Medebiyat Mecmuası’nın sahibi ve başmuharriri Meyancı Tarkan Efendi fesinin püskülünü eliyle düzeltip kirli saçlarından kenarları yağdalanmış fesini başına itina ile yerleştirdi. Redingot ceketini sırtına geçirdi. Aynada kravatını ve yakalarını düzeltti. Kravatı ile aynı kumaştan kesilmiş yaka mendilini muska gibi katlayıp üst cebine yerleştirdi. Ahlat yapımı kartal başlı bastonunu eline aldı. Cağaloğlu’na gitmek için kapıda hazır bekleyen faytona bindi.
Sirkeci istikametinden Babıali önünden Cağaloğlu yokuşuna davranan faytondan tanısın tanımasın sokaktaki insanları sadrazamvâri selamlamayı ihmal etmiyordu. Bir ara gözleri ileride hararetli konuşmaların yaşandığı bir kahvehaneye takıldı. Hemen faytoncuya seslendi:
-“Azizim burada duralım. Siz beni ikindi namazını müteakiben Ayasofya Camii önünden alırsınız. Lütfen unutmayınız. İkindiyi müteakiben Ayasofya Camii önünde bekliyor olacağım.”
Pala bıyıklı faytoncu kemali ihtiramla: “Baş üstüne beyzadem.” dedi ve yolcusunu indirip kırbacını “Deh” diyerek şaklattı. Fayton salına salına yolda kaybolurken Meyancı Tarkan Efendi de kahvehaneye daldı. Gözü Fecr-i Mazi Mecmuası Başmuharriri Fecâizade Mertcan Efendi’yi arıyordu ki ileride direğin dibinde pineklemiş nargilecilerin masasında gördü onu.
Fecâizade Mertcan Efendi, nargilesinin marpucunun imamesini emzik gibi ağzına alıp elma aromalı dumanı keyifle üfürüyor, arada bir ateşdanlığa bir iki ufak köz atıyor, mütemadiyen şişeyi fokurdatıyordu. Eee, “Nargile içmek bir sanattır.” diye boşuna lakırdı etmemişler efendim. Başmuharrir Fecâizade Mertcan Efendi’nin ‘maşası, meşesi, Ayşe’si, köşesi’ dört dörtlüktü. Ayşe dedikse yanlış anlamayın zinhar. Nargile kültüründe nargile içen ehl-i keyfe hizmet eden ve sürekli köz taşıyan kahveci çırağına Ayşe denirdi ki zaten bir erkek çocuk olurdu bu kişi.
Meyancı Tarkan Efendi oldum olası bu mereti sevememişti. Hele bu tiplerin “Nargile uluorta yerde içilmez, bir köşe lazım.” demelerine, nargilenin közünden sarma cigarasını yakmaya çalışanlara “Efendi bu hareket, nargileye hakarettir.” demelerine, ikide bir “Efendi köz getir!” diye böğürmelerine uyuz olurdu. Belki de Fecâizade Mertcan Efendi ile arasında cereyan eden rekabet ve hazzetmeme gibi duyguların başlangıcı belki de bu nargile muhabbeti olsa gerekti.
Meyancı Tarkan Efendi bir iskemle kaparak Fecâizade Mertcan Efendi’nin yanına çöktü. Karşılıklı Hacivat Karagöz oyunu gibi eğilip doğrulmak suretiyle icra edilen selamlama seremonisinin ardından sözü direk edebiyat muhitlerinin son günlerde en çok konuşulan dedikodularına getirdi:
-“Efendi duydun mu? Teşbih Siklet Efendi, Mikdam’dan ayrılmış, kelimesine 10 kuruşa Zanin ile anlaşmış. Azami 550 kelime yazacakmış her sayıda.”
Fecâizade Mertcan Efendi duyduğu bu havadis karşısında şaşkınlıktan henüz bir nefes çektiği nargilenin dumanını nerdeyse yutacak olmuş bu yüzden öksürüğe boğulmuştu. Zaten akşamları gizli gizli çektiği rakıları ifşa eden patlıcan moru burnu ile normalde sarı olan yüzü neredeyse pişti olmuştu. Meyancı Tarkan Efendi refikinin sırtını bir iki tıpırdatıp hemen bir bardak su ikram etti.
-“Su gibi aziz ol Meyancı Tarkan Efendi. Yahu az evvel o herif bizim Fecr-i Mazi’de yazacağı her fıkra başına benden 10 sarı liraya anlaşmıştı. Emin misin?”
-“Yahu mirim şimdi buraya gelirken duydum.”
Fecâizade Mertcan Efendi nargilesinden endişeli bir nefes daha çekerken kafasında süratli bir hesap yaptı.
-“Yahu ortalama 550 kelime yazsa on kuruştan 5 bin 500 kuruş eder. O da 55 lira eder. Vay açgözlü herif. İngiliz hayranı ne olacak! Aklınca yazı başına 50 sterlin alacak. Piyasayı artıracak. Herkes bu parayı isterse batarız.”
-“Neyse boş verelim bunu Fecâizade Mertcan Efendi. Bana dün bir paşazâde geldi. Hikâye yazarmış. Yayınlamamı istedi. Adı Behlül idi sanırım. Babası eski nazırlardan Sulhi Paşa mıymış ne?”
-“Yahu azizim hafif tıknaz, sarışın bir delikanlı değil mi?”
-“Evet, evet. Dar’ül-fünûn’da edebiyat muallimi imiş galiba. Yeni başlamış. Sen nerden tanıyorsun?”
-“O herif bana da geldi. Artık Mepusant tarzı vakıa hikâyelerin modasının geçtiğinden dem vurdu. Rusya’da Anton Çehov nam bir adam çıkmış. Onun tarzında hikâyeler yazıyormuş. Bu hikâyeler vakıadan ziyade bir hâli aktarıyormuş.”
-“Demek sana da geldi öyle mi?”
-“Yahu bana da geldi ama ben pek ciddiye almadım. Yazdıkları da çok sıkıcı şeylerdi. Okumuşsundur sen de.”
-“Ne yalan söyleyeyim ben okumadım henüz.”
-“Baktım ağzı kalabalık, zamane züppelerine benziyor. Hani üzerine alınma henüz 25’inde var yok, elinde bir baston, boynunda bir fular. Avrupai bir ağızda dil kırmalar. İkide bir Fransızca lakırdılar. Gözüm tutmadı. Hafifmeşrep bir oğlan. Defettim gitti başımdan. Sermuharrir Agâh Efendi görsün. Sana haber veririz dedim. Demek benden sonra sana geldi.”
-“Yahu azizim benden sonra sana gelmiş olmalı. Zira mâlum-u âliniz çok ukala bir tip. Öyle nezaket falan hiç bekleme. Yahu insan ben şuradan geldim der değil mi yani? Peki, sizin Agâh Efendi okumuş mu bari?”
Fecâizade Mertcan Efendi ağzının arandığını fark edince açık vermemeye dikkat ederek:
-“Henüz bana dönmedi üstadım. Onun da beğeneceğini sanmıyorum. Kötü, çok kötü.”
Fakat Meyancı Tarkan Efendi alacağı mâlûmatı almıştı. Kaçtır bu tür mevzularda Fecâizade Mertcan Efendi ne derse tersini yaptığında kazançlı çıkıyordu. O eğer birini övüyorsa bil ki fena kimsedir, birini de yeriyorsa mutlaka onunla ilgili bir menfaati vardır ve onu başkasına kaptırmak istemez. Tabii Fecâizade Mertcan Efendi de aynı hislerle rakibi Meyancı Tarkan Efendi’yi tartardı. Aslında her ikisi de matbuat âleminin cambazıydılar. İp tek olunca iki cambaz bir ipte oynamaz kavl-i meşhuru mucibince bazen birisi, bazen diğeri dengesini kaybeder ama tam düştü derken elini uzatır, çekip yukarı alırdı. Zira her ikisi de böylesine aklından geçeni okuduğu bilindik rakibini korurdu ki yarın karşılarına karnından düşünen bir tilki çıkmasın. İstisnaların kaideyi bozmadığının ispatı bu iki cambazın aynı ipte bir altta bir üstte oynamalarıydı desek mübalağa etmiş olmayız.
Meyancı Tarkan Efendi aldığı bu tiyolardan sonra mevzuun istikamet dümenini başka bir yöne çevirivermişti.
-“Yahu mirim bu mevzuyu geçelim de geçen gün Tasvir-i Eş’ar ile Tercüman-ı Edebiyat birbirine girmiş. Sen benim muharririmi çaldın diye...”
Fecâizade Mertcan Efendi kulaklarına kadar kızarmıştı ama bozuntuya vermeden cevapladı bu soruyu da:
-“Duydum, duymaz olur muyum? Ya şeye ne dersin? Hani vardı ya şu canım Monşer Hilmi Efendi işte… Meşhur hikâyeci Asım Rasim’i Fransız edebiyatından intihal etmek ile suçlamaz mı, asıl oradan başladı onların münakaşaları.”
-“Matbuatta böyle şeyler caiz mi Meyancı Tarkan Efendi? Olmaz ki kalemin de bir namusu var, mecmuanın da. Neymiş efendim meşhur Fransız bilmem ne de romanında köyden şehre kaçan bir kızcağızın başından geçen sergüzeşti kaleme almış, Asım Rasim Efendi de... Yahu el insaf köy sadece Fransa da mı var? Köyden kaçmayı Fransızlar mı icat etti? Evinden kaçan gençlerin başına sadece Fransa da mı iş geliyor? Ayıptır.”
-“Onu bilmem de iki kuruş fazla mangır sıkıştırıp eline muharrir çalmak kısmını tasvip etmiyorum. Biz darphane-i şahane miyiz bilader? Biz para basmıyoruz ki. Tabettiğimiz üç beş sarı sahife. Nereden geliyor bu yoğurdun bolluğu? Ama ben biliyorum. Bunlar hep bir ucu dışarıda gizli cemiyetlere giren devlet, millet ve padişah düşmanları… İngiliz’in, Alaman’ın arasında gidip gelip para sızdırıyorlar. Sonra da burada hürriyet kahramanı kesiliyorlar. Padişaha söv, millete söv, dine dil uzat. Olmuyor bilader olmuyor. Farmason localarında devşirilen bu herifler memalik-i Osman’ın bence baş düşmanlarıdır.”
-“Şimdi Fecâizade Mertcan Efendi azizim ben siyaseti pek hazzetmem de şu muharrir aparmalara ben de bozuluyorum ama mesela şimdi şu Behlül Efendi bana da geldi sana da. Farz edelim ki ben yayınladım. Sonra sen: “Benim yazarı aldın.” mı diyeceksin?
-“Azizim, ne münasebet. O adamın benden sonuç almadan sana gelmesi doğru değil. Senin de ona: “Benden önce bir başkasıyla görüştün mü?” diye sorman gerekirdi. Bence bu işin adabı budur.
Meyancı Tarkan Efendi bu son söz üzerine herhangi bir onay vermeden müsaade isteyerek oradan ayrılıp hemen bir fayton çağırdı. Faytoncuya: “Dar’ül-fünûn’a sür!” dedi.
Fecâizade Mertcan Efendi de Meyancı Tarkan Efendi’nin böyle alelacele çıkmasına bir anlam veremedi. İçine bir kurt düştü. O da kahveden dışarı çıktı. Tam bir faytona biniyordu ki mecmuanın başmuharriri Agâh Efendi’nin Babıaliye doğru yürüdüğünü gördü. Peşinden: “Agâh Efendi, Agâh Efendi!” diye avaz avaz bağırdı. Agâh Efendi sesi duyar duymaz döndü. O da Fecâizade Mertcan Efendi’ye doğru yürüdü:
-“Hayırdır mirim?”
-“Hayır, hayır. Şu sana verdiğim hikâyelere baktın mı? Nasıldı?”
-“Dar’ül-fünûn muallimi Behlül Efendi’nin hikâyeleri mi?”
-“Evet, evet onlar. Nasıl buldun?”
-“Harikulade, gerçekten müthiş. Mutlaka yayınlamalıyız derim.”
Fecâizade Mertcan Efendi bu sözü duyar duymaz hemen yoldan geçen bir faytoncuyu çevirdi ve aceleyle bindi. Faytoncuya: “Dar’ül-fünûn’a sür! Mümkünse kısa bir yol biliyorsan oradan sür. Çabuk acele et!” dedi. Bir yandan da Agâh Efendi’ye bağırdı:
-“Çabuk mecmuaya git. Mürettipler Behlül Efendi’nin bir hikâyesini yarın çıkacak olan yeni sayıya yetiştirsinler. Gerekirse benim yazıyı çıkarsınlar. Hasta masta yazsınlar benden için.”
Agâh Efendi ne olduğunu tam anlamamıştı ama yönünü mecmuanın basıldığı matbaaya çevirdi.
Bu sırada Meyancı Tarkan Efendi Dar’ül-fünûn’a varmış, o esnada derste olan Behlül Efendi’yi bekliyordu. Derken merdivenlerin başında yanında talebeleri olduğu halde Muallim Behlül Efendi belirdi. Hem onlarla konuşuyor hem de ağır ağır merdivenlerden alt kata iniyordu.
Meyancı Tarkan Efendi hemen ayağa fırlayarak ona el salladı. Behlül Efendi de onu görmüş ve başıyla mukabele etmişti ki Fecâizade Mertcan Efendi kan ter içinde salona girdi. Meyancı Tarkan Efendi’nin sırtı ona dönük olduğu için Fecâizade Mertcan Efendi’yi görmemişti. Fecâizade Mertcan Efendi hemen koşarak merdiven basamaklarını henüz yarı etmiş Behlül Efendi’nin elini tuttu ve derhal söze girdi.
-“Kıymetli üstadım Behlül Efendi, bizim başkitabet müdürü Agâh Efendi hikâyelerinizi çok beğenmiş. Hikâye başına size tam 10 Osmanlı lirası telif ödeyeceğiz.”
Muallim Behlül Efendi ne olduğunu tam anlamamıştı ki Meyancı Tarkan Efendi elindeki mecmuayı Behlül Efendi’nin gözüne sokarcasına uzattı.
-“Üstadım, konuştuğumuz gibi 50 sterlin karşılığında hikâyelerinizi tabedeceğiz. İşte ilk hikâyenizi yarın çıkacak olan mecmuamızın son sayısında bastık bile. Arık bizim mecmuanın ser hikâyecisi oldunuz. Buyurun bakın, nasıl olmuş?”