Zihnim bir oyunun kurgusuyla allak bullaktı. Durum acildi. Eski öğrencilerim benden tiyatro metni istemişlerdi.
Kaymakamın desteğiyle tiyatroyu hazırlayacak; önce ilçede, ardından turneye çıkıp çevre il ve ilçelerde sahneleyeceklerdi. Büyük sorumluluktu.
Çocuklar (“çocuklar” lafın gelişi, kırk yaşında koca adamlar), bana güveniyorlardı. Bu güveni boşa çıkaramazdım. İyi bir oyun yazmalıydım. Aksiyonu yüksek, mesajı etkili, dili yalın, teması belirgin olmalıydı.
Tema, olay, replikler zihnimde belirip kayboluyordu.
Ramazanın ikinci haftasıydı. Bayrama kadar oyunu bitirip eski öğrencilerime ulaştırmalıydım.
Âdetimdir; farklı camilerde teravih kılmayı severim. İtiraf edeyim, ilk günler cami cami dolaşmamın nedeni, en hızlı imamı bulmaktır. En hızlı imamı bulunca orada karar kılar, ramazanın sonuna kadar o camide teravihe devam ederim.
Yedi cami gezmiştim ve henüz yarım saatin altına düşen imamı bulamamıştım. Öyleyse aramaya devam etmeliydim. Ancak bu arada dikkatli olmalıydım. Çünkü şehrin beş camisinde teravih hatimle kılınıyordu. Hatimle teravihe yakalanmamalıydım.
Her yıl, önceden hangi camilerde hatim var, araştırır; o camilerin yakınından bile geçmemeye çaba gösterirdim.
Bu ramazanda araştırma fırsatı bulamamıştım. Geçen yıl hangi camilerde hatimle teravih kılındığını hatırlıyordum. Bu yıl da öyle olurdu zahir.
Bu akşam Ulu Cami’ye gitmeyi kurmuştum.
Ulu Cami’yi başka türlü severim. Orada kıldığım namazlar, İstanbul’da selatin camilerinde kıldığım namazlara benzer bir duyguyu yaşatır bana.
Heyecanla yola çıktım. Gürcükapı Camii’nin yanından geçerken müezzin “Allahu ekber” deyiverdi. Ani bir karar vermem gerekiyordu. Hemen arabamı durdurdum. Caminin yanına park ettim.
Ulu Cami orada duruyordu; kaçmıyordu ya! Yarın akşam oraya giderdim. Bu akşam nasibimiz Gürcükapı Camii’ndeymiş demek ki.
Usulca indim aracımdan ve camiye girdim. Eski, tarihî bir camiydi.
Namaza başladık. Sünnet, farz son sünnet derken müezzinin “Teravihe niyet!” uyarısıyla kıyama durduk.
İmam “Allahu ekber” deyip namaza başladı. Fatiha’yı okudu. Ardından zammı sureye geldi sıra.
İşte ne olduysa o anda oldu. Zammı sure uzadı da uzadı. Bitmek bilmedi. İmam güzel okuyordu. Güzel okuyordu da, bir türlü bitmiyordu. Neredeyse rükûya gitmeyi unutmuştuk.
İşte o an başıma geleni anladım. Evet, hatimle teravihe yakalanmıştım. Ama nasıl olurdu, geçen yıl bu camide hatimle teravih var mıydı? Hatırlamıyordum.
İmam zammı sureyi okumaya devam ediyordu. O sırada zihnimde dans eden cümleler, kurgulamaya çalıştığım tiyatro metnini oluşturmaya başladı. Şeytan mıydı kaburgama giren? Bari namazda rahat bıraksaydı ya! Namaz dışında cedelleştiğimiz yetmiyor muydu? Namazın içine de sızabiliyor muydu bu densiz?
Replikler uçuşuyordu kafamda. Olay büyüyüp gelişiyor, kişiler ete kemiğe bürünüyor, aksiyon dallanıp budaklanıyor, heyecan doruğa çıkıyor, tiyatro herkesi şaşırtan bir çözümle sonlanıyordu.
Aman Allah’ım! Bir yandan teravih kılıyor, bir yandan tiyatro yazıyordum. Her rekâtta iki sayfa tamamlanıyordu.
Tabii teravihin ne kadar teravih olduğu ayrı bir konuydu ama tiyatro basbayağı tiyatroydu. İyiydi yani. Duygulara da dokunuyordu, düşüncelere de...
Uzatmayayım, yirmi rekât teravihi sağ salim tamamladık. Ardından üç rekât vitir vaciple namazı taçlandırdık. Bu arada benim üç perdelik oyunum zaten bitmişti. Allah her ikisini de kabul etsin.
İmam selam verir vermez ok gibi fırladım, camiden çıkıp arabaya atladığım gibi eve kapağı attım. Bilgisayarımın başına oturdum. Teravih boyunca zihnimde tamamladığım tiyatro metnini klavyeye akıtmaya başladım. İki buçuk saat sonra metin bitmişti. Kırk sayfalık metin hazırdı.
Ertesi gün eski öğrencilerime gönderebilirdim.
Allah’ım, o teravih fesat olmuştur mutlaka. Af dilerim. Ama beni tiyatro yazmam için o camiye gönderen de sensin.
Sana şükürler olsun.