Başlığın “Zeytinyağlı yiyemem aman / Basma da fistan giyemem aman” türküsünü hatırlattığından eminim. O amaçla bu başlığı seçtim zaten. Zara’dan ya da Candan Erçetin’den dinlemiş olabilirsiniz. Rumelili Ekrem’den, Ankaralı Yasemin’den dinlemişseniz de sakıncası yok. Tarz meselesi der geçeriz.
Bilen bilir; “Zeytinyağlı yiyemem”, Muzaffer Sarısözen’in 2 Kasım 1954’te Bursa yöresinden İhsan Kaplayan’dan derlediği son derece sosyal ve siyasal içerikli bir türküdür.
1950’li yıllar… Amerika’yla can ciğer kuzu sarması olduğumuz dönemler… İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika’nın Marshall Planı’yla başlattığı “Zeytinyağını boş ver, ısınınca kanser yapıyor, sen en iyisi benden mısırözü yağı al, o çok daha sağlıklı, sana bir de margarin fabrikası açayım, hediyem olsun. Basma da ne, bırak şu Sümerbank’ın uyduruk pamuklu dokumalarını, sana naylon giysiler alayım.” yaklaşımlarına tercüman olmak için yakılmış bir türküden bahsediyorum. “Senin gibi cahile / Ben efendim diyemem aman” dizeleriyle de “Köylü milletin efendisidir.” özlü sözüne küstahça bir eleştiri yapılmıştır.
“Yok canım, daha neler!” diyeceklere iletişimin bir kuralını hatırlatmak isterim: “Haber kutsal, yorum hürdür!”
Bu zeytinyağı suikastini ben söylemiyorum; “doğru ve akıllı beslenme uzmanı” Kenan Demirkol Hoca söylüyor. İnanmayan, “Zeytinyağlı Yiyemem türküsünün hikâyesi”ni genel ağdan araştırabilir.
Ben de köylüyüm. Hem de az buz değil, bir hayli köylüyüm. Tereyağlı bulgur pilavını çok severim mesela. “Ne ilgisi var?” diyebilirsiniz ama mayonezden hiç hoşlanmam. Çocukluğumun demirbaş yatsılığı olan dut kurusuna bayılırım. Yöresel lezzetlerden asla vazgeçemem. Ziyaretine gittiğimde anneme bir sürü zahmetler verir, “siron, hazırlop, lalanga” yaptırır yerim. Nar gibi köze sırt üstü yatırıp ortasına tuz doldurduğum çayır mantarını değme kebaba değişmem.
5, 7 ve 14 numaralı gaz lambalarını iyi bilirim; hatta idare lambasını da… Gemici fenerini ve gaz ocağını da unutmayalım. Hepsinin yakıtı gazdır. Evde her zaman yedek bir teneke gazınız olmalı. Yoksa elinize bir şişe tutuşturur, komşuya gönderirler. Repliğiniz hazırdır: “Babaannemin selamı var, ‘varsa bir şişe gaz versin’ dedi.”
Üç gün önce bir AVM’de dolaşırken rafta 14 numara gaz lambasıyla gemici fenerini omuz omuza görünce nasıl duygulandım, anlatamam. Elimde gaz lambası, buğulu gözlerle ve ağlamaklı bir sesle merhum Yıldırım Gürses’in o muhayyer kürdî şarkısını söylerken buldum kendimi:
“Yıllar sonra rastladım / Çocukluk sevgilime / O aşina bakışlar / Kalbimi deldi yine / Anladım gelmez geri / O çocukluk günleri / Sanki içimde yanar ah / İlk aşkımın günleri // Gelmez o günler / Dönmez o günler / Mazide kaldı hep…”
Nostalji yapmıyorum, inanın. Bazı şeyler kendiliğinden oluyor. Bir gaz lambası görsem de ona şarkı söylesem diye plan yapmaz insan; şarkı söyleyesi gelir, söyler. Benimki de öyle oldu. Tabii az ötede rafları düzenleyen genç kızın bana acıyan gözlerle baktığını fark edince silkinip kendime geldim. Elimdeki gaz lambasıyla kasaya yöneldim. El mecbur, bu gaz lambasını da koleksiyonumuza dâhil edeceğiz artık.
Ortaokulu bitirinceye kadar gaz lambasının ölgün ışığı altında ders çalıştım ben. Sarı yapraklı matematik defterlerine göz nurumu akıttım. Orta hâlli bir aile miydik? Herhâlde. Yoksa niye 7 numaralı lamba kullanalım? Biz de 14 numaralı lamba kullanırdık. Ama 14 numaralı lambanın fitili neredeyse iki parmak genişliğindeydi ve gazı âdeta içiyordu. Yani müsrifti biraz. Bakın, müsrif deyip geçmeyelim, Allah için, iyi aydınlatıyordu. Daha fazla aydınlığın daha yüksek bedelinin olması son derece doğaldı.
Başka zamanlardı. Kullandığı lambaya bakarak bir ailenin ekonomik durumu hakkında şöyle böyle bir fikir sahibi olabilirdiniz. 5 numara mı? Zekât ve fitre düşer. 14 numara mı? Nisap miktarını aşan hatırı sayılır bir servete sahiptir.
Ortaokul için köyden ilçeye inince elektrikle tanıştım ve düzeyli bir ilişki başladı aramızda. Eziktik. Ne de olsa o şehirli, biz köylüydük. Çok nazlıydı. Nazlıydı, sözün gelişi, düpedüz kaprisliydi. Sık sık alıp başını gidiyor, saatlerce düğmelere baktırıyor, kendini acayip özletiyordu. O zaman da biz gaz lambasının ocağına düşüyorduk. Tam bir “Çirkin, sen burada dur, ben güzele bakayım, olmazsa yine sana gelirim.” hesabı.
Hafta sonları köye dönünce gaz lambasıyla romantik aşkımız devam ediyordu. Her şeyden önce alçak gönüllüydü. Camını kırmadığınız, fitilini ihmal etmediğiniz, gazını eksik bırakmadığınız sürece sizi yarı yolda bırakmazdı.
Bir yanım elektrik, bir yanım gaz lambası… Kim demiş bir koltuğa iki karpuz, bir kalbe iki aşk sığmaz diye. Pekâlâ, sığıyordu işte.
Dam loğlamayı da iyi bilirim. (“Dam” da ne? Biz ona “baca” derdik. “Dam” ahır demekti. Şimdi bizim köyden birileri, benim bacaya “dam” dediğimi duysa beni kınar; “Ahır loğlanmaz uşağım; süpürülür, hayvanların altına kuruluk serilir ki rahat yatsınlar, sen köyü möyü unutmuş, şehirli olmuşsun” diyebilirler.)
Evlerimiz toprak damlıydı. (Bak, yine “dam” dedim. Yahu ben bayağı şehirli olmuşum da, haberim mi yok?) Yağmur yağınca damlamasın diye loğlardık. Çok dam loğlamışımdır.
Loğ da ne? Silindir biçiminde bir taş. İki yanında iki derin çukur vardır. Bu iki çukura U biçiminde bir demirin iki ucu içeri bükülüp yerleştirilmiştir. Demirin yuvarlak tarafından tutup çeker, o silindir biçimindeki loğ taşını peşiniz sıra damda yuvarlayarak gezdirirsiniz. Doğuya batıya, kuzeye güneye, ara yönleri de unutmadan, bir süre gider gelirsiniz. Amaç, damın toprağını sıkılaştırmak ve su sızdırmasını engellemektir. Yoksa evde otururken, yatarken tavandan üstünüze yağmur suları şıp şıp damlayıverir, Allah korusun!
(Burada küçük bir serbest çağrışımı hoş görür müsünüz? Köyde bir İsmet dayımız vardır bizim. Erzurum’un meşhur kadayıf dolmasına şekil benzerliğinden dolayı “loğ tatlısı” der.)
Özetle köy hayatına ait hemen her şeyi bilirim. Ortaokulu bitirinceye kadar köyde yaşadım ben.
Çobanlık da yaptım; sadece üç gün. Beş tane ineğimiz vardı. Talihe bakın ki, çobanlığımın üç gününde de inekleri kaybettim. Ağlaya ağlaya eve döndüm. Bereket versin, ineklerimiz çok duyarlıydı, benim kanlı gözyaşları dökeceğimi tahmin etmiş olmalılar ki, beşi de akşamüzeri tıpış tıpış yuvaya döndü. Nasıl sevindiğimi bilemezsiniz.
Bostan sulama, ceviz çırpma, dut silkme, tırpan vurma, ot bağlama, harman sürme; elma, armut, kiraz, vişne, kuşburnu toplama… Hepsini yaptım. Ama ne yalan söyleyeyim, kara lastik konusunda çok seçici davrandım. (Biz “kara lastik” demezdik; bir çeşidine “kart lastik”, diğerine “Cızlavıt lastik” derdik.) “Kart lastik” dediğimiz türünü giymedim hiç. Neden mi giymedim? Bunu onur meselesi yaptım da ondan.
Yahu ben Almancı çocuğuydum. Beni bırakın, babama ayıp olmaz mıydı? Dost başa, düşman ayağa bakmaz mıydı? Ayaklarımı görenler babama dil uzatıp “Adama bak, hem Almancı hem de biricik oğluna kart lastik giydiriyor.” demezler miydi?
Emin olun, sırf babama laf gelmesin diye kart lastik giymeyi reddettim. Bütün dayatmalara cansiparane direndim.
Peki, hiç mi kara lastik giymedim? Giymez olur muyum? Cızlavıt lastik giydim. Made in Sweden’di. Yirminci yüzyılın başında icat edilmişti. 1930’lu yıllarda Türkiye piyasasına fırtına gibi girmişti. Kart lastiğe göre daha derli topluydu. Daha parlak bir yüzeyi vardı ve sanki biraz daha ayakkabıya benziyordu. Üstelik içinde astarı da vardı. Az da olsa ayağınızın terini emiyordu. Hele Derby marka ökçeli, kırmızı astarlı parlak bir modeli vardı ki, giydiğiniz günün akşamına kadar gözlerinizi ayaklarınızdan alamıyordunuz. Arkadaşlarınızın kıskanç bakışlarından derlediğiniz haz da cabası! Ama köy işte! Dağ, taş, orman, yayla, bahçe, bostan derken lastik dayanmıyordu ki! Cızlavıt biraz daha nazik ve zarifti galiba; çabuk yırtılıyordu.
İlkokul dördüncü sınıfa geçtiğim yaz… Bir Temmuz günü annemle yaylaya gitmek için hazırlanıyoruz. Cızlavıt lastiğimin sağ teki bir gün önce burnundan darbe almış. Ciddi bir kusur sayılmaz ama yine de yırtık. Bakınca ayna gibi görünüyor. Düşmanlara gün doğar şimdi. Hem babama da laf gelir. “Adama bak,” derler, “koskoca Almancı, bir çift lastik alamıyor da, biricik oğlunu yırtık lastikle gezdiriyor. Ne ayıp!”
Annem, atın yularını yol kenarındaki direğe bağlıyor:
-“Düş peşime!” diyor.
İstikamet, mahalle bakkalı Kavaz Fikri amcanın dükkânı. Belli ki, annem kart lastik alacak bana. O önde, ben arkada. Dükkânın kapısına kadar peşinden sürükleniyorum. Beynimde kırk civarında tilki fazla mesaide. Nasıl etsem de kaçsam, bu hamleyi boşa çıkarsam? Uzun uzadıya plan yapmaya zaman yok. Annem dükkâna girer girmez kirişi kırıyorum. Mezarlığın köşesini dönüyorum. Duvar dibine sinip beklemeye başlıyorum. Kadıncağız az sonra dükkânın kapısında beliriyor.
“Nereye kayboldun, başımın belası?” diye aranıyor ama çıkar mıyım saklandığım yerden? Anneciğim çaresiz, dükkândan uzaklaşıp atın yanına geliyor; yularını çözüp yayla yoluna giriyor. İyice uzaklaşmasını bekledikten sona peşine takılıyor; ardı sıra yürüyorum. Vadiyi geçip yokuşu tırmanırken yorulduğumu anlamış olmalı ki, yumuşuyor annem:
-“Gel, ata bindireyim seni.” diyor.
-“I-ıh,” diyorum, “gelmem, sen çok kızdın bana.”
-“Kızdım ama geçti.” diyor. “Hadi gel!”
Annem beni kandırmaz. “Geçti.” diyorsa geçmiştir.
Koşup yanına varıyorum. Saçımı okşuyor, ata bindiriyor beni.
Bana kırgın, biliyorum, yine de sesi pamuk gibi:
-“Niye böyle yapıyorsun oğlum? Bak, ayağındaki lastik yırtık. Nasıl gidip geleceksin yaylaya?”
-“Ama anne,” diyorum, “sen de kart lastik alma!”
-“Lastik dayanıyor mu ki?” diye yakınıyor.
-“Anne,” diyorum, “niye kart lastik giyeyim ki ben? Babamın yolladığı marklarla şehirli ayakkabısı bile alırsın bana.”
Annem cevap verecek gibi oluyor, sonra vazgeçiyor nedense.
O gün burnu yırtık Cızlavıt lastikle yaylaya gidip dönüyorum. Yaylada babaanneme durumu nakletmeyi de unutmuyorum tabii. Lastiği yırtık bir çocuğun mağduriyet hikâyesi babaannemi etkilemiş olmalı. Babaannemin sınırsız şefkatini istismar etmekte üstüme yok. E, “oğul balı, dünya malı” ilk erkek torun olmanın sefasını sürmeyeyim mi?
Yayık yayılıyor, çıkan tereyağı küleğe basılıyor. Kaymaklar yeniyor, çaylar içiliyor.
Bir ara annemle babaannemin konuşmalarına kulak misafiri oluyorum. İçinde “lastik” geçen bir konuşma yapıyorlar.
Ertesi gün ayaklarımda yeni bir çift Cızlavıt lastik var. Mutluyum. Güzel annem, üzülmesini ister mi biricik oğlunun?
Benim açımdan tarihî bir kriz daha böylece çözülmüş oluyor. Ertesi gün sağ ayak lastiğime bir uğur böceği konuyor. Hoş geldin, cennet böcüğü!
Canım babam, demek ki yılbaşında izne gelirken ayakkabı getirecek biricik oğluna.