az olmamak kaydıyla gayet okunaklı bir şekilde derhal istinsah edesüz.”
Talebeleri hemen divite hokkaya sarıldılar ve her biri enfes birer hüsnühat şaheseri olacak şekilde on adet kopya çıkardılar.
Kopyaları eline alan Hoca, hemen Akşehir Posta İdaresine koştu. Posta idaresi dedikse hemen kikirdemeyin. Zamanın icabatı gereği Selçuklu Devleti memleket genelinde Moğollar ve Bizanslılar ile iş birliği yapan hainlere karşı posta idaresini kurmuştu. Nasıl mı? Posta güvercinleriyle... Öyle ki kimse kafasına göre posta güvercini uçuramıyordu artık. Zira devletin şahinleri ve atmacaları kaçak posta güvercinlerini havada imha ediyor ve gizli yazışmalara el koyuyordu.
Hoca, posta idaresindeki Kuşçubaşı Eşbah Efendi’nin kapısında yarım saat kadar sıra bekledikten sonra huzura kabul edildi. Eşbah Efendi o sırada yine şahinleri ve atmacaları marifetiyle yakalanan mektupları inceliyordu. Hoca’ya eliyle otur işareti yapan Eşbah Efendi:
“Hocaefendi, kusura bakmayın, mâlum devletimiz şu ara Moğol ve Bizans belasıyla boğuşuyor. İçerideki hainler de ha bire gizli gizli kuş uçurtup gizli bilgileri düşmana göndermekteler. Bak bu gün yine beş adet yakalandı. Neyse sizin maruzat neydi?”
Hoca kavuğunu düzeltip boğazını temizledikten sonra başladı maruzatını arza:
“Eşbah Efendi! Vallahi işiniz zordur bilirim. Allah kolaylıklar versin. Ben şu on adet eş’arımı payitahtımız olan Konya’daki ceride ve mecmulara göndermek isterim.”
Eşbah Efendi, Nasreddin Hoca’nın kendisine uzattığı kâğıtlara bir göz attıktan sonra gevrek gevrek gülerek:
“Yahu Hoca, bu devirde taşranın yüzüne bakan kim? Gönderelim göndermesine de Konya’daki muharrir, şuara zümresi pek ekâbirdir. Burunlarından kıl aldırmazlar. İnşallah sizin gibi kıymeti haiz bir mollanın eş’arına gerekli kemal-i ihtiramı gösterirler ve neşrederler.” dedi. Hoca mahcup bir eda ile:
“Bilirim mirim, amma biz göle çalalım mayayı da tutmazsa mesuliyet gölün olsun.” diye cevap verdi. Eşbah Efeni biraz sıkılarak:
“Yalnız Hocaefendi yeni gelen tamime göre günde bir gönderi için bir akçe, bir gönderiden fazla gönderiler için ikişer akçe alıyoruz. Yani senin şimdi on dokuz akçe vermen gerekiyor.”
Hoca bu duruma çok kızdı ve hemen namelerini geri aldı ve hiçbir şey demeden orayı terk etti. Eşbah Efendi de Hoca’nın bu tavrına içerlemişti ama bir şey de diyememişti.
Az sonra Hoca, medresesinden getirdiği talebeleri ile geri döndü ve tekrar Eşbah Efendi’nin huzuruna çıktı.
“Eee Eşbah Efendi, Halep oradaysa arşın da burada. Madem bir kişi bir gönderiden fazla postayı bir akçeden gönderemiyor. Al sana on talebe. Şu da on akçe. Şimdi bu talebeler adına uçur şu kuşları!”
Eşbah Efendi, Hoca’nın bu kurnazlığı karşısında yutkundu ama bir şey diyemedi. Zira Hoca prosedürü yerine getirmiş, işi kitabına uydurmuştu. Hiç itiraz etmeden on adet güvercinin ayağına şiirler bağlanıp “Haydi hayırlısı!” denilip uçuruldu.
Aradan bir ay geçmişti ki bir gün postacı yamağı Hoca’ya bir name getirdi. Hoca heyecanla nameyi açtı. Name Konya’daki meşhur “Muallakat-ı Seb’a” mecmuasından gelmekteydi. Namede şunlar yazmaktaydı:
“Nasruddin Molla Efendi Hazretleri’ne;
Mecmuamıza gönderdiğiniz nameniz elimize ulaşmıştır. Eş’arınızı mecmuamızda neşretmek isterdik. Lakin sırada çok şair ve şiir var. Siz başka bir kapıya gidin bence.
Mecmuanın sahibi ve sermuharriri Mirza Ali Efendi”
Hocanın yüzü düşmüş, hevesi kursağında kalmıştı.
Aradan üç gün geçmişti ki bir name daha geldi. Bu da “Şems ü Kamer” mecmuasından geliyordu. Namede yazıldığına göre şiir, Ser-üdeba Muallim Eşref Bey tarafından okunmuş ve adamcağız şiirdeki hüzünden etkilendiği için günlerce ağlamış ve sonunda müsekkirata mübtela olmuş. Tabii hâliyle bu şiirin yayınlanması dergi idaresince muzır görünmüş. Hoca yine sükûtu hayale uğramış ve diğer mecmua ve ceridelerin haberini beklemeye karar vermişti.
Hemen ertesi günü bu defa üç name birden gelmişti. Birisi “İşarat-ı San’at” mecmuasındandı. Mecmuanın neşriyat umum müdürü Kalemdar Hayal Efendi’nin cevabında ise şiirin taşıdığı tasavvufi derinlik gözden kaçmamakla beraber mecmualarının sufi mesleğe karşı mesafeli olduklarından şiiri neşredemeyecekleri üzülerek belirtilmişti. Diğer name de “Mecmua-i Mevcudat”dan geliyordu. Mecmuanın sermuharriri Cevval Efendi de şiirden hiçbir şey anlayamadıklarından bahisle yayın politikaları gereği muhalif yanı olmayan eş’arı neşretmediklerini yazıyordu.
Üçüncü name ise “Tekke-i Üdeba” mecmuasından geliyordu ve mecmuanın sermüdiresi Rikkat Hanım, şiirin kendilerine biraz siyasi imiş gibi geldiğini ve tanımadıkları bir şairin şiirini de yayınlamadıklarını belirterek, dergi yayın heyetinden en az iki edibin kefaleti ve tavassutu olmadan şiirlerinin neşredilemeyeceğini tehassür-i azime ile arz ediyordu.
Hocanın kafası iyice karışmıştı. Kendi kendine “Hele biraz daha bekleyelim.” dedi.
İki üç gün sonra dört cevap daha geldi. Bunlardaki cevapları da sırasıyla verelim.
Hâce-i Terakki: “Şiiriniz kadim eş’arın izlerini taşıdığından günümüz şiir nazariyesine uygun görülmediğinden neşri münasip değildir. Serşair Muasır Efendi”
Mecalis-i Üdeba: “Şiiriniz aşk-meşk gibi konuları mevzubahis ettiği ve okuyanda hissiyatı şeheviyatı uyandırdığı gerekçesi ile ciddiyette bir zirve ittihaz edilen ceridemizde böyle süfli hissiyat peşinde koşan bir şaire ve şiire yer verilemez. Molla olduğunuz için utanın. İmza, Şeyhulmuharririn El-Hac Kutbu’l-Aktab Celal Cahit Efendi”
Efkâr-ı Kadime Mecmuası: “Şiiriniz nevzuhur müteşairlerin kadim geleneğimize mugayir, Bizansiyyun gibi melun bir mesleğin efkârı batılasını ittihaz ettiğinden zinhar neşredilemez. İmza Neşriyat-ı Umumiye Müdürü Şair Kadim Efendi”
Mecmua-yı Alayiş: “Şiirinizin kıraatı için gerekli üç akçeyi mecmuamızın muhasebesine yatırıp makbuzu neşriyat şubesine tevdi ettikten sonra muvafık görüldüğünde mecmuamızın bir yıllık iştirak bedeli olan kırk akçeyi muhasebimize tevdi ettiğinizde şiiriniz neşredilir. Bu durumda diğer eş’ar ve mensureniz için kıraat bedeli her eser için iki akçe olarak tenzilatlı olacaktır. İmza Sahib-i Mecmua Muhasib-zade Nukud Efendi”
Hoca aldığı cevaplar karşısında şaşırıp kalmıştı. Tek umudu son mecmuadaydı. Aradan birkaç gün geçtikten sonra ondan da haber gelmişti. O da şöyleydi:
Mecmua-yı Melal: “Şiiriniz posta güvercinin adresi şaşırması üzerine gecikmeli olarak elimize ulaşmıştır. Bizler mecmua olarak adımızda belirttiğimiz gibi hüzünlü manzumeleri neşrediyoruz. Lakin sizin şiiriniz muhtevasındaki hicviyye nedeniyle sanki bir kahkaha tufanı gibi. Bizler melâl ile malûl şuaradanız. İstirham ederiz bu tür karalamaları bize göndermeyin. Siz en iyisi bu şiirinizi Dulkadiroğlu Beyliğinin Maraş vilayetinde neşredilen Açıkkara mecmuasına gönderiniz. İmza: Bükâi-zade Ağlak Efendi.”
Hoca iyice şaşırmıştı. Öfkeyle aynı şiiri bir kâğıda istinsah edip Maraş’taki Açıkkara mecmuasına göndermek üzere kendisini çarşıya attı.
Tam posta idaresinin önünden geçiyordu ki içeriden Kuşçubaşı Eşbah Efendi bağırdı:
“Hoca, namen var.”
Hoca şaşkın şaşkın içeri girdi. Eşbah Efendi hemen Hoca’ya bir çay söyledi.
“Yahu mübarek kaç gündür sana çalışıyoruz. İnsan eline bir okka baklava alır gelir. Çayı bile biz ısmarlıyoruz. Duyduğuma göre payitahtta yılın şairi seçilmişsin.”
Hoca öfkeden kızarmış bir hâlde:
“Zevzeklenme Eşbah Efendi. Şairlik kim biz kim Allah’ını seversen! Önce şu nameyi Maraş’a gönder sen. Sonra da ver şu nameyi okuyalım bakalım.” Eşbah Efendi, Hoca’ya nameyi uzatmıştı. Hoca nameyi açtığında seslice okumaya başladı.
“Nasreddin Hoca Hazretlerine,
Posta güvercini şiirinizi yanlışlıkla mecmuamıza getirmiştir. Bu yüzden şiirinizi mecburen okumak durumunda kaldık. Şiiriniz fevkalade idi. Gerek nazım biçimi gerek muhtevası, kullandığınız mazmunlar… Bayıldık inanın. Anadolu’da böyle ustalar varmış da nasıl haberimiz olmaz diye hayıflandık. Şayet şiiri ilk önce bize gönderseydiniz mecmuamızda neşrederdik. Biz sadece bizde yazan ve hiçbir neşriyatla alakası olmayan kişilerin mensure ve manzumelerini neşrediyoruz. Bundan sonra yazı gönderseniz de prensip gereği neşredemeyiz. Ceride-i Payitaht Sermuharriri Hakkı”
Hoca iyice köpürmüştü. Eşbah Efendi merakla sordu:
“Hayırdır Hoca, ne diye celallendin?”
“Yahu azizim ben matbuat âlemini böyle bilmezdim. Benim şiiri biri okumuş ağlamış, biri okumuş gülmüş. Biri okumuş derin bir tefekküre dalmış. Sonra biri daha okumuş ne bir şey hissettmiş, ne de bir şey anlamış… Bu durumuna bir mana verememiş. Biri diyor eski kafalı, biri diyor nevzuhur. Biri diyor muhalif diğeri diyor süfli… Ben de şaştım kaldım.” Eşbah Efendi gülmekten yerlere yatıyordu. Birden ciddileşip:
“Yahu Hoca ne diye adamlara kızıyorsun? Şu yazdığın şiire bak! Haydi kalemden, kâğıttan utanmadın bari başındaki koca kavuktan utan!” demez mi?
Hoca öfkeyle ayağa fırladı ve başındaki kavuğu Eşbah Efendi’nin Mevlevi sikkesinin üzerine geçirdi:
“Biz de dert yanacak Müslüman bulduk sanki. Marifet kavukta ise sen de yaz. Şimdi kavuk senin başında!” dedi ve tam dışarı çıkıyordu ki Eşbah Efendi arkasından yetişip kavuğu Hoca’nın başına oturttu. Ne kadar dil döktüyse Hoca oturmadı ve çıkıp gitti. Eşbah Efendi arkasından bağırdı.
“Hoca kızma gel. Namene cevap geldi. Ben acele posta ile göndermiştim.”
Hoca inanmasa da geri döndü. Gerçekten Eşbah Efendi’nin kucağında bir posta güvercini vardı. Eşbah Efendi:
“Hoca bu kuşlar yeni geldi. İlk defa senin namende denedim. Mübarek rüzgârdan hızlı. Bir de cevabı almadan gelmiyor.”
Eşbah Efendi kuşun ayağındaki nameyi çıkarıp Hoca’ya uzattı. Namede aynen şunlar yazıyordu.
“Açıkkara mecmuasından Nasreddin Hoca Hazretleri’ne,
Şiirinizi aldım. Lakin acele posta güvercini ile göndermiş ve hemen cevap istemişsiniz. Kardeşim bu işler aceleye gelmez. Bu iş boyacı küpü değil ki hemen olsun. Şimdi siz bu şiirinizi bizim derginin neşriyat emini Teke sancağının Isparta vilayetinde mukim Pektaşzade Mehmet Efendi’ye gönderiniz. O, okusun uygun görürse yayınlanır. Selam ve hürmetlerimle… Sahib-i Mecmua Atmaca-zade Tayyib Efendi.”
Hoca renkten renge girince Eşbah Efendi:
“Hayırdır Hoca, yine ne oldu?” diye sordu. Hoca cevap vermeden hışımla kapıdan çıktı. Peşinden Eşbah Efendi bağırdı:
“Yahu be adam, daha kahve içecektik. Nereye böyle?” Hoca geriye dönüp:
“Abdest almaya camiye gidiyorum.” dedi.
Eşbah Efendi baktı, vakit namaz vakti değil. Hoca’ya merakla tekrar sordu:
“Daha namaz vakti gelmedi Hoca, saati mi şaşırdın?”
Hoca hiddetle:
“Namaza değil, tövbe etmeye gidiyorum. Bir daha şiir yazmamaya huzur-ı ilahide tövbe edeceğim.”