BİR ÇİFT ERMENEK BİR KİRİŞTEK-talip kaz

Anadolu’nun ücra bir köyünde yaşıyordu Mehmet Efendi. Hanımı komşu köyden ve uzaktan akrabaları Nezihe Hanım’dı. Yörük bir aileye mensuptular. Göçebe bir hayatları vardı. Birkaç baş inek, bir iki at, bir eşek ve kırk-elli kadar da kıl keçileri vardı. Geçimlerini bu hayvanların etinden, sütünden istifade ile sağlarlardı. Bazen keçilerinden kırptıkları kılları eğirerek çullar, kıl çadırlar yapar, bazen ineklerden elde ettikleri çökelek, süt ve tereyağını satarlar, kendi hallerince geçinip giderlerdi. Mehmet Efendi ile Nezihe Hanım’ın üçü kız, beşi oğlan sekiz evlatları vardı. Bir de kendilerini sayarsak tam on kişilik bir çekirdek aile idiler. Kâh dağların yamaçlarında, kâh akarsuların kenarlarında kıldan çadırlarını kurarlar, alabildiğince doğal bir ortamda kıt kanaat geçinip giderlerdi. İhtiyaçları halinde evin reisi Mehmet Efendi büyük oğlu Şahin’i de yanına alır, bir gün önceden yıkanıp kurutulan kara şalvarlarını giyirler en yakın kasabaya alışverişe giderlerdi. Kara şalvarın altına aksesuar olarak bir de kara Ermenek oldu mu çok güzel uyum sağlarlardı. Ermenekleri de yola çıkmadan önce iyice yıkar kuruturlardı. Boya istemezdi, fırça istemezdi . Kara şalvar ve kara Ermenek üzerine bir de beyaz mintan giydin mi tiril tiril olur, Paris moda haftalarının kreasyonları bu giyim şeklinin yanında halt ederdi.
Mehmet Efendi’nin en küçük oğlu altı yaşındaki Halil idi. Gerek kendileri gerekse ailenin tüm efradı Halil’i “son kesen” diye daha ayrı bir severdi. Tatlı, esmer, şirin bir çocuktu. Kendine has şivesiyle konuşmaya bir başladı mı herkes pür dikkat kesilir onu dinlemeye başlardı. Hoş pelteksi bir konuşması vardı. Evin neşe kaynağı idi. Bazen büyümüş de küçülmüş dedirten tavırlarıyla ortama ayrı bir neşe katardı. Babasının yanında Yusuf Peygamber nasıl idiyse, Halil de babası Mehmet Efendi’nin gözünde öyle idi. Kasabaya inecekleri zaman Nezihe Hanım ihtiyaç listesini Mehmet Efendi’nin eline tutuşturmasına rağmen, Mehmet Efendi çadırdan ayrılmadan önce mutlaka Halil’i kucağına alır: “Söyle bakalım Halil’im, baban sana neler alsın, canın ne istiyor koçum?” diye özel olarak onunla ilgilenmeden yola çıkmazdı.
Halil, abileri ile keçi gütmeyi, onlarla dağların yamaçlarında gezmeyi, keçileri yola düşürmeyi çok severdi. Hele de yavrulama dönemi gelince yavru oğlakları kucağına alır, öper koklardı. Ayağında mavi bir plastik patik vardı. Üzerinde rengi solduğundan kiremit kırmızısına dönmüş, kol uçları biraz dağılmış, ince örgülü bir kazak; altında ise boyuna uygun dikilmiş bir küçük kara şalvcarcık vardı. Siyah dalgalı saçları, kara zeytin gibi gözleri, uçuk dudakları, kirpik kirpik gözleri, minik elleri ve minik ayakları ile hayatın koşturmacası içerisinde her şeye rağmen yer bulmuş, şanslı bir çocuk görüntüsü arz ediyordu. Yani anlayacağınız Türk filmlerindeki gibi “fakir ama mutlu”ydu.
Halil’in giydiği plastik patik dere tepe gezmelere pek dayanmıyor sık sık bir yerlerinden yırtılıyordu. Abileri daha evvel işe yaramaz duruma gelmiş farklı renkteki patiklerin parçalarını, közde iyice kızdırdıkları maşa ile eritir, yırtık patiği yamarlardı. Halil’in ayağındaki mavi renkli patikte neredeyse dört beş tane yama göze çarpıyordu. Patikleri yamalıydı ama her zaman mutluydu küçük yörük Halil.
Halil’in babası Mehmet Efendi Ramazan Bayramı’na birkaç gün kala eşi Nezihe Hanım ve evlatları için kasabaya inmeye karar verdi. Herkesde bayram yaklaştığı için ayrı bir heyecan vardı. Mehmet Efendi, hanımına bir ihtiyaç listesi hazırlamasını Şahin ile kendisinin Ermeneklerini, kara şalvarlarını ve beyaz mintanlarını yıkayıp asmasını söyledi. “Yarın atlarla kasabaya doğru gidip bayramlık ihtiyaçlarımızı alalım.” dedi.
Bu haber üzerine çocuklar heyecanla ihtiyaç listesine kendi isteklerini de yazdırmak için annelerinin başına üşüştü. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Birisi: “Ana, babam bana balon da alsın. Ana babam bana oyuncak sulu tabanca alsın.” Bir diğeri: “Ana bende pembe bir bluz istiyorum.” Bir diğeri: “Papatyalı fistanlık istiyorum.” derken ortalık bir anda cümbüş alanı gibi oluverirdi. Sadece Halil bu kalabalıktan biraz uzaktı. Çünkü babasının yola çıkmadan önce kendisine özel olarak ne istediğini soracağından emindi.
Ertesi günü Mehmet Efendi ve büyük oğlu Şahin kahvaltıdan sonra atlarına semerlerini vurup heybelerine de arpayla karışık biraz saman koydular. Ayaklarında kara ermenek, kara şalvar ve üzerlerinde beyaz mintanla sanki aynı sahneye çıkan tek tip sanatçı görünümünde idiler. Mehmet Efendi tıraşını olduktan sonra zeytin yağı ile palabıyıklarını iyice bir şekillendirip burarak ve hafifçe öksürerek Halil’i yanına çağırdı.
-“Halil koçum gel bakalım yanıma.” dedi.
Halil zaten bu anı bekliyordu. Yerinden bir mızrak gibi fırladı ve kendini babasının kucağına attı.
-“İşte geldim babaaa!” dedi. Babası:
-“Halil’im söyle bakalım baban sana bayramlık neler alsın?” dedi.
Halil heyecanla:
-“Baba bana bayramlık Ermenek al. Patiğim iyice yırtıldı. Her tarafında yama var. Kayalık yerlerde, dikenli yerlerde gezerken ayaklarıma çalılar, dikenler batıyor. Hem de keçilerin yönünü çevirmek için hızlı koşamıyorum.” dedi.
Bu arada gözleri babasının ayağındaki Ermeneklerde idi.
-“Ben de büyüyünce senin gibi kocaman bir Ermenek, kocaman bir şalvar ve böyle kocaman bir beyaz mintan giymek istiyorum. Ben de senin gibi ata binip kasabaya gideceğim büyüyünce.” dedi.
Bu olaya şahit olan tüm aile hep birlikte anlaşmış gibi gülüşüverdiler.
Mehmet Efendi o gün akşama doğru çadıra döndüğünde atların semerlerinin etrafı poşetlerle dolu idi. Sanki bir çerçi gelmiş gibi bütün aile atların başına üşüştü. Halil’de ise apayrı bir heyecan vardı. Kasaba yolunu gören yakındaki tepeliğe sık sık giderek babasının yolunu gözleyip durmuştu gün boyunca. Hayalinde pırıl pırıl kara bir Ermenek tütüyordu. İşte o an nihayet gelmişti. Nezihe Hanım çocukların yardımı ile yükleri attan indirdikten sonra, Şahin de yol yorgunu olan atları sulayıp geri döndü. Çocuklar analarının başına üşüşürken Halil’in gözü babasında idi. Babası bu durumu bildiği için elindeki bir poşeti göstererek:
-“Gel bakalım Halil’im, minik koçum benim.” dedi. Halil koşarak babasına sarıldı:
-“Baba benim Ermenek’imi aldın değil mi, bu saate kadar evden hiç ayrılmadım ne zaman geleceğini bilmediğim için.” dedi.
-“Ne ermeneği oğlum, sana güzel bir kiriştek aldım. Düz yerlerde fırıl fırıl döndürürsün artık.” dedi. Halil’in yüzü birden ekşidi:
-“Baba ben Ermenek istemiştim ki… Kiriştek istemedim ki…” dedi ağlamaklı bir şekilde.
Dudakları büzülmüş, gözleri kısılmaya başlamıştı. İki de bir burnunu çekiyor ağlamaya hazırlanıyordu sanki. Yanakları pancar gibi kızarmış, saçları rüzgârda bilinmez duygulara doğru sessizce dalgalanıyordu. Mehmet Efendi, Halil’e poşetten çıkardığı kirişteği uzattı. Halil elini dahi uzatmadı. Büyük bir hayal kırıklığı yaşıyordu. Boynu bükük bir halde ellerini birbirine kavuşturmuş bir suçlu gibi kenara çekilmişti. Bir dediğini iki etmeyen babası ona hem de bir bayram öncesi çok arzu ettiği kara Ermenek’i nasıl da almamıştı. Bu duruma hiç inanası gelmiyordu küçük yörük Halil’in.
Babası, Nezihe Hanım’a seslendi:
-“Hanııımmm indirdiğiniz eşyalar arasında kara bir poşetin içerisinde gasteye sarılı bir şey olacak. Onu bana salsana” dedi.
Halil’in birden gözleri ışıldadı. Yoksa, yoksa bu bir şaka mıydı?
Abisi Necdet, babasının istediği poşeti alıp getirdi. Babası da direk Halil’e uzattı:
-“Aç bakalım oğlum ne varmış bunda bir bakalım.” dedi.
Halil poşeti bir çırpıda bir kenara atıp alelacele poşetin içerisindeki gazeteyi parçalamaya başladı. Heyecandan dilini ısırıyordu farkında olmadan. Aman Allah’ım gazetenin içinden bir çift pırıl pırıl kendi ayaklarına uygun kara bir Ermenek çıkıvermişti. Bir anda sevinç çığlıkları atmaya başladı. Az önceki üzgün halinden eser kalmamıştı:
-“Baba, babacığım benim… Çok sağ ol baba kocaman sağ ol.” dedi sevinçle.
Hemen ayağındaki yamalı plastik patikleri çıkartıp yeni Ermenek’lerini giydi. Ayağına şıkı gibi oturmuştu. Giyer giymez kıl çadırın önündeki alana doğru hızla koşmaya başladı. Hopluyor, zıplıyor, yuvarlanıyor, sevinçten uçuyordu. Babasından hayatının en anlamlı hediyesini almıştı. Bir anda koşarak geri çadıra döndü. Artık çok daha rahat koşuyordu. Babasının aldığı ikinci hediye aklına gelmişti: kiriştek.
Kirişteğini alıp koşarak çadırdan geri dışarı çıktı. Çadırın önündeki az otlu düz bir bölgedeki otları elleriyle söküp iyice temizledi ve yeni Ermenek’leri ile toprakları, otları ayakları ile bir kenara itti. Bir metrekare kadar yer düzlemişti bir çırpıda. Hemen kirişteğini ipi dolayıp hazırladığı toprak düzlüğe fırlattı. Kiriştek dönüyor, etrafında Halil de geniş daireler çizerek mutluluktan dönüyordu. Bugün Halil’in en mutlu günüydü kendini bildi bileli. Babası ona çok istediği Ermenek’i almakla kalmamış üstüne bir de kiriştek almıştı. O gece Halil, kara küçük Ermenek’lerini göreceği şekilde yatağının başı ucuna koymuş, kirişteğini de yastığının altına sokmuştu. Gözleri Ermenek’lerdeydi. Yarın abileri ile keçi gütmeye gittiklerinde derelerde, kırlarda nasıl cirit atacağını, keçileri nasıl çevireceğini, köpekleri Varak ile nasıl yarışacağını hayal ederek sevinç içinde geceye yumdu gözlerini. Ertesi günü herkes erkenden kalkmış kahvaltı sofrasında buluşmuştu. Nezihe Hanım kızlarıyla keçi ve inekleri sağmış, kahvaltıyı hazırlarken diğer evlatlar da atları, inekleri yemlemiş, keçileri gütmek için hazır hale getirmişlerdi. İnekleri bugün gütmeye çıkartmayacaklardı. Gidecekleri yer biraz uzaktı çünkü. Halil de tüm heyecanıyla sofradaki yerini almış bir an önce abileriyle keçileri gütmeye gitmek için sabırsızlanıyordu.
Kahvaltıdan sonra Halil ve iki abisi köpekleri Varak da dahil olmak üzere keçileri önlerine katarak yola koyuldular. Birçok keçinin boynunda ormanda kayboldukları zaman bulunmaları için çıngıraklar asılıydı. Halil yola çıkarken kirişteğini de özellikle yanına almış şalvarının cebine koymuştu. Şalvarının cebinin kiriştekten dolayı kabarmış olması Halil’e ayrı bir zevk veriyordu. Arada elini cebine sokarak kiriştiğine dokunuyor ve bundan büyük bir haz duyuyordu.
Anaları azık olarak sabahleyin kahvaltıdan artan peynirden, çökelekten başka haşlanmış yumurta, ayran, yufka ekmek, yeşil soğan koymuştu. Bayrama üç gün vardı.
Nezihe Hanım büyük kızı Elif’e seslendi:
-“Kızım kazana su doldur da altını yak. Bugün giysileri ve çulları, yatak, döşek, minder kılıflarını iyice yıkayalım. Bayramda akrabalar bize uğrar. Her şey tertemiz olsun bayram öncesi.” Elif:.
-“Tamam ana ben kazana su doldurur altını yakarım. Siz de Cahide ile kılıfları sökmeye başlayın işim bitince birlikte devam ederiz diğer işlere.” dedi. Remzi ile Hayri azıklarını eşekleri Karadonlu’nun üzerindeki heybeye koymuşlar ve yola revan olmuşlardı. Bugün Kekikli Yar dedikleri bölgede güdeceklerdi keçilerini. Kekik yiyen keçinin eti daha lezzetli olur diye her yıl bir iki haftalığına, uzak da olsa o bölgeye giderlerdi. Yarlarla dolu, sarp yamaçları olan düzlüğü az bir bölgeydi. Sık sık uçurumlar göze çarpar bazen korku verirdi oralarda dolaşan insanlara. Yamaçların tepelerinde kartallar uçuşur, düzlüklerinde ise keklikler uçuşurdu. Halil buraya ilk defa gidecekti. Onun derdi yolun uzunluğu veya bölgenin tehlikeli oluşu değil, yeni kara Ermenek’leriyle dağlarda keçilerin ardında koşturmak ve fırsat bulursa da kiriştek döndürmekti. Bugün ilk defa o eski, yamalı patiklerden kurtulmanın zaferini dağlarda koşarak kutlayacaktı. Çok mutluydu.
Gidilecek bölge keçilerle yaklaşık olarak iki-üç saat kadar sürüyordu. Abileri Remzi ve Hayri’nin geçtiği yollardan şimdi Halil de geçiyordu. Remzi ve Hayri gidecekleri bölgeyi çok iyi biliyorlardı. Halil’i fazla yorulmasın diye Karadonlu’nun üzerine bindirmek istediler. Çünkü yol çok uzundu. Ama Halil binmeyi kabul etmedi. O saatlerce yürümek yeni Ermenek’inin tadını çıkarmak istiyordu. Yeni Ermenek’leriyle koşarken çıkan tozlar havaya dağılırken, Halil’in neşesi de dalga dalga etrafa yayılıyordu.
Üç saat kadar sonra Kekikli Yar bölgesine ulaştılar. Remzi ile Hayri her geldiklerinde altında mola verdikleri büyük çamın altında konakladılar. Saatlerdir yol yürüdüklerinden ayaklarına kara sular inmişti. Keçiler sanki sayfiye yerine gelmiş gibi kayalıkların üzerlerinde cirit atmaya, burcu burcu kokan kekikler arasında yayılmaya başladılar. Çıngırak seslerinden nerede oldukları hemen belli oluyordu. Abileri Halil’i de yanlarına alıp biraz çamın gölgesinde uyuyalım dediler. Keçilere köpekleri Varak göz kulak olacaktı bu arada. Varak yerinde duramıyor keçilerin etraflarını bir bekçi edasıyla dolaşıp kontrol ediyordu. Bu durum Remzi ve Hayri’ye ayrı bir güven veriyordu.
“Bu rahatlıkla hiç olmazsa bir yarım saat kestirelim. Havalar da sıcak zaten. Uyanınca keçileri bir kontrol eder azıklarımızı çıkartır yemeklerimizi yeriz.” diye konuştular.
Halil’e kalsa hiç uyumak istemiyordu ama küçük bedeni bu yorgunluğa daha fazla dayanamadı ve yere serdikleri şiltenin üzerine abileri ile birlikte ayaklarındaki Ermenek’lerini dahi çıkartmadan uzandı. Az sonra üç kardeş öğle vaktinin sıcaklığı içerisinde büyük çamın gölgesinde uyuyakaldılar.
Aradan yirmi dakika bile geçmeden köpekleri Varak’ın havlaması ile uyandılar. Aslında Varak asayişin berkemal olduğunu bildirmek için havlamıştı ama kardeşler yine de her ihtimale karşı kalkmak zorunda kaldılar. Remzi küçük kardeşi Hayri’ye keçileri bir kontrol etmesini söyledi:
-“Ben de sen gelene kadar sofrayı hazırlarım. Halil’i de sofrayı hazırlayınca kaldırırız.” dedi.
Remzi yavaş yavaş heybeden azıkları çıkarıp sofrayı hazırlamaya başladı. Anasının azık olarak koyduğu bütün yiyecekleri sofraya koydu. Haşlanmış yumurtaları, patatesleri soydu, dildi, üzerlerine tuz ve kırmızı toz biber attı. Ayranları taslara koydu. Bu arada Halil’i dürterek:
-“Halil kalk bakalım, yemek yiyeceğiz, hadi kalk artık.” diyerek sesledi.
Halil gözlerini ovuşturarak kalktı. Az sonra Hayri de keçileri kontrol edip geri dönmüştü. Korkulacak bir şey yoktu. Keçiler tahmin ettiği yerlerde yayılıyordu. Birlikte sofraya oturdular ve “Bismillah” diyerek yemeklerini yemeye koyuldular. Bu arada Varak’a bir parça ekmek vermeyi de ihmal etmediler. Öğle yemeğinden sonra Remzi ile Hayri sırası ile keçileri kontrole çıktılar. Bir ara Halil de abilerine özenerek:
-“Remzi abi bu defa da keçileri ben kontrol edeyim ne olur.” diye yalvardı. Gerek Remzi gerekse Hayri, Halil’in bu tür isteklerine hep olumsuz cevap veriyorlardı.
-“Bizimle gelirsen gel. Ama yalnız başına olmaz bu iş Halil. Buralar hep yar dolu. Allah korusun ayağın bir kaysa seni ta uçurumun dibinde zor buluruz. Buralar çok tehlikeli senin için.” diyerek onun bu tür isteklerini olumsuz karşıladılar.
Remzi bir ara tuvalete çıkacağım diyerek oradan uzaklaşınca biraz daha yufka yürekli olduğunu bildiği Hayri abisine yalvarmaya başladı Halil.
-“Hayri abi, ne olur benim tek başıma keçileri kontrol etmeme izin ver. Bak ben de büyüdüm artık. Hem yeni Ermenek’lerim de var. Ayağım da kaymaz bir yerden. Haydi Hayri abi, Remzi abim gelmeden gidivereyim ne olur.” diye yalvardı.
Bu ısrar karşısında yufka yürekli olan Hayri daha fazla dayanamadı:
“Varak’ı da yanına al öyle git. On dakikaya kadar yakındaki keçileri bir kontrol et gel, tamam mı?” diyerek onu yolladı. Remzi abim de gelirse “Az ilerde Varak’la oynuyorlar.” derim diye geçirdi içinden. Aynen de öyle yaptı. Remzi geri döndüğünde Halil’i göremeyince ilk işi:
-“Halil nerede?” diye sormak oldu. Hayri:
-“Az ileride Varak’la oyun oynuyorlar. Biraz düzlük yerde kiriştek döndürmek istiyormuş.” dedi. Halil ise abisinden izini koparır koparmaz yarlara doğru koşturdu. Varak da ardından koşturuyordu. Ayaklarındaki Ermenek’le uçuyordu sanki Halil. Bir ara bir yarın başında durdu hafif geri çekilerek aşağıya doğru baktı. Aşağıda sıra sıra çınarların arasında güzel bir nehir, gümüş bir yılan gibi kıvrılarak akıyor. Zaman zaman abileri patika bir yoldan aşağıya iner ve hem pınar suyu içerler hem de keçileri sularlardı. Yarın başında ufak bir düzlük alan olduğunu görünce hemen aklına cebindeki kiriştek geldi Halil’in. Yarın başında olduğunu falan unuttu ve cebinden kirişteğini çıkartarak bu düz alanda çevirmek istedi. Cebinden çıkardığı kirişteğin ipininin bir ucunu şehadet parmağına bağlayıp geri kalan bölümünü kirişteğe iyice doladı ve düz alana doğru fırlattı. Kiriştek hızla dönmeye başladı. Halil sevincinden hiçbir şeyi fark etmiyordu bile. Bir ara dönen kiriştek düz alanda bulunan bir kaya çıkıntısına değdi ve yönünü değiştirerek hızla uçuruma doğru yöneldi. Halil kirişteğini almak için ani bir hareketle bir iki adım attığında ayağını bir kayaya çarptı ve dengesini kaybederek uçurumdan yuvarlanmaya başladı. Düşerken de:
“Babaaaa... Babaa… Baa... Baa.!” diye bağırıyordu zavallı Halil’cik. Halil’in kayadan düştüğünü gören Varak yüksek sesle havlamaya dikkat çekmeye çalıştı. Varak’ın acı acı havladığını duyan Remzi ve Hayri yerlerinden aniden fırlayıp köpeğin sesinin geldiği yöne doğru hızla koşturmaya başladılar. “Aman Allah’ım, eyvah! Halil’e bir şey mi oldu yoksa.” diyerek korkarak koştururken bir yandan güçleri yettiğince acı içerisinde “Halill... Halilll!” diye bağırıyorlar, fakat bağırmalarına karşılık hiç bir cevap alamıyorlardı. Yüz metre kadar sonra köpeğin havladığı yarın başında idiler. O kısa süre içerisinde sanki ölmüş ölmüş dirilmişlerdi. Sonucu onlar da bilmiyor, varlık ve yokluk gibi yaşamakla ölmek çizgisinin bir anına şahit oluyorlardı şimdi. Yardan aşağı baktıklarında aşağıdan yukarıya doğru bir toz bulutunun yükseldiğini gördüler. Orada öylece bir heykel gibi donakaldılar. Korktukları şey başlarına gelmişti.
“Halil, Halil’im, gardaşım!” diyebildi Remzi titrek bir ses tonuyla. Hayri’nin nutku tutulmuştu sanki. Bir kelime dahi edecek mecali yoktu. Kardeşi Halil’in yardan düşmesinde kendini suçlu hissediyor, için için kendini yiyip bitiriyordu. Varak bir o yana bir bu yana acı ile koşturarak havlayıp duruyor, yerleri kazmaya çalışıyor, arada bir uçurumun ta ucuna kadar varıp sanki atlayacak gibi duruyordu. Keçiler ise çıngırakları öte öte tüm bu olanlara bir anlam veremiyor afiyetle kokulu kekiklerden yemeye devam ediyorlardı.
Remzi bir an kendini toparladı:
-“Hayri köpeği burada bırak keçilere bakadursun. Sen patika yoldan eşeği aşağı uçurumun dibine pınarın başındaki çınarın oraya indir. Ben hemen aşağı iniyorum geç kalma bir an önce çadıra yetiştirelim Halil’i. İnşallah sağ kalır. İnşallah Allah bize bağışlar. Daha sonra sen keçileri bekletmeden bir an önce toparlar çadıra dönersin.” dedi.
Hayri “tamam” bile diyemedi, yüzü kızarmış ve kan ter içerisinde derin derin soluyordu. Kendini çok suçlu hissediyordu.
Büyük çamın kenarındaki eşeği almak için koşturdu. Remzi ise kestirme patika yoldan aşağı, çalılara tutuna tutuna koşturarak ırmağa doğru iniyordu. Bu arada içinden bildiği tüm duaları okuyordu. On dakika geçmeden aşağıya ırmağın olduğu vadiye inmişti. Koşarak Halil’in düştüğü yere vardı. Gördüğü manzara karşısında donakaldı Remzi. Küçük Halil’in kafası kayalara çarparak ezilmiş kolları, ayakları kırılmıştı. Bir et yığını gibi kan revan içerisinde bulunuyordu küçücük bedeni. Remzi, Halil’i kucağına aldı: “Halil, Halil, gardaşım ne olur ölme Halill!” diye bağırıyordu. Halil’in vücudu daha sıcaklığını koruyordu. Remzi, kardeşinin yüzünü öperken kaşlarından sızarak süzülen kan ılık ılık yanaklarına değiyordu. Tam düştüğü yerde kendisinden önce düşen kiriştek tozlanmış bir halde orada duruyordu. Halil’in ayağındaki Ermenek’lerden birisi düşerken ayağından fırlamış ve kayalardaki bir çalıya takılıp kalmıştı. Bu arada sağ şahadet parmağında, kirişteği döndürmek için doladığı ip hâlâ takılı duruyordu. Remzi, kardeşini öpüyor, kokluyor fakat bir cevap alamıyordu. Irmağın kenarında bir aşağı bir yukarı koşturuyor:
-“Hayri… Hayri... Nerede kaldın, çabuk getir şu eşeği!” diye bağırıp duruyordu.
Halil’in küçük bedeni bunca çarpmaya dayanamamış ve oracıkta ölüvermişti. Nabzının atmadığını anlayan Remzi kucağında Halil ile birlikte çöktü kaldı, hıçkıra hıçkıra yüksek sesle içten içten ağlamaya devam etti. İstemeyerek de olsa kardeşinin düştüğü yere doğru başını şöylece bir kaldırıp baktı. Gördüğü manzara onu daha da yıktı. Çünkü kayaların tam da ortasındaki bir çalının başında Halil’in ayağından fırlayan küçük kara Ermenek’in takılıp kalmış olduğunu görüverdi. Yüreği bir kez daha yandı bir köz gibi. Bir Halil’in ayağındaki Ermenek’e baktı, bir kayalarda çalıda asılı olan Ermenek’in diğer eşine ve bir de yanı başlarında öylece duran kirişteğe. Kucağındaki altı yaşındaki kardeşi Halil’i sarılıp öperek kokladı, kokladı. Dünkü ve bugünkü mutluluğu gözlerinin önüne geldi bir an. O neşeli ve heyecanlı koşuşturmaları, bir iki saat evvel mışıl mışıl büyük çamın altında uyuması, son yemek yiyişleri, babasının ona dün yaptığı sürpriz…
Sürpriz derken aklına birden, ölümüne sürpriz hediye diye alınan bu kirişteğin sebep olduğu geldi.
-“Ah baba ahh! Sadece Ermenek alsan yetmez miydi? Halil senden sadece bir çift ermenek istemişti. Bu kirişteği almaya ne gerek vardı. İşte bak aldığın kiriştek can gardaşımızın ölümüne sebep olsu. Ne gerek vardı da bu kirişteği aldın. Şimdi sen de yandın, anam da yandı biz de yandık ahhh!” diyerek kardeşi Halil’e sıkıca sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam etti.
-“Dün güldüren sürpriz bugün bizi ağlattı. Bu nasıl bir olaydır Allah’ım. Hayır değil şer çıktı bu kiriştek işi. Keşke almasaydın kirişteği babaaa!” diyerek bağırırken bir ayağıyla yanı başında duran kirişteğe öfkeyle bir tekme salladı. Kiriştek yuvarlanarak ırmağa düştü ve nehrin akıntısında kısa sürede gözden kaybolup gitti. Ama bir ömür boyu sürecek acısı yüreklerde öylece kalakalacaktı.
Remzi, Halil’in şahadet parmağında hâlâ takılı duran kirişteğin kanlara bulanmış ipini çıkardı ve koklayarak şalvarının cebine koydu. Sağ ayağında duran tek, minik kara Ermenek’i de ayağından çıkartarak şalvarının diğer cebine koydu. Yüzü gözü kan revan içerisinde olan Halil’i pınarın aktığı büyük çınarın dibine doğru götürdü ve buz gibi pınar suyu ile Halil’in kanlı yüzlerini, ellerini, incitmeden ağlaya ağlaya silmeye başladı. Oysa planlarına göre ilerleyen saatlerde bu pınardan akan suyla çay demleyip içeceklerdi. Yaşadığı şu vahim olay yüreklerinde çöl sıcakları estirmiş, ciğerlerini acıyla yakmıştı ama buz gibi pınardan bir damla soğuk su içmeyi dahi düşünmemişti. Demek ki acı hemen yanı başınızdaki mutluluğu dahi akıllardan alıp götürüyordu.
Çocuk yaşta sönen bir umudun sessizliği, hemen yanı başında akan Kınalı Yar Irmağı’nın akan suları içinde sessizce gidip cennete vasıl oluyordu sanki.
Yarın başından Varak’ın acı acı inleme sesleri geliyordu kulağa. Keçilerin boyunlarındaki çıngıraklar sanki seslerinin ulaştığı her yere çadırın küçük yörüğü Halil’in öldüğünü haber vermek için çalıyordu.

Kelimeler:
Ermenek: Osmaniye-Düziçi yöresinde “kara lastik” olarak da bilinen lastik ayakkabının halk arsında kullanılan ismi.
Kiriştek: Bazı yerlerde topaç ismi ile anılan, Düziçi ağzında ise tahta ve ağaçtan yapılan etrafına ip dolanarak yere fırlatılan ve döndürülen bir oyuncak ismi.
Patik: Eskiden çocukların özellikle yazları kullandığı bir çeşit plastik ayakkabı.
Mintan: Gömlek
Şıkı gibi olmak: Düziçi ağzında “üzerine tam oturmak, yakışmak “manasında kullanılan bir deyim.


Yorumlar - Yorum Yaz