ŞAİR/YAZAR HABERLERİ/on

Hayriye Ünal: İşlerinin yoğunluğunu öne sürerek Hece’den ayrıldı. Hece Taşları’na geçeceği söyleniyor ama bu sadece söylentiden ibaret. Dergi yönetmeni ile yapmış olduğumuz uzun muhabbet neticesinde Hayriye Hanım’ın Hayriye varupu ile Paris’e gideceğini, geceleri şiir yazacağını yazarken de serbest şiirden heceye geçiş yapmayacağını bildirdiğini öğrendikse de bu haberleri muteber haber kabul etmeyip suların durulmasını bekledik. Uzun süre sessizliğini koruyan Ünal’ın HRT’ye cansız yayında yapacağı açıklamanın el altından sızdırdığı eskizinin hülasası şöyle: “Hüseyin Su’dan aldığım Hece sancağını Ankara Kalesi’nde sallayarak ülkemizin en ücra köşelerinde yaşayan taşralı şair ve yazarlarımızın gönüllerinde dalgalandırmanın onurunu yaşadım. Hani modern şiirimizin ustalarından Yunus Emre: “Mal da yalan mülk de yalan/Var biraz da sen oyalan” demiş ya, ha işte öyle! Bizde oyalandık sayın bayım. Biraz da başkaları oyalansın, şiirimiz mayalansın, öykümüz boyalansın, boyumuz boylansın, soyumuz soylansın demekten kıvanç duya duya ayrılacağım buradan. Hakkımı helal edip etmemek konusunda henüz bir karar veremedim. Benim hakkıma şimdilik kimse müdehale etmesin lakin kalbini kırdığım, yüzümü ekşittiğim, şiirini elimin tersiyle ittiğim şairler vardır mutlaka, asıl onlardan helallik diliyorum.”
Ali Rıza Kaşıkçı: “Filinta Erkek Kuaförü” Otobüsle işe giderken devamlı gözüme batan bir berber dükkanının adıydı. İçimden defalarca ah çekerek “Kırkından sonra azanı teneşik paklar.” düşüncesini aklımın bir yerine koyduğum senenin üzerinden on yedi sene daha geçti. Artık bu yaştan sonra Filinta gibi (güzel ve yakışıklı erkek güzeli) olamayacağımı bile bile her seferinde gayriihtiyari berber dükkanına bakıp kendimi teselli etmeye çalışırken bir de baktım bir sabah masamın üstünde bir Filinta, dergi olarak vaktimize konuk olmasın mı? Derginin alt jeneriğinde de “Gamsız Girilmez” yazısını okuyunca biz de belimize “tüfekten daha kısa, elde taşınabilir, kısa ve yivsiz namlulu, ateşli bir silah”mızı takıp mekandan içeriye daldık. Mekanın sahibi tanıdık çıktı. Öğretmenlikten arta kalan zamanlarını şimşirden kaşık yapan Kaşıkçızadelerden Ali Rıza Efendi ile karşılaştık. Eline bir Zagor baltası almış etrafındakilere şöyle bir tirat okuyordu: “İbrahim devrinin putları bir yerde toplanmış, öyle hareketsizce bekliyorlardı. Yeri belliydi hepsinin. Bir İbrahim çıktığında gidip putları nerede hazır bulacağını biliyordu. Kırılacaklar listesi sabitti. Hem sayısı da azdı. Dört büyükler, yardımcı putlar, yardımcıların yardımcıları...” Sözlerine burada üç nokta ile ara verir vermez (bu dört büyük dediği muhtemelen dört büyük edebiyat dergisi olmalı) Kübra Kaşıkçı, Mehlikâ Tuğba Türküm ablalarımız, Âdem Gümüş, Ali Kocabıyık, Mürsel Kızıltaş ve Osman Aytekin abilerimiz hep bir ağızdan Sezai ağabeyin şu şiirini okumaya başladılar:
“Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz
Bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz
Kadının üstün olduğu ama mutlu olmadığı
Günlere geldim bunu bana öğretmediniz
Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı
Ama yine de eşsiz zulümler işlediği vakitlere erdim
Bunu bana söylemediniz
İnsanlar havada uçtu ama yerde öldüler
Bunu bana öğretmediniz
Kardeşim İbrahim bana mermer putları
Nasıl devireceğimi öğretmişti
Ben de gün geçmez ki birini patlatmayayım
Ama siz kağıttakileri ve kelimelerdekini ve sözlerdekini
nasıl sileceğimi öğretmediniz..”
Derginin içinden de Rahmetli Âsaf Hâlet Çelebi, Abdurrahim Karakoç yattıkları yerden, Yavuz Bülent Bakiler, Bestami Yazgan, Bülent Akyürek, Sinan Terzi, M. Nihat Malkoç, İzzet Irmak, Mahmut Topbaşlı, Bekir Pekel, İbrahim Şaşma, Reşit Güngör Kalkan, Nurullah Genç, Tayyib Atmaca, İzzet Koçak, Mustafa Uçurum, Murat Koçak, Mehmet Baş, Ali Bal ağızlarını ballandırarak “şiirde şiir olmuş ha” dediler. Biz de böyle duyduk böyle haberdar eyledik.


Yorumlar - Yorum Yaz