Facebook’ta aynen şöyle bir paylaşım yaptım. “Acun kardeş, cigaramla, çayımı eksik etmezsen seninle Sörvayvır’a gelirim.” Bu paylaşımının üzerinden çok geçmeden telefonum çaldı. Telefondaki bayan, Acun Medya’dan aradığını söyledi, Acun’un selamını iletti. “Şakir Abi’nin istediği çay ve sigara olsun, lafı bile olmaz. Başımızın üstünde yeri var, buyursun gelsin.” demiş. Telefondaki bayan hemen hazırlanırsam akşama beni alabileceklerini söyledi. Telefonu kapattıktan sonra herhalde birisi beni işletiyor diye düşündüm. Akşama kapıya bir araba dayanınca bu işin şaka olmadığını anladım.
Yola çıktık, havaalanında diğer yarışmacılarla tanıştım. Hepsi de 20-25 yaşlarında dalyan gibi sporcu gençler. Benim de Sörvayvır’a geleceğimi duyunca gülmekten gözlerinden yaş geldi. Benimle “moruk” diye, “dede” diye dalga geçtiler. Hepsine gülüp geçtim: “Ummadık taş baş yarar evlatlar.” dedim. Uzun bir yolculuktan sonra Donimik’e vardık. Bizi orada Acun karşıladı; sarıldık, kucaklaştık. Bana çok hürmet etti, yanında yabancı gazeteciler varmış. Beni onlara: “Türkiye’nin önde gelen mizah ve hiciv ustalarından, Açıkkara yazarı üstat Şakir Şükür” diye tanıttı. Çok memnun oldum. Biraz muhabbet ettikten sonra bana: “Üstat gönüllülerden mi olmak istersin yoksa ünlülerden mi?” dedi. “Sorduğun kabahat! Ben halk adamıyım, gönüllülerden yana olmam lazım.” dedim. Ünlüler kendi adalarına doğru yola çıkarken biz de kendi adamıza doğru hareket etmek üzere hazırlandık. Bu arada ekipten birisi yanıma geldi, ismi Danilo’ymuş. Danilo, anlaşmamıza göre cebime 2 paket cigara soktu. Bir de elime poşet tutuşturdu. Poşetin içinde çaydanlık, çay, şeker, bardak vardı. Danilo, biraz Türkçe biliyordu: “Sakir Abiy, çayin cigaretin bitti, bana soyluyor. Acun Abiy, Sakir Abiy iyi bakacak diyor.” dedi. “Bu malzemeleri nereden tedarik ediyorsun evlat?” diye sordum. Az ilerde bir köy varmış, oradaki marketten alıp şirketin hesabına yazdırıyormuş. Cigara paketinin birini Danilo’nun cebine soktum: “Bundan sonra ben senden ne istersem iki katını al. Yarısı senin yarısı benim.” dedim. Delikanlı önce anlamadı. “Danilo Türkçeyi öğrenmişsin ama eksik öğrenmişsin. Bak buna avanta derler. Avantaya alış. Ben senden ne istersem alıp geleceksin. Yalnız istediklerimi cigara veya çay olarak yazdır. Kimse uyanmasın.” dedim. Delikanlı sevine sevine gitti.
Takım arkadaşlarım beni yaşlı ve güçsüz gördüklerinden teknede yer vermediler, ayakta zar zor gittim. Adaya varınca da hemen barakaya koştular, bana yine yer kalmadı. Canları sağ olsun.
Ben ömrüm boyunca köyden başka yere tatile gidemedim. Baktım, her taraf ağaçlık önümüzde masmavi okyanus... Çok hoşuma gitti. “Ulan Şakir, ahir ömründe dört ayağının üzerine düştün.” dedim kendi kendime. Sağdan soldan biraz çalı çırpı topladım. Çaydanlığı ateşe vurdum. Bir ağacın dibine uzandım, okyanusa karşı bacak bacak üstüne atıp cigarayı telledim. Dumanı görenler bir bir yanıma geldi. Biraz önce beni küçümseyenler bir cigara ver diye yalvarmaya başladılar. “Valla yeğenlerim görüyorsunuz gurbetteyiz. Otlakçılığın yeri değil.” dedim. “Abimizsin, babamızsın, sen ne istersen yapalım. Bir fırt bari çektir.” dediler. O sırada cigaraya alıştığım çocukluk yıllarım gözümün önüne geldi. Abilerimiz, köyün çayırında top oynarlar, bir taraftan da sığır güderlerdi. Aramızda birkaç yaş olsa da bizi oyuna katmazlardı. Biz bir kenarda onları izler, top sahadan çıksın da topu getirmeye gidelim diye can atardık. Sığırlar tarlalara doğru yaklaştı mı abilerimiz keyiflerini bozmak istemediklerinden bizlere: “Bir cigara verelim sığırı çevirin gelin.” derlerdi. Biz en az 10 çocuk bir cigara için sığırları çevirmeye koşardık. Hey gidi günler hey. Takım arkadaşlarımın hallerine acıdım: “Sözümden çıkmayacaksınız, ben ne dersem yapacaksınız. Söz mü?” dedim. Hepsi de kabul etti.
Birer cigara verdim. “Şöyle su dökmeye gider gibi teker teker ağaçların arasına gidin, tüttürün gelin. Sakın kameralara yakalanmayın.” dedim. Sonra da hepsini karşıma dizdim. “Bu barakada yaşanmaz. Her tarafı açık. Böcü, börtü, yılan çıyan gelir, bunun fırtınası, yağmuru var. Önce kendimize kalacak bir yer yapalım.” dedim. Babam inşaat ustasıydı, onun yanında az çalışmadım. Kumun üstüne bir plan çizdim. “Benim size güvenim yok, kızlar ve erkekler ayrı odalarda yatacak. Ben de biraz horlarım, rahatsız olursunuz, bana da ayrı bir oda yapacağız. Şurası mutfak, şurası banyo… Tuvalet ihtiyacı için ormana gidilecek.” dedim. İlk emir olarak takım arkadaşlarımdan ağaç kesmelerini istedim. Çocuklar, antrenmanlı olduklarından hemen üç beş ağaç devirdiler. İkindiye doğru evi yaptık. Gençler: “Şakir Abi acıktık. Ne yiyeceğiz?” demeye başladılar. Hemen bir iki ağaç daha kestirip bir sal yaptırdım. Onlar salı yaparken ağaç dalından bir kanca, kamıştan olta yaptım. Okyanusa doğru açıldım, her taraf balık. Kilo kilo balık yakaladım. Kıyıya geldik. Gençler balıkları pişirirken ormandan kuzukulağı, tere, roka falan topladım. Bir çoban salata yaptık, üzerine limonu sıktık. Yanında da kokanat suyu… Karnımızı güzelce doyurduk, üstüne bir de ananas kestik, keyfimiz yerine geldi. Gençlerle şarkılar söylemeye başladık.
Ertesi gün sabahtan içtima aldım. Herkese nöbet yazdım, kızları bulaşığa çamaşıra, erkekleri oduna sevk ettim. Nöbeti gereksiz bulanlar oldu: “Nöbetçi çekim ekibi gelirken haber edecek, cigara içen varsa söndürecek.” dedim, ikna oldular. Ufak tefek market ihtiyacını da geceleyin Danilo sayesinde hallediyordum.
Yarışmalar başladı. Başladı, başlamasına ama ödül olarak simit, pirinç, makarna veriliyor. Bizim ekip her gün balıkla beslendiğinden ödüllere tenezzül etmedi. Her oyunda yenilmeye başladık. Bir akşam adamıza gelince gençler: “Şakir Abi ne yapacağız?” dediler. “Evlatlar anlaşma yolunu deneyelim.” dedim. “Nasıl?” dediler. “Şuradan salımıza binelim kıyıdan kıyıdan gidip ünlülerin adasına varalım, konuşalım. İnsan denilen kale kulağından fethedilirmiş, bu sözümü unutmayın.” dedim. Gençler fikrimi beğendi. Birkaç kişi sala atlayıp ünlülerin adasına vardık. “Evlatlarım hepiniz kardeşsiniz. Birbirinizi yemeye gerek yok. Ödül oyunları sizin olsun, dokunulmazlık oyunlarında bize yenilin.” dedim. Sür aşağı sür yukarı, anlaştık. Anlaşmaya göre ödül oyunlarında biz yenileceğiz, ünlüler ise iki dokunulmazlık oyunundan birinde bize yenilecek, diğerinde kim yenerse... Kendimi de işin içine kattım: “Benimle kim yarışırsa yarışsın mutlaka yenilecek.” dedim, kabul ettiler.
Günlerimiz böyle geçiyordu. Ben her gün kova kova balık tuttum. Balıktan sıkıldılar, ördek, kuş avladım. Takım arkadaşlarım kilo verecekleri yerde kilo aldılar. Ödül oyunlarına hiç çıkmayıp hükmen yenilmeye başladılar. Bense her yarışmada rakiplerimin tozunu attırıyordum. Herkes halinden memnundu. Bir kişi hariç: Acun. Acun, beni bir köşeye çekip şimdiye kadar benim gibi yarışmacı görmediğini söyledi. Bizim takımın benim sayemde çok güçlü olduğundan bahsetti. Sonunda dilinin altındaki baklayı çıkardı: “Abi, sen kendi başına ayrı bir takım olarak yarışmaya devam et. Seni ayrı bir adaya gönderelim ne dersin?” dedi. Kabul etmeyecektim ama bu yarışma için 400 kişinin çalıştığını, böyle giderse yarışmanın heyecanın kalmayacağını anlattı. Hak verdim. “Yanına kaç personel istersen verelim, her isteğini karşılayalım, beni kırma. Sen aydın adamsın okurum dersen istediğin kitapları verelim.” dedi. “Acun bana kafayı mı bozduracaksın, kitap mitap istemem. İşim yok da ıssız adada kitap mı okuyacağım? Ben okumayı sevmem. Sen bana biraz çerez, biraz nevale ayarla. Ha bir de tespih… Tespihimi evden çıkarken sehpanın üzerinde unutmuşum.” dedim. “Emrin olur abi.” dedi.
İki kişi gelip beni aldı, tekneye bindik. Beni başka bir ıssız adaya getirip bıraktılar. Vedalaştık. “Şakir Abi bir isteğin var mı?” dediler. “Hiçbir isteğim yok, şu palmiye ağacının altında biraz kestireceğim. Siz gidin sağlıcakla.” dedim. Ağacın altına yattım. Biraz canım geçmiş. Birisi dürtmeye başladı. Baktım, Şükran.
-“Şükran sen nasıl geldin?” buraya dedim.
-“Ne demek nasıl geldim? Mutfakta bulaşık yıkıyordum, horultunu duydum, geldim.” dedi. Meğer Sörvayvır’ı seyrederken elimde kumanda koltukta uyuyup kalmışım. Şükran’a:
-“Sen bir çay koy hele.” dedim, arkasından bir cigara telleyip televizyon izlemeye devam ettim.