Yetmişli yılların başıydı. Televizyon yeni yeni giriyordu hayatımıza. Hali vakti yerinde olan aileler, bu büyülü aleti büyük paralarla alıp oturma odasının en prestijli köşesine; el emeği, göz nuru dantelli örtülerin süslediği sehpaların üzerine oturtuyorlardı. Her akşam yapılan birkaç saatlik paket yayını büyük bir gururla seyredip program bittiğinde de yine dantelli örtülerle televizyonun üstünü örtüyorlardı. Bu büyülü alete sahip ancak birkaç aile bulunurdu her mahallede.
Televizyonu olmayan evlerdeki çocuklar her akşam yemeği sonrası anne-babalarına yalvarıp yakarırlardı televizyonlu evlere misafirliğe gitmeleri için. Çoğu kez çocukların istekleri yerine getirilirdi. Çünkü anne-babalar için de yeni ve inanılmaz bir şeydi bu. Bir süre böyle devam etti. Peşinden, çocukları bahane eden bir baskı başladı evin reislerine evin anneleri tarafından.
-“Ayol olmaz ki, her gün de televizyon seyretmeye komşuya gidilmez ki!” Anne-çocuk işbirliği, her zaman olduğu gibi kaçınılmaz etkiyi oluşturuyor ve her eve borç ile, taksit ile bir bir televizyon giriyordu. Çatılar irili, ufaklı kollu antenlerle dolmuştu. Her evde önce yemek saatleri dizayn edildi, paket yayın saatlerine göre. Bulaşık saati, çay doldurma saati bile... Sonraları, misafirliğe gitme ve misafirlikten ayrılma saatleri ayarlandı paket programlara.
Televizyonun program süreleri arttıkça misafirliğe gitme sıklığı da azaldı git gide. Evli çocuklar gitmez oldular akşamları, annelerinin, kayınvalidelerinin evlerine. Öyle bir zaman geldi ki ev ahalileri bağımlısı oldu televizyonun.
O günlerin birinde mahallenin çayhanesinde, her gün olduğu gibi, herkes akşam seyrettiği televizyon programlarından söz ediyor, tartışıyordu.
-“Duydunuz mu Almancı Sabri gelmiş? Gelirken de Almanya’dan bir televizyon getirmiş. Bizim hanım “gözün aydın” için hanımını ziyarete gitmiş. Bir de ne görsün, Sabri’nin getirdiği televizyon her şeyi renkli gösteriyormuş.”
-“Nasıl yani?”
-“Nasıl olması var mı? Bildiğiniz renkli işte. İnsanların elbiseleri, ağaçlar, kuşlar, her şey kendi renginde yani.”
-“Allah, Allaaah! Ben de duymuştum Avrupa’da renkli televizyon varmış diye. Ama neyi farklı bizimkilerden acaba?” Oradan, her şeyi bilen Arif konuştu bilgiç bilgiç;
-“Neyi olacak kardeşim, anteni tabi ki!”
-“Anteni mi?”
-“Anteni tabii.”
-“O nasıl oluyor Arif?”
-“Nasıl olması yok kardeşim, anteni renkli. Sizin antenleriniz renkli mi kardeşim?”
-“Yoo, bizimkiler bildiğin gri alüminyum anten.”
-“Hah, bak gördün mü? Senin gri antenin nasıl renkli göstersin, akıl var izan var. Televizyonun renkli göstermesi için, evvel emir antenin renkli olması lazım kardeşim. Daha ötesi yok.”
Bu konuşmaları oturduğu köşeden sessizce dinleyen biri daha vardı: Boyacı Bayram. Bayram, boya ve badana ustasıydı. Çayını bitirdikten sonra sessizce kalkıp çay parasını ödedi, doğru çarşıya indi. Her zaman boya aldığı boyacı dükkanına vardı. En küçük boy yağlı boyalardan bulabildiği her renkten aldı.
Boyacı bu kadar farklı renk boyayı ne yapacağını sormasına karşın, ona kaçamak cevaplar vererek dükkandan çıkıp doğruca eve geldi. Evde her çeşit fırçası vardı. Hanımı telaş içindeki kocasına:
-“Hayırdır Bayram, nedir bu telaşın?” diye sordu.
Bayram kendinden son derece emin ve inanılmaz gururlu bir ses tonuyla:
-“Akşam televizyonu seyredince anlayacaksın hanım.”
Doğruca dama çıkan Bayram boya kutularını tek tek açıp ustalığının bütün inceliklerini konuşturarak antenin her bir çıkıntısını ayrı bir renge boyamaya koyuldu. Tam bu sırada yan komşusu Sıdıka Teyze pencereye çıkmıştı. Sofradaki ekmek kırıntılarını kuşlar yesin diye bahçeye silkerken Bayram’ı gördü:
-“Oğlum Bayram, kolay gelsin. Antenin ayarı mı bozulmuş, onu mu düzeltiyorsun?”
Bayram sesine büyük bir gizem yükleyerek:
-“Öyle Sıdıka Teyze, öyle. Öyle bir ayar veriyorum ki bomba olacak bomba. Yarın gel de seyret benim televizyonu, gör bombayı.”
Sıdıka Teyze pek bir şey anlamadı Bayram’ın konuşmasından, ama başka bir şey de sormadı ve kapattı penceresini.