TELEFON

Öğrendiğim kadarıyla evimize alacağımız sabit telefon hattı için, o tarihte bilenler bilir ev ve işyeri telefonu diye iki ayrı tabir kullanılırdı, ilçedeki Posta Telgraf Telefon Müdürlüğüne, nüfus cüzdanımla birlikte başvuracaktım. 18 yaşını doldurduğum için de telefon aboneliğini kendi adıma alacaktım. Bu işin bedelini 5.000 TL olarak hatırlıyorum. Zira o günlerde yeni tedavüle çıkan en büyük banknot (kağıt para) 5.000 TL olup arka yüzünde Afşin Elbistan Termik Santrali’ne ait gravür yer alıyordu. Üstelik banknottaki termik santral için Başbakan Turgut Özal’a ayrıca kızanlar da vardı. Zira Başbakan Özal’ın termik santrallerin pahalı yatırımlar olduğu ve hükümet olarak bu tür yatırımları tercih etmedikleri yönünde bir bakış açısına sahip olduğu anlatılıyordu. Özal, “Hem termik santrale karşı çıkıyor hem de paranın üzerine Afşin Elbistan Termik Santrali’nin resmini bastırıyor.” diye eleştiriliyordu. Oysa 1975 yılında temelleri atılan ve bugün bile ülkemizin en büyük termik elektrik santralı olan Afşin Elbistan Termik Santrali’nin (ki ben ismini bizim kasabadan alıp Çoğulhan Termik Santrali diye adlandırılmasının daha yerinde olacağını savunuyordum) resmi açılışını da yine başbakan olarak Turgut Özal yapmıştı.
Neyse biz yeniden şu telefon meselesine dönelim. Tabii o tarihlerde çoğu evde hatta her işyerinde bile telefon bulunmazdı. Kıymetli olduğu için borcunu ödemeyip de hakkında icra takibi yapılan kişilerin ev ve işyerlerindeki telefon haczedilip konuşmaya kapatılırdı. Bu nedenle evinde telefonu olanlar nispeten zengin ya da en azından orta halli bir ekonomik seviyede olanlardı. Hatta uzun yıllar (mesela 4-5 yıl) bekledikten sonra evine yahut işyerine telefon bağlananlardan bahsedilir, daha kısa sürede telefonu bağlananlar için “Acaba milletvekili ya da bakan tanıdığı vardı da torpil mi yaptırdı?” diye söylenirdi. Bunları bildiğim için aboneliğe yazıldıktan sonra kaç yıl bekleyecektim kim bilir! Bu durum bir muamma olmakla birlikte, kasabamıza telefon santrali yapıldığı için (500 hatlı bir telefon santralinin henüz inşaatı devam ediyordu) en fazla bir yıl bekledikten sonra telefonumuzun bağlanabileceği de söyleniyordu.
Tabii 1980’li yıllarda her yerleşim yerinin, yani il, ilçe, belde hatta köylerin bile ayrı birer telefon (alan) kodu bulunuyordu. 1990 ve sonrasında doğanlar için bu açıklamayı yapmak lazım. Örneğin, şimdi bulunduğunuz şehirden başka bir ili telefonla aramak istediğinizde o şehre ait telefon kodunu tuşlamanız gerekirdi. Bu kodların gösterildiği telefon rehberleri PTT Müdürlüklerinde bulunurdu. Telefon kodları tek rakamdan dörtlü rakama kadar değişirdi. Mesela İstanbul’un şehirlerarası telefon kodu 1 iken bizim ilçeninki 511, Çoğulhan kasabasının telefon kodu da 7796 idi. Dolayısıyla komşu ilçe, kasaba ya da köy bile kodlu olarak ve şehirler arası ücretle aranırdı.
Tabii bir de ev ve işyerinde telefonu olmayanlar vardı ki o kişilerin başka bir şehirdeki birini telefonla araması adeta bir merasime tabiydi. Önce bulunduğunuz yerdeki PTT’yi arayıp görüşmek istediğiniz telefon numarasını yazdırıyordunuz. Yazdırmak ne demek mi? Şöyle anlatayım efendim. Örneğin Afşin ilçesinden, İstanbul’da Av. Sabit Eymen’le telefonla görüşme istediğiniz olduğunu varsayalım. Ya Afşin PTT’sini (şehiriçi arama denilirdi buna) arayıp kayıt verirdiniz ya da Afşin PTT Müdürlüğüne gidip görüşmek istediğiniz kişinin telefon numarasını matbu bir evraka yazıp görevli memura uzatırdınız.
Memur sizden aldığı numarayı önce İstanbul PTT’sine bildirir, oradaki görevli de avukatın bürosunu/evini arar ve bağlantı sağladığını bulunduğunuz yerdeki görevliye bildirir ve sizin ev telefonunuz aranır yahut merkezde iseniz boş olan bir telefon kabinine girmeniz söylenir. Çoğu kere de yan yana dizili 1, 2, 3 ve devamı şeklinde numaralandırılmış olan yerlerden birisine girmeniz yönünde talimat alırdınız. Telefon kabinine girip ahizeyi kulağınıza aldığınızda muhatap olduğunuz PTT çalışanı “İstanbul’u bağlıyorum görüşebilirsiniz.” dedikten sonra aradan çekilir ve İstanbul’daki memur da “Av. Sabit Eymen’i bağlıyorum, görüşebilirsiniz.” diyerek aradan çekilirdi.
Şehirler arası telefon görüşmelerinde sıraya yazılıp bekleme dışında ‘yıldırım telefon’ diye tabir edilen ve diğerine göre daha pahalı yapılan telefon görüşmesi vardı. Normal olan, yani görüşmek istediğiniz kişinin telefon numarasını ve ismini verdikten sonra bir müddet beklediğiniz görüşme türü ki ekonomik olduğu için daha çok tercih edilirdi. Bu şekilde olan aramada, ortalama yarım saat ila bir saat arasında beklenebilirdi. İşte bu şekildeki telefon görüşmelerine dair şahit olduğum bir olayı da buraya yazmadan geçemeyeceğim.
Bir gün sabahleyin okuldaydık. O dönemde Afşin İmam Hatip Lisesi’nde sabah 9 ila öğleden sonra 16.00 arasında dersler devam ederdi. O gün sabahleyin 3. ve 4. saatlerde, Cihangir Hoca’nın dersi var. Cihangir Hoca, memleketi olan Rize’ye (muhtemelen babasına) telefon edecekmiş. Tabii daha sakin olacağı için de öğle saatlerini tercih etmiş. Hocamız bize 4. dersin ortasında: “Çocuklar gürültü patırtı yapıp da müdürün dikkatini çekmeyin. Memlekete telefon etmem lazım, PTT’ye biraz erken gidip de şehirler arası telefon görüşmesi için ismimi yazdıracağım, bana müsaade.” diyerek sınıftan ayrıldı. Bu Cihangir Hoca’nın söylediği de (tıpkı diğerlerinin dedikleri gibi) ne tuhaf değil mi? En küçüğü 17 yaşında olan 20 civarındaki lise öğrencisine, uslu uslu oturun sınıfta gürültü yapmayın diyor!
Neyse biz o gün anlaşılan pek gürültü patırtı yapmadık ki sınıfa ne nöbetçi öğretmen ne de idarecilerden kimse uğramadı. 4. dersin bitimini bildiren zil çaldıktan sonra öğle tatiline çıktık. O günün şartlarında aileleri ilçede oturan arkadaşlarımız ile ev kiralamış olanlar (ev dediysem, daha ziyade bir evin tek odasının kiralanması ya da işhanı gibi yapılarda ikinci kattaki dükkan gibi yerlerdi) yanında benim de dahil olduğum 3. bir grup vardi ki her sabah okula gelip akşam köy ya da kasabalarına dönerlerdi. Bu seyahatlar ayrı bir yazı konusu olmakla birlikte, bizler genellikle öğleyin o da lisenin sonlarında çarşıya gidip bir lokantada tek kap yemeğimizi yer ve geri okula dönerdik. Hatta evi hatırladığım kadarıyla okula 3 km civarında olan Doğan bile öğle arasında evlerine yemek için gider gelir ve saat 13.30’daki derslere yetişirdi.
İşte 4. dersin yarısında sınıftan ayrılan ve okula 500 metre mesafedeki PTT binasına giden Cihangir Hoca’nın telefonla görüşmek için beklediğini bizler öğle arasında çarşıya giderken görmüştük. Yemekten ve öğle namazına camiye gittikten sonra okula geri gelirken aynı caddeden geçtiğimizde öğretmenimiz henüz görüşmesini yapmamış hâlâ bekliyordu.


Yorumlar - Yorum Yaz