Halamgil, iki ay kadar önce, yevmiyeli mevsimlik işçi olarak pancar çapası için gittikleri Eskişehir’den dönmüşlerdi. Bolca sebze meyve; su tabancası, mantar tabancası gibi oyuncaklar getirmişlerdi bize. Halam, iki buçuk lira da harçlık verdi bana. Büyük, demir bir para. İyi paraydı. Koca bir külah hacıbaba alabilirdim. İki defter alabilirdim. Ezme şekeri alabilirdim. Lokum alabilirdim. Birinci sınıftaydım ama okumayı ilk sökenlerdendim. Belki yeni kitaplar getirirdi öğretmen; iki kitap alabilirdim.
Okulumuzda üç sınıf vardı; dört ve beşinci sınıflar sabahçıydı. Aslında o gün öğleden sonra okula gidesim kalmamıştı fakat gözümüzün üstünde kaşımız olduğu için her gün, en az iki kez sıra dayağı çeken bir öğretmenimiz vardı ve en çok devamsızlık yaptığımızda dayak yerdik, ödümüzü koparırdı. Hiçbir mazeret işe yaramazdı. Sırtladım pazar torbasından çantamı.
Paramı, avucumda sıkı sıkı tutuyordum. Zil çalınca kalabalığa girersem birisi koluma çarpar, paramı düşürmeme sebep olur diyerek arkada kaldım. Herkes içeri girdikten sonra sınıf başkanı olduğumdan, sınıf defterini almak için öğretmenler odasına (müdür de aynı odadaydı) yürüdüm. Kapı açıktı.
-“Gel gel.” dedi Mehmet Öğretmen, -üst sınıflardan birini okutuyordu- “Al şunları. Dikici’ye götür, bir boya atsın. Pençelerini de yenilesin.” Ben:
-“Zil çaldı, defter...” gibi bir şeyler söyledim.
-“Tamam, dedi; derse girme sen. Defteri ben gönderirim. Yüksel Hoca’ya söylerim ben.” Döndü: “Köylü! Bir terlik ver bana yav!”
Köylü, okulun hademesiydi. Çoğu da kendi köyümüzden olan öğretmenler Hamit Emmi’ye “köylü” derlerdi. Biz, hademelik işinin adı bilirdik “köylü”yü. “Okulun köylüsü” derdik.
Dikici, okulun giriş kapısının hemen karşısındaki ayakkabı tamircisiydi. Bacakları felçliydi. O da köyden biriydi.
İttim kapıyı, yavaşça girdim içeri. Sol elim yumruk şeklinde ve hâlâ sıkılı durumda:
-“Mehmet Öğretmen gönderdi. Boyasın dedi. Kepçeleri de yenilenecekmiş.”
-“Otur, dedi Dikici; elimdeki bitsin.”
Dikiş makinası tikitik tikitik ediyordu. Dükkân küçücüktü. Envaiçeşit ayakkabı malzemesi vardı. Keskin bir cila kokusu kaplıydı her yer. Sigara dumanı doluydu. Bir misafiri vardı Dikici’nin. Köşedeki gaz ocağından çay dolduruyordu:
“Sen de içer misin?” dedi.
-“Cık!” dedim.
-“İç len, iç.” dedi.
-“Cık!” dedim. Beklemeye başladım. Duvarda bir takvim asılıydı. Peşin satan, veresiye satan asılıydı. Veresiye satanın ayakları dibinde bir fare vardı. Onun da kulakları büyük geldi gözüme. Raflarda kutular, kutular... Lastik ayakkabılar, üst üste yığılmış ayakkabı altlıkları...
Deri bir önlüğü vardı Dikici’nin. Boya cilaydı her yanı. Boya cilaydı elleri. Yanında gazeteden bir paket vardı. Bir fotoğrafın altında, Bülent Ers yazıyordu. Devamı görünmüyordu.
-“Ver bakalım.” dedi; uzattım ayakkabıları. Söktü altlarını, kazıdı. Derbi sürdü. İçerinin kokusuna derbi kokusu karıştı. Bekledi. Altlıklardan yapıştırdı. Ötekine geçti. Bekledi. Boyadı. Bekledi. Cila sürdü. Parlattı. Bir gazeteye sardı:
-“Al.” dedi. Aldım, kapıya yöneldim. “Hoop, dedi. Parası?”
-“Para vermedi.” dedim.
-“Nasıl vermez? Aç bakalım şu avucunu.” Açtım. Gördü paramı. “Ver şunu ver!” dedi.
-“O benim.” diyebildim. Çayını karıştırıyordu misafir, kaynadı gitti sesim.
-“Kimin oğlusun len sen?” dedi misafir.
-“Galip’in...” diyebildim.
-“Baban da iyi adam aslında, niye böyle yaptın len? Oldu mu şimdi?” dedi. Olmayan neydi ki?
-“Haydi, yürü!” dedi Dikici. Çıktım. Bir iki kez baktım arkama. Yürüdüm. Geldim okula, tıklattım kapıyı.
-“Nerde kaldın?” dedi Mehmet Öğretmen. “Ver bakalım. Aferin. Haydi sınıfına...” Durdum.
-“Param...” diyecek oldum.
-“Yürü len, ders bitecek neredeyse.” dedi. Yavaşça çıktım. Sınıfın kapısını tıklattım; girdim, oturdum sırama aklımı kapıda bırakarak. Akılsız akılsız bakındım öyle. Sessiz film falan gibiydi sınıf. Zil çaldı, öğretmenin hemen ardından fırladım. Müdür odasının kapısı açıktı. Mehmet Öğretmen yoktu. Ağır ağır yürüdüm eve doğru.
Hayatta sanırım kendisi. Görenler, desinler bir zahmet, Hacı Kadirlerin Mehmet Öğretmen’e. İki buçuk lira borcu var bana.
İstiyorum paramı.