Az evvel doğmadan iki bin yıl önce yazdığım bir şiirim geçti elime. İskenderiye Feneri’nin ışığı altında Süleymaniye Kütüphanesi’ nin kırk birinci katında yazmışım. Acılı çitoz yiyormuşum herhalde Niğde patatesinden. Bayağı acılı bir şiir!
O yıllarda bizim Aprınçor, âlem-i ervahta sırasını bekliyor ete kemiğe bürünmek için. Tutankamon, firavun olmamış henüz. Yunus, Molla Kasım’a rastlamamış, “Onlar da İnsandı” yazılmamış, Şehzade Mustafa bir kasideyle Bâkî kılınmamış, Abdülhamid Ziyaeddin’in beyitleri atasözü sayılmamış, bengütaşlar yükselmemiş bozkırlarda, İbrahim baltasını asmamış, Semave Vadisi’ni su basmamış, on dört sütun yıkılmamış daha. Alp Er Tunga yaşıyor, Acun Sörvayvır parkurlarında ter dökmüyor yani. Piramitlerin tepesi sivri zigguratlarinki düz. Anlamak gayrı kabil. Maya dilindeki “tepek” ile bizim “tepe”nin aynı anlama geldiği keşfedilmemiş.
Havadaki tek uydunun Ay olduğu demler. Yontulacak taşın yontulacak adamdan fazla bulunduğu devirler. Ümit Burnu’nu ilk dolanan gemi şeklinde oluşturmuşum şiiri. Ming Hanedanı’nın Çin Seddi’nin projesini çizdiği çağlar. Yirmisekiz Çelebi Mehmet, Paris sefiri olmamış. Attila emmim İtalyan liginde topa girmek üzere o yıllarda. Birinci ikinci üçüncü değil süper lig... Bırakın İbnürrefik Ahmet Nuri Sekizinci’yi daha Dionysos adına bağbozumu şenlikleri yapılmıyor komşuda.
“Konalga” diye bir kelime geçiyor şiirin üçüncü dörtlüğünde. Çok sevimli geldi kulağıma. Hezarfen uçmamış Galata’dan karşıya. Çarşı karışmamış. Ta o yıllarda matematiği keşfetmişim. Parmak hesabı yapabiliyorum yani. “Eski dünya, yeni dünya bütün akvam-ı beşer” Boğaz derdine düşmemiş.
Yağbasan Medresesi’nin sübyan sınıfındaymışım. Balasagunlu Yusuf, Haşim, Fikret, Beş Hececilerden Nafiz, Veli, Hoca Dehhani, rahmetli Seyrani, Nefi, Keçecizade İzzet Molla, Karacaoğlan, Namık Kemal, Yahya Kemal, Kemal Tahir, Yaşar Kemal hepimiz aynı sınıftayız. Kemale ermiş bir sınıf desek yeridir. Şiiri AOBİY sınavına hazırlanırken çoktan seçmeli test kitabımın tost kokulu 28. sayfasındaki ada resminin altına Köktürk alfabesiyle karalamışım. Saymalıtaştaki kaya resimlerine benzer harfler de kullanmışım.
Şiiri okuyunca Nedim’le Sadabad çapkınlıklarımı hatırladım da evdekilerin “Ne o hasta mısın sen, yüzün kıpkırmızı oldu?” yollu suallerini lisan-ı münasiple zor savuşturdum. Cingöz Recai bizim sokakta oturuyor o zamanlar. Napolyon aşşa mahallede. Çocuğa mütemadiyen “Napıyon lan?” diye diye adı önce Napaylan sonra Napoylan en sonunda da Napolyon kaldı garibin. Dil, canlı bir varlıktır, derler. Neyse konuyu dağıtmayayım şiiri evdekilere okudum da okumaz olaydım. Bana müstehzi bakışlar eşliğinde demesinler mi “Aman ne derin bir şiir bu böyle, sanki içine Yusuf düşmüş. Yakında bir kervana rastlarsın da sultanuşşuara falan da olursun sen şimdi!”
Olsun, çok özellikli bir şair olduğumu da fark ettim evladımın sayesinde. Şiir, insanın evladı gibidir, der ya bizim üstadlar, ondan evlat bahsini açtım. Amma niçin evladını paraya değişmek ister üstadlar, sorusu da kafamda paslı bir mertek çivisi gibi durup durur. Neyse şair dediğin biraz kafadan sakat olur zaten. İnsan daha doğmadan da evlat sahibi olabiliyormuş demek ki. Bu özellik az şey mi?
Böylece “Şair olunmaz, şair doğulur.” gerçeğini de sağlam temellere oturtmuş olduk.
Şiir mi?
“Ne şiirler yazdım, zaten yoktular.”
İmza: Şair NÂŞAİR