Lise üçüncü sınıf öğrencisiyken, 3-4 yıl önce satın aldığımızda da 5-6 yaşında olan bir ineğimiz vardı. O yıl süt verimi azaldığı için satmaya karar verdiğimizde yaşı kaç olmuştu emin değilim. Hatırladığım kadarıyla Halıtgilden 30.000,00 TL’ye almıştık bu uysal ineği. İneğin ilk yıllar sabah-akşam toplamda beş ila altı kilogram sütünü sağardık. Anam, “Oğlum bu ineğin özü yumuşak, tarladan gelmekte gecikirsem sen de sağabilirsin, beni bekleme” demişti. O zamanlar (şimdi istimlak oluğu için artık memlekette bir tarlamız da yok!) bizim tarlamız ‘Berçenözü’ diye telaffuz ettiğimiz, gerçek ismi ‘Berçenek Özü’ mevkiindeydi. ‘Berçenek’ de ne mi demek?
Bizim komşu köyümüz.
Hani Mahzuni Şerif’in:
“Oy göresim geldi, Berçenek seni,
Dumanlı dumanlı oy bizim eller”, şeklinde sözleri olan türküsünde bahsettiği köy var ya işte orası. Bizim kasabanın, Turnapınarı mevkiinin biraz ilerisinde yer alan, Mahzuni’nin de doğup büyüdüğü kendi köyüdür Berçenek!
Her neyse, bizim boz ineği, anam tarladan gelmekte geciktiği vakitlerde ben de sağdım. Çünkü akşam olup da sığır geldiğinde sağılması gerekiyordu. “Sığır gelmesi’ ifadesini açıklamam lazım. O tarihte kasabamızda birisi ‘üst oba’da diğeri bizim mahallenin de içerisinde yer aldığı ‘alt oba’da olmak üzere iki ayrı bölgede her evin besleyip ailesinin süt yoğurt ihtiyacını karşıladığı inekleri (yani sığırları) toplanırdı. Kasabalının kışın bahara dönmeden önce anlaştığı ‘sığırcılar’ buralarda, inek, dana ve düveleri sabahları toplar, bölgemizdeki mera ve nadasa kalmış tarlalarda, nisan-ekim ayları arasında yayarlar yani otlatırlardı.
Bizim kasabada, ‘sığır yatağı’ denilen meydana, sabah saat 08.00’de her aile ineklerini götürür -biz bu işe o zamanlar ‘ineği sığıra sürmek’, yada kısaca ‘inek sürmek’ tabirini kullanırdık- meydandaki sığır sürüsünün içerisine katardık. Çoğu kere, sabahleyin ineklerini sığır yatağına götüren evin hanımları, sohbete başlar ve evlerine geç dönerlerdi. Hatta bu şekilde sohbete dalan ve vaktin geçtiğinin farkında olmayan iki kadından birisinin diğerine “Kele bacım, bak hele şu işe, sığır gitti, dana geldi. Bir çift sözüm gene kaldı.” demiş diye anlatırlar.
Alt obanın sığırcısı ikindiden sonra -yani akşam üzeri - kasabanın sığırını aynı meydana getirip bırakırdı. Burada onun işi biter, herkesin ineği de gideceği yolu kendisi bilir ve genellikle sağa sola uğramadan doğruca sahibinin evine gelirdi. İşte bizim ineğimizin de kimi zaman muhtemelen iyi yayıldığı yani otladığı için ahıra geldiğinde, memelerinden sütünün akmaya başladığı olurdu. İşe o anda anam evde değilse, ben hemen bir kap alır sağardım boz ineği. Adı var mıydı derseniz, o vakitlerde büyükbaş hayvanlara pek isim takılmazdı bizde.
İşte bu uysal ve sütü yaşına göre iyi ve hemen her yıl da bir buzağısı olan ineğimizi nihayet satmaya karar verdik. Aldığımıza göre göre biraz da kar ederek 40.000,00 TL karşılığında sattığımızda, (Şimdi “Nasıl yani bir inek 40.000,00 TL mi?” derseniz bu rakam tabi ki 1984-5 yılına aittir. Malum sonrasında 2005 yılında Türk Lirasından 6 adet sıfır atıldı.) paranın bir kısmıyla o yıl evimize telefon alalım diye düşünmüştük. Telefon aboneliği için ilçede bulunan PTT Müdürlüğüne başvuru yapılması gerekiyordu. Anam ineğin satımından kalan paradan bana 5.000,00 TL vererek, ihmal etmeden telefona yazılmamı tembihlemişti.
İşte telefonun telefon olduğu dönemde, ben de iki haftadır, cüzdanımda 5.000,00 TL parayla geziyor ama ne hikmetse PTT’ye uğrayıp da telefon aboneliği için başvuru yapmayı unutuyordum. Nihayet Çoğulhan’dan her gün birlikte Çoğulhan-Afşin yol kavşağına birlikte yürüyüp oradan da otostop yaparak okula gittiğimiz üst sınıftan arkadaşım Yasin’e, telefon konusunu anlatıp gün içerisinde bana hatırlatmasını tembihledim. Yasin de “Ya ben de unutursam ne olacak?” derken, sanki “Aklıma gelse bile söylemeyeceğim.” der gibi gülümsüyordu yüzüme.
Sanırım Yasin’e bana telefon müracaatını hatırlatmasını tembihlediğim gün, her ikimiz de konuyu unuttuk. Bir sonraki gün yine okuldayız ve yanlış hatırlamıyorsam üçüncü dersimize gireli henüz beş dakika geçmemişti ki, aniden sınıfın kapısı açıldı. Önde okul müdürü, peşinden iki öğretmen sınıfa girerken, öğretmenlerden birisi tok bir sesle “Herkes ayağa kalksın ve ellerini başınızın üstüne kaldırsın, arama var.” dedi. Şimdi bu arama da nereden çıktı dercesine arkadaşlarımızla birbirimize bakıştık. Çünkü yıllardır bizim okulda birisi ilk dönemin diğeri de ikinci dönemin başında olmak kaydıyla her sene iki kez genel arama yapılırdı. Oysa biz ikinci dönemin ortasındaydık ve zaten bu dönemin genel araması da yapılmıştı.
Sınıfta hangi ders vardı ve öğretmenimiz kimdi unutmuşum. Ancak aramaya gelen öğretmenler, en ön sıradan tek tek arkadaşların ceplerini ve cüzdanlarını kontrol ediyor, müdürümüz ise sinirli bir tavırla sessizce sınıf içerisinde geziniyordu. Ben her zamanki gibi en arka sırada oturuyordum. Bulunduğum mevki hem sınıfa hâkim hem de okulun bahçesini net olarak gördüğü için bu yeri özellikle tercih ediyordum.
Nihayet üst arama sırası bana geldiğinde, hocam doğrudan cüzdanımı istedi, çeketimin iç cebinde taşıdığım cüzdanımı kendisine uzattım. Cüzdanımı açtı ve içerisindeki parayı görünce, hiç konuşmadan müdüre doğru gitti ve cüzdanımı ona verdi. Sonra da gelenler aramayı bırakıp ayrıldılar. Arkadaşlarımdan benim cüzdanımın alındığını görenler, “Ne oldu?” diye yavaşça sordular ben de üzgün bir tavırla “Bilmiyorum” dedim. Sınıftaki öğretmenimiz cüzdanımın alındığını görmedi mi yoksa olanlara bir anlam veremediği için önemsemedi mi bilmiyorum ama bana bir şey sormadı o an.
Aradan üç dakika geçmeden, nöbetçi öğrenci sınıfa girerek müdür beyin beni odasına çağırdığını söyledi. Öğretmenimiz “Gidebilirsin.” dediği için müdür beyin okulun girişindeki (o günlerde müdürümüz öğretmenler odasını henüz makam odası olarak tefriş ettirmemişti.) odasına girip selam verip “Hocam beni çağırmışsınız.” dedim.
Okul müdürü selamımı aldıktan sonra, önce birkaç saniye sessizce yüzüme bakarak süzdü. Sonra da “Otur bakalım.” diye karşısındaki koltuğu gösterdi. Müdür, okula birkaç ay önce tayin edilmişti ve bizim dersimize girmediği için beni pek tanımazdı. İsmimi sordu, nereli (hangi kasabadan ya da köyden olduğumu) olduğumu söylememi istedi. Kısaca kendimi tanıttım. Bir iki cümleyle ders notlarımı sordu. Ben bu konuşmanın sonunun nereye varacağını düşünürken, aniden “Cüzdanındaki 5.000,00 TL’yi nereden buldun?” dedi.
Kendisine telefona yazılmak için ailemden aldığımı söylediğimde, bu kez “Baban ne iş yapıyor, maddi durumunuz nasıl?” şeklinde adeta ekonomik ve sosyal durum araştırmasına dair sorularına geçti. Vaziyetimizi anlatıp evimizin büyüğü olduğumu bu sebeple de adıma telefon aboneliğine başvuracağımı ifade ettim.
Lakin müdür beyin anlattıklarıma pek inanacak gibi bir hali yoktu. Hatta alakasız bir iki soru sorup cevabını aldıktan sonra, tekrar para konusuna dönmesine bir anlam veremiyordum. Meğer ben klasik anlamda sorguya çekiliyormuşum da farkında değilmişim. Bu arada aklıma Yasin’le telefona yazılma hususunda beni uyarmasına dair konuşmamız hatırıma geldi ve “Hocam isterseniz üst sınıftan Yasin’e bu konuyu sorabilirsiniz. Geçenlerde ona anlatmıştım bu telefona yazılma meselesini.” dedim. Tabii o tarihte tüm liseler üç yıl olmasına rağmen bizler liseyi dört yıl okuyorduk İmam Hatipliler olarak.
“Peki bu konuyu o zaman arkadaşına soralım” diyen müdürle beraber odasından çıktık ve o önde ben de iki adım gerisinde Yasin’in sınıfına doğru yürüdük. Müdür 12-A sınıfının kapısına varınca, bana “Sen uzakta bekle, arkadaşına soracağım söylediklerini.” dedi ve sınıftan Yasin’i çağırdı. Yasin koridora çıkınca müdür yanına iyice yaklaşarak arkadaşımla konuşmaya başladı. Yasin bir taraftan bana bakıyor diğer taraftan da müdüre cevap veriyordu. Ne konuştuklarını merak ediyordum ancak duyamayacağım kadar yavaştı sesleri.
Arkadaşımdan daha sonra öğrendiğime göre, kendisi sınıfta dersin hocasıyla bir sebeple tartışırken müdür kendisini koridora çağırmış ve beni göstererek, “Bu öğrenciyi tanıyor musun?” demiş. Tanıdığını da öğrenince ailemin maddi durumunu sormuş ve “Cüzdanında 5.000,00 TL bulduk. Bu para benim harçlığımdır. Bazan bundan da fazla para üzerimde harçlık olarak bulunur, diyor. Sen bu konuda ne dersin?” deyince, arkadaşım da, “Hocam arkadaşımın ailesi zengin değil. Lakin evin büyük çocuğu olduğu için yanında para bulunabilir.” şeklinde cevap vermiş. Tabii müdürümüz, telefon aboneliğine başvurma işinden bahsetmediği için o da konuyu hatırlamamış ve bu konuda bir söz söylememiş.
Arkadaşımla iki üç dakikalık kısa bir konuşma yaptıktan sonra müdür bey tekrar yanıma gelip sınıfıma gidebileceğimi söyleyip başkaca bir açıklama da yapmadan odasına doğru yürüdü. Sınıfa geri döndüğümde öğretmenimiz, müdürün beni neden çağırdığını sorduysa da konuya dair bir açıklamada bulunmadım. Ders bitip öğretmenimiz sınıftan ayrılınca arkadaşlarımın tamamı başıma toplanıp olan bitenden bir şey anlamadıkları için olanlar hakkında açıklama yapmamı istediler.
Kendilerine, müdürle aramızda geçen konuşmayı ve sonrasında onun Yasin’le olan ama ne olduğunu bilmediğim konuşmasından bahsettim. Sınıf arkadaşlarımdan bazıları bana yaptıklarından dolayı müdüre kızdılar ama onlar da yaşadıklarıma bir anlam veremediler. Tabii o esnada dersin bitiminde teneffüse çıkmayıp arkadaşlarla olay hakkında konuştuğum için Yasin’le görüşme imkanım da olmamıştı.
Bir sonraki dersin ortasında müdür bey sınıfın kapısını açarak, beni bu kez kendisi çağırdı. Sınıftan koridora çıktığımda da bana hiçbir şey söylemeden cüzdanımı uzattı ve gitti. Cüzdanı aldığımda içerisinde 5.000,00 TL param yerli yerinde duruyordu. Sınıfa geri döndüğüm zaman ön ve yan taraftaki sıralarda oturan arkadaşlara, konunun ne olduğunu bilmememe rağmen gülümseyerek, “Arkadaşlar galiba aklandım, cüzdanım paramla birlikte bana geri geldi.” dedim.
İkinci dersin teneffüsünde doğruca sınıf öğretmenimizin yanına gidip konu hakkında açıklama istedim. Meğer orta üçüncü sınıfta okuyan ve ailesi de zengin olan bir öğrenci, ailesinden okul ihtiyaçları için aldığı 5.000,00 TL parasını kaybettiğini düşünerek panikle öğretmenine, o da müdüre durumu anlatınca, tüm okulda arama yapılmaya karar verilmiş. Alt kattaki müdür odasına en yakın sınıf bizimki olunca haliyle bizden başlamış arama ve benim cüzdanımdaki paraya da bu sebeple el konulmuş müdür tarafından. Bu arada bir sonraki derste delikanlı parasını ceketinin iç cebinde bulunca konu açıklığa kavuşmuş ve ben de aklanmışım suçlamadan.
Bu para sebebiyle başımıza başka bir iş gelmesin diye olaydan bir gün sonra, telefon aboneliği başvurusunu da yaptım. Yaklaşık bir buçuk yıl sonra evimize telefon bağlandığında, Konya’da hukuk fakültesi öğrencisiydim artık.
Şimdi parasını ç/almadığım arkadaşımı ne zaman görsem ya da telefonla görüşsem bu konuyu ufaktan hatırlatma adına, “İlk vukuatım senin sayende oldu.” derim. Muhatabım ise, “Abi ne olursun bunu bana bir daha söyleme. Zaten ne zaman aklıma gelse kendimden utanıyorum.” diyor.
Arkadaşım şimdi ne işle mi meşgul? Uzun yıllar serbest avukat olarak çalıştıktan sonra memuriyete intisap etti ve kısa bir süre hâkimlikten sonra şimdi de ‘müdde-i umumi’ olarak görev yapıyor.