SİPSİ-mustafa berçin

Para ile tanıştığım ilk işim sadece bir gün sürdü. Her bayram arifesinde köyümüzün yedisinden yetmişine herkes mezarlık ziyaretinde bulunurdu. Bana da arife gününden bir gün önce mezarlık temizliğini yapıp yapmayacağımı sordular. Teklif edilen parayı duyunca “tamam” dedim. Öğlene kadar canla başla çalıştım. Kolay mı ilk defa alın terimle para kazanacaktım. Aklıma nereden geldi bilmiyorum. Bir anda şafak attı bende: “Ulan bunların hepsi yatıyor, ben niye çalışıyorum!” dedim. Elimdekileri fırlatıp attım. Gidiş o gidiş. Yanılmışım. Bizim köyde çocukların yürümeye başlamadan önce yüzmeyi öğrendiğini söylersem fazla abartmış sayılmam. Kerpiç evlerin hemen alt tarafında Tohma’nın serin suları ikindi vakti ırgatları gibi yorgun, bezgin ve durgun bir şekilde karıkları doldurarak akıp dururdu. Karıkların sağında ve solunda daha çok söğüt ağaçları sıralanıyordu. Dağların, tepelerin kelliğine inat suyun geçtiği her yer göz alabildiğine bu mevsimde koyu yeşil bir örtüye bürünürdü. O yıl ilkokul 5. sınıfta idim. Yani mezun oluyordum. Nisan sonu köy okulları yaz tatiline girerdi. Tabii ki tatil dediğimiz şey üç beş oğlak, kuzu otlatmaktı bizim için. Aileler okulların tatil olmasını dört gözle beklerdi. Her yıl 23 Nisan günü diğer köylerden birine gider orada eğlenirdik. O yıl karşı köyün öğretmen ve öğrencileri bizim köye misafir geldiler. Ne gündü ama. Kocaman leğene yoğurt doldurulur içine bir madeni para atılır ve iki üç öğrenci kafalarını sokarak yoğurt içindeki paraları bulmaya çalışırlardı. En çok eğlendiğimiz oyun bu idi. Yumurta yarışı yapılırdı. Bez çuvalların içine girip koşular yapılırdı. Çayırda güreşilir, taş oynardık.
Öğretmenim bana göz işareti ile hazırlanmamı işaret ettiğinde bir iki dakika içinde arkadaşlarımın da yardımıyla hazırlanıp çayıra çıktım. Bu diğer köyün öğretmenine de bir işaretti. Komşu köyden de benim akran birisini karşıma çıkardılar. Ben karakucak güreşlerini çok iyi bilirdim. Kendi akranlarım arasında benim bileğimi bükecek kimse de yoktu. Kendime has çengel oyunu ile rakibimi yendim. Biraz dinlendim. İkinci rakibim çıktı. Onu da yendim. Zaten benden beklenen de buydu. Küçük gruplar halinde sohbet eder, birbirimize alakasız sorular sorardık. Bilmediğimiz konularda “Daha oraya gelmedik, o konuyu öğretmenimiz anlatmadı.” şeklinde cevaplarla işin kolayına kaçtığımız olurdu.
Saat 12 gibi öğretmenlerimiz hepimizi bir araya toplar, misafir öğrencileri birer ikişer dağıtır ve her birimiz onlarla beraber evlerimize gider öğle yemeğini yerdik. Bana da adının Zeynep olduğunu öğrendiğim bir kız düşmüştü. Hemen hemen benim boyumda, hatta yürürken benden biraz daha irice olduğunu hatırlıyorum. Kömür karası gözleri, ortadan ayrılmış ve örülü simsiyah saçlarına inat bizim ten rengimize uymayan beyaz bir teni vardı. Benim ise sıska bir bedenim, kavruk bir tenim vardı. Yan yana yürürken ürkekliğimin farkına varmış gibi bana daha bir sokuldu ve köyümüzün, okulumuzun çok güzel olduğunu, iyi güreştiğimi, güreşi çok sevdiğini söyleyerek rahatlamamı sağlamıştı.
Evimiz köy çeşmesinin hemen yanında yolun alt tarafında idi. Babam her zamanki gibi gurbete gitmişti. Zavallı adam yılın neredeyse yarısından fazla evine uğramazdı. Kapıyı çaldım. Ses yok. Bir daha, bir daha, ses seda yok. O gün hayatımın belki de en acı günlerinden biri olmuştu. Utancımdan ne yapacağımı bilmiyordum. Kapı komşumuzun tandır bacasının tüttüğünü gördüm. Bu bazlama pişirildiğini gösteriyordu. Tandırın bize bakan kapısız girişinden anamın orada olup olmadığını sormak için, aslında arasına tereyağı sürülmüş sıcak bir bazlama alıp mahcubiyetten kurtulmak amacıyla Zeynep ile birlikte girdik. Anam tahmin ettiğim gibi orada yoktu. Canı sağ olasıcalar demediler ki madem anan yok, gel şuradan sıcak bir bazlama alın. Hiçbir şey söylemeden oradan ayrıldık. Bir sıcak bazlamanın elimize tutuşturulmamasının ezikliği içinde kanalın hemen yanındaki cılga yolda kafamı kaldırmadan yürüdüm. O da beni sessiz bir şekilde takip ediyordu. Genç sayılabilecek bir söğüt ağacının altına oturduk. Ben soğuk kuyu siyah Cizlavet lastik ayakkabımı, Zeynep ise yeşil naylon ayakkabısını çıkardı. Ayaklarımızı kanalın içine saldık. Konuşulacak hiçbir şey aklıma gelmiyordu. O da susuyordu. Ne kadar durduk böylece bilmiyorum. Aklıma nereden geldiyse geldi, kalktım. Cebimden kemik saplı bıçağımı çıkardım. Söğüt dallarından su gibi bir şıvgını kestim. Dönüp Zeynep’in yanına oturdum. Anlamsız anlamsız bana bakıyordu. Babam rahmetli ilkbaharda söğütler budanırken, öğle aralarında bize sipsi yapardı. Nasıl yapıldığını bana da öğretmişti. Aslında zor bir tarafı da yoktu. İşim bitince sipsiyi ağzıma götürdüm. Zeynep sipsiden çıkan sesi ilk defa duyuyormuş gibi şaşırdı. Ona uzattım. O da çaldı. Gözlerinin içi gülüyordu. Bana uzattı. Uzattığı eli tuttum. Göz göze geldik. “Bu senin dedim.” Elimi sıktı. Bu arada ona iki gün önce yağan yağmur sonrasında söğütlerin kuzey yamaçlarında bolca bulunan göbelekleri gösterdim. Hangilerinin yeneceğini, hangilerinin zehirli olduğunu anlattım. Melkileri ilk defa gördüğünü söyleyince şaşırdım. Köyde yaşayan birinin kız bile olsa bunları bilmemesine dudak büktüm ona hissettirmeden. Dönüş yolunu takip ederek okula vardık. Karnelerimiz dağıtılıyor. Mezun oluyorum ya, diğer arkadaşlarım gibi ben de heyecandan yerimde duramıyorum. Okul numaram 6. Öğretmenim 1’den başlayıp tek tek isimlerimizi okuyarak öğretmen masasının yanına çağırıyor. Her giden öğretmenin elini öpüyor ve karnesini alıp sırasına oturuyor. Adım okundu. Hemen koştum. Öğretmenimin beni görünce kaşlarının çatıldığını gördüm ama bir mana da veremedim doğrusu. Öğretmen karnemi vermiyor bir türlü.
“Sen karnını sipsi ile mi doyuruyorsun?” deyip bir sağıma bir soluma okkalı birer tokat vurdu. Kanım dondu, gözlerim karardı, utancımdan o küçücük halimle yerin dibine girmeyi çok istedim. O birkaç saniye içinde Zeynep, anamın evde olmaması, komşunun tandırında pişen bazlamaların kokusu, cılga yol, sipsi, göbelek, melkiler gözümün önünden akıp gitti. Öğretmen elini bile öptürmeden karnemi suratıma fırlatır gibi elime tutuşturdu. Yerime oturdum. Sessizce içime ata ata ağladım. Anamın okuma yazması yoktu. Karnemi eline aldı. Baktı, baktı. Niye böyle kırmızı yazılarla dolu diye sordu. “Öğretmenim çok beğenmiş, onun için kırmızı kalemle karnemin her tarafına imza atmış dedim. Nasıl sevindi anlatamam. Hâlbuki karnemi her tarafına kırmızı kalemle sipsi, sipsi, sipsi yazarak ben doldurmuştum.
***
Üniversite kayıtları bu yıl erken başladı. İletişim imkânları geliştikçe klasik işlemler de yerini bilgisayara bırakıyor, benim gibi teknoloji özürlüler ise bunu eleştirip duruyorduk. Aslında eleştirilmesi gereken bizler olduğu halde. Kapıdan orta yaşın üzerinde bir kadınla gayet yakışıklı esmer bir delikanlı girdi. “İyi günler.” dedi hanım.
“Hoş geldiniz.” diye eşim karşılık verdi. Buyur etti. Küçük ofisimde sadece iki koltuk vardı. Görevli arkadaşım bir sandalye getirdi. Delikanlı da ona oturdu. “İlanınız üzerine geldim.” diye söze girdi kadın. Delikanlı başını yere eğmiş, sessizce oturuyordu. “Eşim 15 Temmuz gecesi Genelkurmay’ın önünde vuruldu.” dedi ve sustu. Hemen kalktım delikanlıyı kucakladım. Eşim de kadınla kucaklaştı. Bir müddet konuşacak bir kelime çıkmadı boğazımdan. Yutkunup durdum. İşletmemizde bir şehit yakınını misafir etmekten ne kadar memnun olduğumu, bunu isteyerek yaptığımı, bize bu mutluluğu yaşattığı için kendilerine uzun uzun teşekkür ederek dile getirdim. Delikanlı da bu arada görevli ile odaları gezdi. Beğendiği odayı gösterdi. “İşletmemizde üniversite kazanan bir şehit yakınını bir yıl bütün masrafları bize ait olmak üzere ağırlamak istiyoruz.” diye çok eleştirdiğim iletişim araçlarıyla ilan vermiştim. Çok şükür.
İçimden bu arzumu yerine getirdiği için Rabb’ime dua ettim. “Bu gece benim misafirimsiniz, birlikte akşam yemeği yer sohbet ederiz.” dedim. Kabul etmek istemeseler de eşimin ısrarı ile onayladılar.
Denizden esen meltemin serinliği lokantanın kasvetli havasını dağıtıyordu. Boğaza her zamanki gibi koyu bir mavilik hâkimdi. Sular hırçınlıktan uzak kıyıdaki çakıl taşlarını yalayarak isteksizce geri çekiliyor, sevdiğine doymayan âşıklar gibi biteviye sevdasını sulandıra sulandıra yineliyordu. Eşim, Zeynep Hanım’la ben ise Yılmaz ile karşılıklı oturuyoruz. Garson gelsin diye bekliyoruz. Zeynep Hanım:
-“Çok üzgünüm.” dedi. Eşim, ben ve oğlu anlamsız anlamsız yüzüne baktık.
-“Bir şey anlamadım.” dedim. “Neden üzgünsünüz?”
-“Sizi tanıyorum ben.” dedi. Eşimin biraz gerildiğini hissettim.
-“Beni mi, nereden tanıyor olabilirsiniz ki?” dedim.
-“Şimdi size bir kelime söylesem, benim sizi nereden tanıdığımı hemen anlayacaksınız.” dedi. Şifreli konuşmalardan hiç hazzetmem. Hele eşimin yanında bir bayan tarafından söyleniyorsa bu şifreli konuşma. Sustum bekliyorum. Masada çıt yok. Hafif dalgaların sesi var sade:
-“Sipsi” dedi. Kafamdan kaynar sular döküldü birden. Yüzümün rengi değişti. Boğazım kurudu. Nasıl olurdu. Aman Allah’ım. Sen aklıma mukayyet ol. Küt kesilmiş saçlarında beyazlar epeyce çoğalmıştı. Kömür karası gözleri ve beyaz teni biraz solgunlaşmış olsa bile hala çok güzeldi. Tamı tamına 40 küsur yıl geçmişti aradan. Eşimi ve delikanlıyı daha fazla merakta bırakmamak için olayı etraflıca anlattı. O anlattıkça eşim bana biraz daha sokuldu. Elimi sıktı. Yılmaz’ın da annesine sokulduğunu hissettim. Bu arada garson da gelmiş, siparişlerimizi almak için neredeyse esas duruşta bekliyor.
-“Aslında babama şikâyet maksadıyla söylememiştim.” dedi. “Ama babam kasabada öğretmenle karşılaşınca ağzından kaçırmış. Bir kızı doyuracak kimseniz yok mu köyünüzde diye. Bir yudum su içtim:
-“Öyleyse benim de size yemek borcumu ödeme vaktim geldi.” dedim. Güldü:
-“Hem, dedi, ben sizin mezarlıktan nasıl kaçtığınızı da duydum. Hatta bizim çevre köylerde kim kaytarmak isterse sizin sözünüzün arkasına saklanarak: “Burada herkes yatıyor, bir enayi ben miyim çalışacak?” derler ve kaytarırlar.” Yemek gelinceye kadar da bu olayı etraflıca anlattı. Eşim sitemkâr bir bakış fırlattı:
-“Seninle ilgili her şeyi başkalarından duyuyorum.” diye de laf sokuşturmaktan geri durmadı.
Biraz önceki kasvetli hava dağılmış, 40 yıl sonra yerini en mükemmel ve en güzel yemek olan ‘dostlarla yenen yemek’ almıştı.


Yorumlar - Yorum Yaz