Lisansüstü tez savunmaları çok eğlencelidir. Sınava giren aday için değil elbette; jüri için. Genellikle yuvarlak bir masanın etrafına biblo gibi dizilirsiniz. Adayı karşınıza alırsınız Garibim, kurbanlık koç/koyun gibidir. Boynunu uzatır size. Nereden hangi saldırı gelecek, kestirmesi mümkün değildir. Yalvaran gözlerle bakar size. “N’olur fazla dövmeyin!” der gibidir bakışları. Siz ha bire bıçağı bilersiniz. Usulen “Rahat ol, sakin ol, biz bizeyiz.” dersiniz ama bunun kuru laftan ibaret olduğunu aday bal gibi bilir.
Savunma başlar. Az önce belirlenmiş jüri başkanı açılışı yapar. Niye toplandığımızı açıklar. Ardından adaya on beş, yirmi dakika süre verir. “Ne yaptın, niye yaptın, ne gibi zorluklarla karşılaştın, bu zorlukları nasıl yendin, teze başladığın andan son noktayı koyduğun ana kadar geçen süreci bize özetle!” gibi cümlelerle adayın konuşma içeriğini yönlendirir. “Tezde yazamadıklarını bizimle paylaş!” der. Bazen de adayın, jüri üyelerini bilimsel çalışmanın mutfağına götürmesini ister. Kimse “Mutfakta ne işimiz var, hocam, canın kaygana mı çekti?” diye sormaz.
Aday söze başlar. Çizilen çerçeve içinde tezini tanıtır. Arada jüri üyeleri konuşmayı bölüp ek açıklamalar isteyebilirler.
Adayın konuşması bitince jüri üyeleri başkanın belirlediği sıra ile saldırıya geçerler. Sağlı sollu yumruklarla adayı sersemletirler.
Aday, sorulan bir soruda bocaladı mı çekeceği vardır. Jüri oradan yüklenir. Surda bir gedik açılmıştır. Jüri üyesi o gedikten içeri ustaca sızar. Adayın bütün direncini kırar. Ardından sırasıyla diğer jüri üyeleri de adaya kum torbası muamelesi yaparlar. Antrenman tamamlandıktan sonra herkes derin bir nefes alır.
Bir savunmanın azami süresi doksan dakikadır. Genellikle doksan dakikada maç biter. Fakat bazen işi abartan jüri üyeleri olur. O zaman süre sınırı kalkar. Yoruluncaya kadar savunma sürdürülebilir. Son söz adayın danışmanı, tez yöneticisi hocaya verilir. Sonuçta o da teze imza atmıştır. Onun da kendini ve öğrencisini savunma hakkı vardır. O da bitince savunma resmen bitmiş olur.
Âdettir: Savunma bittikten sonra adayı ve tabii varsa savunmayı dinleyen misafirleri de dışarı çıkarır, kendi aramızda bir durum değerlendirmesi yaparız. Son hüküm orada verilir. Aday başarılı mı, değil mi? Savunma nasıldı? Üç ay, altı ay sallayalım mı? Affedersiniz, yani uzatalım mı? Üç ay, altı ay daha uğraşsın, tezinin eksiklerini tamamlasın, gerekli düzeltmeleri yapsın, sonra tekrar mı gelsin? Bu konularda benim tavrım çok nettir: Teze bakarım. Yanlışlar esastan mı, usulden mi? Usuldense geçir gitsin. Savunmadan sonra kendisine tanınan bir aylık süre içinde tezini düzeltir ve ilgili enstitüye teslim eder. Ha, yanlışlar esasa ilişkinse kararı esastan bozmak gerekir. O zaman uzatma vermek gerektiği konusunda ısrar ederim. Hani hukukçu değiliz ama bu işlerden biraz anlarız.
Ne yalan söyleyelim; bu uzatma konularında başım çok ağrımıştır. Diyelim ki bir adayı savunma sırasında çok eleştirdim. Ancak eleştirilerimin hepsi usule aitti. O zaman son değerlendirmede tezin geçmesi gerektiğini söylerim. Sonuç uzatmadan yana çıkarsa günah keçisi ben olurum. Çünkü aday, benim eleştirilerimde takılıp kalmıştır; “Tezim geçerdi aslında ama o kıl herifin yüzünden kaldı. Bana bir gıcığı mı var, nedir? Ne yapmaya çalışıyor anlamadım ki.” diye söylenir, yakınır durur.
Ve daha bir sürü burada yazamayacağım kelime ya da cümlelerle sol kulağımı çınlatır. Hâlbuki benim o son değerlendirme bölümünde canımı dişime takarak onu savunduğumu bilse günahımı almamış olacak. Canı sağ olsun. O bilmese de bilen biliyor.
Adayın o heyecan dalgaları içinde unuttuğu bir şey daha vardır: Ben, yüksek lisans tez savunmasıysa üç, doktora tez savunmasıysa beş jüri üyesinden biriyim sonuçta. Benim söylememle iş bitmiyor ki. Bakalım diğer jüri üyeleri ne düşünüyor? Karar oybirliğiyle alınamıyorsa oy çokluğuyla alınıyor. Ben orada dış kapının mandalıyım.
Kimi savunmalara gidersiniz. Bazı jüri üyeleri tezin kapağını açmamıştır. Suya sabuna dokunmayan genel bir iki soru sorar, defteri kapatırlar:
“Tebrik ederim. Çok emek vermişsin. İyi bir tez olmuş. Alanımıza önemli bir katkı sunmuşsun. Başarılarının devamını dilerim.”
Ben bunu hayatta beceremem. İçimdeki kurtlar beni rahat bırakmaz.
İyi mi, kötü mü, bilmiyorum ama bu işlerde çok titiz biriyimdir. Kılı kırk yararım. Tezi baştan sona satır satır okurum. Dipnotlara bakarım, kaynakları tek tek gözden geçiririm. Karşılaştırmalar yaparım, tarihler birbirini tutuyor mu, künye bilgileri tamam mı, didik didik ederim.
Cümlesi, yazımı, noktalaması derken tezi gelincik tarlasına çeviririm. Tez çıktı olarak değil de, Word belgesi olarak geldiyse o zaman da sayfa kenarlarını açıklama notlarıyla doldurur, bir satır boşluk bırakmam. Rahmetli hocam Orhan Okay’dan böyle gördük biz.
Bakın, kendimi övmek için söylemiyorum bunları. Amacım o olsaydı, görev bilincinden, sorumluluk duygusundan, işimi ne kadar önemsediğimden, mesleğime olan saygımdan, bilimsel çalışma ahlakımdan falan bahsederdim. Bahsettim mi? Hayır! Bu biraz işgüzarlık galiba; hatta biraz kıllık. Birçok jüri üyesinin birinci görüşü, hemen bütün adayların da ikinciyi benimsediğinden eminim. Düşüncelerine saygılıyım ama ne yapabilirim? Bu da benim takıntım.
Geçen haftaki savunmada da yine al takke ver külah ön sözden son söze bir sürü eleştiri sıralıyorum. Arkadaşlar lütfedip beni jüri başkanı seçmişler. Açıyorum ağzımı, yumuyorum gözümü. “Şurası olmamış, burası eksik. Bu cümle neden böyle? Bu kelimeyi niye böyle yazdın? Bu kaynak bilgisi yanlış. Şu dipnotla şu kaynak çelişkili vesaire vesaire…”
Diğer jüri üyesi de benden geri kalmıyor. Üçüncü jüri üyesi danışman zaten. Söz hakkını ona veriyorum. “Tespitleriniz yerinde. Düzeltilmesi gerekir.” diyor.
Savunma bitiyor. Adayı dışarı çıkarıyoruz. Aramızda konuşup anlaşıyoruz. Bu sayıp döktüğümüz yanlışlar, eksikler düzeltilebilir. Yani esasa ait değil, usule ait. Tamam mı, tamam.
Sonucu ilan edeceğiz.
“Çağırın gelsin.” diyorum.
Az sonra cevap geliyor:
“Aday kayıp, hocam. Koridorda yok.”
Arıyor, tarıyor, bulamıyorlar. Telefonu meşgul. Nihayet ulaşıyorlar. Binanın dışına çıkmış meğer. On beş dakika sonra salona dönüyor.
Sonucun olumlu olduğunu açıklayıp tebrik ediyorum. Aday şaşkın.
“Şaka etmeyin, hocam, diyor. Kaldım değil mi?”
“Hayır, diyorum, geçtin. Jürimiz tezini de, savunmanı da başarılı buldu.”
İnanamıyor. Ta ki danışmanı cübbesini giydirinceye kadar… O zaman ikna oluyor.
“Hayırdır, diyorum. Az önce nereye kayboldun sen?”
“Hocam, o kadar çok eleştirdiniz ki, tezimi kabul etmeyeceksiniz diye düşündüm. Babamı arayıp “Kaldım, baba!” dedim. “Canın sağ olsun oğlum.” dedi. “Bırak da gel. O senin ayıbın değil, jürinin ayıbı.”
O ayıplı jüri, “bilim uzmanı” unvanına layık gördükleri adayla birlikte lokantanın yolunu tutuyor.