1960’lı yıllardan sonra doğanların tamamına yakını, 1970’li yıllarda doğanların çoğunluğu ve nihayet 1980’li yıllardan sonra dünyaya gelenlerin de pek azının ayakkabı olarak kullandığı, nihayet 1990’lı yıllardan sonra doğanların ise ancak büyüklerinden hatıra kabilinden ismini duyduğu ayakkabıdır soğuk kuyu ve Gıslavet.
İçi kırmızı astarlısı daha bir albenili olurdu Gıslavet’in. Gerçi bazıları “Cızlavet” diye de telaffuz ederdi ama çoğunluk için kelime “Gıslavet” idi. Bu bir marka ismi olmakla birlikte pahalı lastik ayakkabıların da ortak adıydı neredeyse. Gıslavet ayakkabı da diğerleri gibi kara lastikten mamül olmasına rağmen üzeri parlak olduğundan sanırsınız rugan iskarpin mübarek! Sahi, genelde hali vakti yerinde olanlar ve daha ziyade gosga (süslü) geçinenlerin tercihi değil miydi bu Gıslavet?
Çoğunluğun tercihi daha ucuz olduğundan soğuk kuyu ayakkabı idi. Bizimkisi de aynı türden başkası olamazdı tahmin edileceği üzere. Fakat hemen herkesin soğuk kuyu giyebildiğini de zannetmeyin. Zira sayıları az da olsa kara lastik ayakkabıyı bulamayanlar da vardı. Soğuk kuyunun en ucuzu içerisinde astar olmayan türüydü. Tamamı motorlu araç lastiği gibi siyah renkli ve mat bir görünüme sahipti. Kim bilir belki de hurda lastikten imal ediliyordur. Fakat Gıslavet öyle mi mübarek! Rengi siyah olmasına siyah ancak rugan gibi parlak ve iç çeperi kırmızı astarlı… Kesinlikle hali vakti yerinde olan kişilerin tercih ettiği ayakkabıydı.
Benim hikâyem biraz başka. Bir yıl önce ilkokulu bitirmiş ve 13 yaşına yeni girmiştim. O yıl icarladığımız, yani kiraladığımız 20 dönüm araziye kuru fasulye ekmiştik. Hatırladığım kadarıyla 40 silme (Afşin-Elbistan Ovası’nda bir tür tahıl ve bakliyat ölçeği olup yaklaşık 10,5-11 kg’dır.) kuru fasulye ekilmişti icarlanan yere. Kiralamanın bu türüne 13 parası denilirdi. Tüm ortaklık 50 pay olarak kabul edildiği için yarısı yani 25 parası arazi sahibine geri kalan 25 hisse de diğer iki ortağa pay ediliyordu. Her birine 12,5 oranında pay düşmesine rağmen, yarım tüme tamamlanıp “Falan, filancanın tarlasını filan ile birlikte 13 parasına icarlamış.” denilirdi bu durumu anlatmak için. İcarladığımız arazinin sulanmasında kullanılan su da kaynağı ta Tanır kasabasında bulunan Ayrandede’den çıkıp çevre köyleri geçtikten sonra Çoğulhan’a ulaşan Beylik Arkı adlı toprak kanaldan alınırdı.
Temmuz ayında yani havaların iyice ısındığı ekinlerin yettiği günlerdeydik. Belki de gün dönümü yaklaşmış yahut gelip geçmişti tam olarak bilemiyorum Tarlada ekili fasulyeler çiçek açmaya başlamıştı ve bunların aksatılmadan sulanmaları gerekiyordu. Toprak yer yer yarılmış ve ekinler susuzluktan kavrulmuş vaziyette suyun yolunu gözlüyordu adeta. Sulama sırası bizim araziye ne zaman gelecek diye sabırsızlanıp duruyorduk. Zira arazilerdeki ürünlerin sulanması belirli bir düzen içerisinde sıralı olarak yapılıyordu.
Nihayet ertesi gün sulama sırasının bizim tarlaya geldiğini komşudan öğrenmiştik. O sabah erkenden diğer ortağımız Galip Abi ile birlikte tarlaya doğru yola çıktık. Tarlaya vardığımızda henüz komşunun arazisinin sulanması tamamlanmamıştı. Ancak, öğleye doğru sıra bizim tarlaya gelecekti. Bu arada gâh ağaç gölgesinde gâh arazi içerisinde dolaşıp sulama vaktinin bize gelmesini bekliyorduk. Bu arada yanımızda getirdiğimiz azığı öğlen yedik. Yemeğin etkisiyle gözlerime uyku bastırıyordu. Ancak arazide yılan çıyan olduğu için uyumaya çekiniyorum. Zira büyüklerimizden, tarlada uyuduğu için ağzından yılan girenlerin hikâyelerini dinlerdik uzun kış gecelerinde soba başlarında.
Nihayet öğle ezanı okunmaya başladığında, toprak arktan suyu bizim araziye doğru çevirdik. Tabii hava sıcak olduğu için yarılan toprak gelen suyu adeta içiyordu. Bu sebeple suyun evlek içerisindeki ilerlemesi de haliyle yavaş oluyordu.
Ayağımdaki soğuk kuyu ayakkabı ile tarlanın sulanan kısmında bata çıka zor ilerliyordum. İki de bir, bir ayağım çamurun içerisinde kalıyordu. Ayağımı çamurdan çektiğimde ayakkabımın ayağımda olmadığını görüyordum. Bu arada toprağın henüz su değmemiş kısımları bir hayli ısınmıştı. Isınmak ne demek adeta yanmış vaziyetteydi. Öyle ki adeta kızgın bir demir yahut ateşteki sac üzerine basıyormuşum gibi ayağım yanıyordu.
Bir müddet sonra ayakkabıları çıkartıp tarlanın kenarında ağaçlardan birisinin altına bıraktım. Akşama kadar elimde kürekle arazinin bir orasına bir burasına gidiyor, su değmemiş kısım kalmaması için evlekler içerisinde çalışıyordum.
Nihayet gün batımına gelindiğinde yatsı vaktine kadar işimizin biteceğini gözümüz kesiyordu. Havanın serinlemesiyle suyun sıcaklığı da yavaş yavaş düşüyordu. Bu arada öğle vaktinden beri ayaklarım suyun içerisinde olduğu için iyice yumuşamış vaziyetteydi. Ayak tabanlarıma yerde bulunan taşlar ve çalı çırpı batıp canımı acıtıyor.
Nihayet işimizin sona ermesiyle kıyafetlerimizi düzeltip kasabaya doğru yönelecektik. Lakin o da ne! Ayakkabımı hangi ağaçın altına bıraktığımı hatırlamıyordum. Acaba şu selvinin mi, yoksa bu kavak ağacının mı, yok yok o da değil sultan söğüdünün altına mı bıraktım diye defalarca tüm ağaçların altına el yordamıyla bakıyordum. Gecenin zifiri karanlığında elbette elimizde fener ya da ortamı aydınlatacak başka bir cihaz da yoktu. Zira ortalık karanlık, gökyüzü bulutlu olduğu için havada ne ay ne de tek bir yıldız görünüyordu. Öte yandan yorgunluğun etkisiyle adeta uykuya yenilecek hale gelmiştim. Evden yaklaşık 4 kilometre uzaktaydık. Bu yorgunlukla ayakkabım ayağımda bulunsa bile en erken 1 saatte kasabaya varabileceğimi düşünüyordum. Oysa biz iki kişiyiz ve tek bir çift ayakkabımız vardı.
Çaresiz Galip Abi ile yola koyulduk. Ayakkabıları beşer onar dakikada bir değişerek sırayla giyiyorduk. Ayakkabı benim ayağıma en az iki numara da büyüktü. Üstelik ayakkabımla çoraplarımı aynı yere bıraktığım için ıslak ayaklarım giydiğim ayakkabının tabanını da kaygan hale getiriyordu. İşte gecenin bir vaktinde iki kişiye bir çift ayakkabı ile ben diyeyim bir saat siz deyin iki saat sürmüştür bu yolculuğumuz.
O gece evimize geldiğimde adeta tüm dünya benim olmuştu. Elimi ayağımı yıkadıktan sonra bir güzel uyumuşum. Bu uykudan daha tatlısını inanın bugüne dek görmedim dersem fazla abartmış olmam.