EMEKLİ MEBUSLAR KIRAATHANESİ-altı (Koronazedeler)

Günler birbirini kovalarken Çin’den yayılan korona virüs illeti maalesef bizim de yakamıza bulaşmıştı. Bu konu da bizim mütekait mebusların gündemi olmuştu. Özellikle son yaşanan gıdada tağşiş meselesi yüzünden kıraathanedeki ocaklık kısmı iptal edilmiş ve yine çay-simide dönülmüştü. Ancak kesilen ceza bir hayli yüklüydü. Temel Efendi bu cezayı her ne kadar kasabın üzerine yıkmaya çalışsa da başarılı olamamıştı. Zira kasaba da işlem yapılmış, hem dükkânı mühürlenmiş hem de büyük bir ceza kesilmişti. Temel Efendi cezanın mebuslar arasında para toplanarak ödenmesi için artık baskı yapmaya başlamıştı. Ama kimse şimdilik buna razı değildi.
Virüsün yayılma sebebinin Çinlilerin vahşi hayvanları dahi yemelerinden kaynaklanması da işin tuzu biberi olmuştu. Öyle ya madem onlar kedi, köpek, yılan, yarasa yedikleri için bu virüs çıkmıştı, kim bilir Temel Efendi’nin yedirdiği at, eşek etinden, dahası mutlaka araya domuz da karışmıştır, onlarda ne hastalıklar çıkacaktı. Kıraathanede kimin başı ağrısa Temel’in köftesinden biliyordu.
Bu virüs meselesi gündemdeydi demiştik ya ara sıra tartışmalar o kadar alevleniyordu ki tıpkı mecliste olduğu gibi mütekait olduklarını unutan mebuslar birbirlerine sandalyelerle hücuma bile kalkıyordu.
Müzmin muhalifler virüsün bize İran ve Arabistan’dan geldiğini söyleyip umre ve haccın yasaklanması gerektiğini dile getirince öbür taraf da “İstatistikler hiç de öyle söylemiyor, virüs bize Avrupa’dan bulaştı.” diye itiraz ediyorlar ve “Sizin bu virüsten daha tehlikeli olan müzmin din düşmanlığı hastalığınız yeniden hortladı.” diyorlardı. Tabii işler bazen söylemden eyleme geçince polis müdahalesi bile gerekmişti.
Artık işler ciddileşince toplu oturulan yerler kapatılmıştı. Bizim kıraathane de kapatılma tehlikesi ile karşı karşıyaydı. Durumu gören bazı mebuslar hemen el çabukluğu marifet burayı Emekli Mebuslar Derneği’ne çevirmiş, mevcut meclis yönetimini hemen dernek yöneticileri olarak Dernekler Masası’na bildirmişlerdi. Tabii bu durum bizi ne kadar kurtaracaktı şimdilik bilinmiyordu. En azından kıraathaneden derneğe yükselmiştik. Kapıdaki Emekli Mebuslar Kıraathanesi tabelası da hemen sökülerek yerine Emekli Mebuslar Derneği Genel Merkezi yazan tabela asılmıştı. Tabelada lokal kelimesi dahi kullanılmamıştı.
Alınan tedbirler, piyasadaki hijyen maddelerine yapılan fahiş zamlar, maske sıkıntısı hep gündem oluyor, sürekli basın açıklaması yapılarak işe resmi bir hüviyet de kazandırılıyordu. Tabii kıraathaneden derneğe geçişte Temel çok direnmişti ama baktı ki burası tamamen kapatılacak sonunda o da buna razı olmuştu. Lakin derneğe gelenlerin sayısı da giderek azalıyordu. Birçoğu hastalık bulaşır endişesi ile derneğe gelmekten imtina ediyordu. Derken zorunlu haller dışında 65 yaş üstüne kısıtlama getirilince derneğe gelen sayısında bir miktar artış olmuştu. Zira dışarıda, parklarda oturmak sıkıntılıydı. Nasıl olsa dernek kapalı alan diye buraya doğru bir akım başlamıştı.
Temel Efendi bu durumu lehine çevirmek için çareler arıyordu. Zaten artık eskisi gibi satış yapamıyordu. Gerçi dernekleşince binanın kirasından kurtulmuştu ama sonuçta kazan eskisi kadar kaynamıyordu. 65 yaş üstü yasağı sıkılaşınca derneğe gelenlerin ayağı da bir anda kesilmişti. Tabii bu durumda Temel’in planları da suya düşmüş oluyordu. Sonunda Temel burayı kapatmak zorunda kalmıştı. Zira derneğin tüm üyeleri 65 yaşın üzerindeydi ve çoğu da kronik hastalık taşıyordu.
Aradan bir hafta, on gün geçmişti ki bunca yıldır evde hanımıyla bu kadar zaman birlikte durmamış olan Temel, dayanamayıp kendini derneğe atmıştı. Nereye otursa “Oradan kalk!”, kapı bozuk, ütünün fişi, makinanın sesi, buzdolabının temizliği, evin süpürülmesi derken Temel eve sığamaz olmuştu. Temel’i sabah erkenden oğlu İdris araba ile derneğe bırakıyor akşam geç vakit yine araba ile alıyor, evine bırakıyordu.
O gün Temel dernekte otururken telefonu çalmaya başlamıştı. Arayan eski Rize mebuslarından Celal Şimşek Paşa idi. Celal Paşa aslında buraya pek gelmeyen bir adamdı. Adı gibi sert ve lüzumsuz konuşmaktan hoşlanmayan titiz bir adamdı. Adam tam bir askeri disiplin içinde yaşayan bir kişiydi. Temel onun kendisini aramasına bir anlam verememişti. Ama sonuçta hemşerisiydi. Hemen telefonu açtı:
-“Emredin paşam!” diye sert bir giriş yaptı. Paşa:
-“Temel hemşerim nasılsın, iyi misin?” Temel:
-“Sağlığınıza duacıyız paşam!” Paşa:
-“Eksik olmayasın. Temel bizim orası açık mıdır?” Temel:
-“Paşam malum durumdan dolayı kimse gelemiyor. Arada ben geliyorum saklı gizli.” Paşa:
-“Tamam yahu sen açtığında bana da haber ver. Ben de geleyim.” Temel:
-“Paşam ben şimdi dernekteyim. Gelebilirseniz buyurun.” Paşa:
-“Ya öyle mi? Hemen geliyorum.”
Gerçekten de aradan yarım saat geçmemişti ki Celal Paşa kapıyı çaldı. Temel onu hemen içeri aldı ve kendine demlediği taze çaydan ona da ikram etti. Temel hoşbeşten sonra:
-“Hayırdır paşam? Sizi yel mi atti, sel mi atti? Haçan siz normal zamanda puralara gelmezdiniz ne oldi?” Celal Paşa gayet sert bir şekilde:
-“Sorma Temel kardeşim. Dışarıda korona virüs, evde karı-no virüs. Ömrüm kışlalarda geçti. Koca bir tümen adımı duyunca tir tir titrerdi ama evde kadın bana resmen emir eri muamelesi yapıyor. Sürekli emir, sürekli emir! ‘Oradan kalk, onu yeme, çay içme, suyu ılık iç. Oturma, çorbayı karıştır, salata yap.’ Bu ne yahu?” Temel, Paşa’nın bu sert üslup ile anlattığı mesele karşısında gülerek:
-“Ula paşam senda mi? He o penum kari yok mi Pakize? Ha o da beni içi cünde canimdan pezdurdi. Haçan elümden bir kaza çikmasin deyu kaçtım puraya. Neymuş efendum ‘Evde kal, hayat eve sığar!’ Ula sığmir kardaşum. Kari evi pağa tar getürdi. Bi herif bir kari ile bi eve sığmayi!” Bu esnada Temel’in telefonu bir daha çaldı. Bu kez arayan Reis Zeydan idi. Temel telefonu açtı:
-“Puyur Reisum”
-…..
-“Yok açuk değildur laçin pen puradayum. Nedeceksun oni?”
-….
-“He ula sen da mi? Eh gel bari.”
Aradan bir yarım saat geçmişti ki bu kez Reis Zeydan içeri girdi. O da Celal Paşa’yı görünce şaşırdı.
-“Hayırdır paşam siz de mi?”
-“Sorma Reis Bey ben de kendimi zor attım buraya.”
-“Yahu mirim kafayı yiyeceğim. Kadının çenesi hiç susmuyor. Neymiş yıllardır ev ile ilgilenmemişim, hiç özel bir anımız yokmuş, neden hep okuyormuşum? Bir de kadın, elli sene önce evlendiğimizde neden ona istediği gelinliği almamışım da annemin istediği gelinliği almışım diye oturup ağlamaz mı? Yahu ben değil elli günü, elli dakika önce ne yaptığımı unutuyorum. Bu böyle olmayacak dedim ve buraya kaçtım.”
Reis Bey de elini masaya vurarak:
-“Al benden de o kadar.” dedi ve başladı o da kendi sıkıntılarını anlatmaya. O esnada Temel ha bire telefonlara cevap vermekle meşguldü. Sonra o da onlara katıldı:
-“Reis Bey ha bu boyla olmayi. Arayan arayana. Evde tarlanan ha puraya kaçmak derdünde. Ha puna bir çare pulmali.” Reis Zeydan düşündü düşündü:
-“Sen ne dersin Temel?” Temel’in o an aklına bir hinlik geldi. Fırsat bu fırsattı.
-“Ben deyrum ki ha puraya celen parayi pastirmali!” Reis ve Celal Paşa şaşırmıştı. İkisi bir ağızdan:
-“Temel ne parası?” deyince Temel:
-“Ne parasi olacak ha şu penum ödediğim ceza parasi. Penum bunu çıkarmam lazum da. Puraya celenler aralarinda bu parayi ödasun. Pen da size ha purayi açayim.” Celal Paşa:
-“Temel doğru söylüyor. Şimdi burası riskli bir alan. Evlerde kadınlar dirlik vermiyor. O zaman madem burası huzurlu, bunun da bir bedeli olmalı. Hem parayı sevenler gelemez. Çok kişiyi de kabul etmemek lazım. Ben şahsıma ne düşüyorsa ödemeye hazırım. Yoksa benim karı bana patates, soğan soyduracak. Evi acemi er kışlasına çevirdi. Korona virüsten değil “kadıno virüs”ten geberip gideceğim.”
Reis Zeydan da bu fikri onayladı. Bundan sonra buraya gelecek kim varsa günlük 100 TL ödeyecekti. Bunun karşılığında çay bedava olacaktı. Ama çay da sabah 10:00, öğleyin 14:00’te olmak üzere iki kez demlenecek ve adam başı her seferde iki bardak ile sınırlı olacaktı. Öğle yemeklerini de herkes kendisi evinden getirecekti. Sipariş vermek tehlikeli olabilirdi. Daha ertesi günü Temel’in müşteri sayısı yirmiyi bulmuştu. Derken iki gün sonra bu sayı kırka çıkmış, üçüncü günü ise elli kişi olmuşlardı. Artık kapasite dolmuş sayılırdı. Zira hastalık bulaşma riski de artmıştı.
Temel artık gelen telefonlara “Kapalıyız.” dese de inandırıcı olamıyordu. Sonuçta vardiya usulü çalışma fikri kabul edilmişti. Sabah gelenler öğleyin gidecekti. Aynı anda dernekte yirmi kişiden fazla olunmayacaktı.
Sonuçta bu bile ihtiyacı karşılamayınca bir gelen ancak bir gün sonra gelebilir maddesi eklendi. Sonra da haftada iki gün şartı kondu. Derneğe artık bir kişi haftada iki gün o da ya sabah ya da öğleden sonra olmak üzere gelebilecekti. Ama Temel’in alacağı kişi başı ücreti değişmiyordu. Her gelen yarım günlüğüne de olsa 100 TL ödüyordu. Sadece günlük üç bardak çay bedavaydı. Böylece Temel cezayı çıkardığı gibi yolunu da bulmuştu. Hatta normal günlerde kazanamadığı paraları kazanıyordu. Ancak derneği polis basana kadar...
Bir gün ihbar üzerine polis derneği basmış içeridekilerin her birine Kabahatler Kanunu ile Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’na aykırı hareket etmek ve sosyal mesafe kuralına riayet etmemek suçundan üç bin yüz ellişer lira ceza yazmıştı. Derneği açıp çay ocağı işlettiği tespit edilen Temel gözaltına alınmış; kendisine üç bin yüz elli lira idari paa cezası kesilmiş ayrıca çay kazanına, bardaklara, tabaklara, fincanlara ve yirmi kilo Rize çayı ile on kutu kesme şekere el konulmuştu. Operasyonun ardından derneğin mühürlenmesiyle Temel’in tatlı rüyaları burada son bulmuştu.
Bakalım bu virüs meselesi ne zaman sonlanır, dernek ne zaman açılır şimdilik bilemiyoruz.


Yorumlar - Yorum Yaz