Sanırım 1985 yılı temmuz sonu yahut ağustos başıydı. Fakat mahalli tabirle “tomus sıcakları” çoktan başlamış ve güneşin harareti beynimizi kaynatırcasına tepemize vuruyordu. Gerçi yaşlıların “ekin yetiren sıcakları” diye bir tür aşırı sıcaktan bahsettiklerini de duymuştuk ama bu sanki onlardan da beter bir durumdu.
Hacı Hasgül Emmi, Çarmıklı’nın (Çarmıklı İnşaat Anonim Şirketi) Çoğulhan-Alemdar Yolu üzerindeki işçi koğuşlarının arkasında kalan tarlasını samanı bol olsun diye biçerdöver yerine tırpancılara tırpanlatmıştı. Haliyle buğdayların anadutla kaldırılıp, kara patosun bulunduğu römorka atılması kolay olmuyordu. Dengeyi sağlamadığınız zaman buğday demetleri başınızdan aşağı saçılıyordu. Acemiliğinize mi yanarsınız yoksa perişanlığınıza mı ya da gömleğinizden içeri süzülüp kılçıklarıyla vücudunuzu tahriş eden buğday saplarının verdiği kaşıntıya mı tercih sizin.
Çalışanların başından bir dakika bile ayrılmayan tarla sahibinin adım adım sizi takip ediyor hissine kapılırdınız. Bu nedenle sıkı bir çalışma disiplini içerisindeydik adeta! Daha önce hiçbir kimsenin tarlasında harman ya da patos işinde bu şekilde çalıştığımı hatırlamıyorum. Gerçi daha önceki yıllarda konu komşunun pancar tarlasına çapa için çalışmaya gittiğim olmuştur. Ama çapa işinin patosta çalışmanın yanında esamesi bile okunmazdı.
O gün tarlada benimle birlikte çalışan yakın arkadaşım ve mahalleden komşumuz Yasin, Aslan Emmi’nin oğlu Cengiz, Hacı Omar’ın oğlu Hacıbiş ve şu an ismini hatırlamadığım bizim kasabadan bir arkadaşla birlikte tarla sahibinin oğlu Mıktad’ı da sayarsak toplamda altı kişiydik.
Patos sahibi ve Hacı Hasgül Emmi’yi ilave edersek koca tarlada bulunanların sayısı sekiz oluyordu. Fakat patos sahibinin işi, üzerinde patos monte edilen traktör romörkunu tarlanın uygun yerine park edip çalışır hale getirdikten sonra biterdi. Sadece patos kayış atarsa, yahut öğleyin yemek molasında traktörü stop ederse yeniden çalıştırdığında (kayışı tekrar ayarlamak için) bir yarım saat civarında uğraşır, bunun dışında traktörüne yakın bir noktada oyalanırdı.
Yasin ve ben ilk kez bu şekilde bir işte çalışıyorduk. Hacibiş, Cengiz ve diğer arkadaş ise daha önce başka tarlalarda da bu ve benzeri işlerde çalışmışlardı. Tabii biz hem patosta ilk kez çalışıyor olmanın verdiği zorluk hem de tarla sahibinin titizliği sebebiyle güneşin alnımıza vuran sıcağından önce adeta bir ateş çemberinde kalmış gibi terliyorduk.
Tarlada tek bir ağaç ya da gölgesinde dinlenebileceğimiz bir yapı da yoktu. Gölge olarak (tabi bizim oralarda “gölge”ye “kölge” denilir o başka) sadece patosun kurulduğu traktör romörkunun gölgesinden bahsedebilirsek de burası hem patosun sıcaklığı hem de yoğun saman tozu sebebiyle oturulacak gibi değildi.
Arkadaşımla biz sigara içmiyor ve durmaksızın çalışıyorduk. Diğerleri ise (Mıkdat dahil) sigara içmekteydiler. Tabii Mıkdat römorkun üzerinde kurulu olan patosun haznesine elindeki dirgenle sürekli buğday desteleri attığı için ancak iki saatte bir verilen 10 dakikalık mola esnasında (o da babasının yakında olmadığını gözetleyerek) sigarasını tellendiriyordu. Hasgül Emmi işçilerin bu sigara içme işinden pek memnun değilse de ses etmezdi. Kendisi de hiç sigara içmeyen ama çalışanlara da neden “cuvara içtiklerini” sormayan işverenimiz “fazla avara olmayın” diye usulen ikazda bulunmaktan da geri kalmıyordu.
Hatırımda kaldığı kadarıyla Hasgül Emmi tıpkı kardeşi gibi çiftçilikle geçinen ve bu nedenle de evi ile tarlası arasında koşuşturan birisiydi. Neredeyse tüm vakit namazlarını camide cemaatle kılar, öğle ve yatsı namazlarındaki iki rekat olan vaktin son sünnetini ise dörde tamamlayarak eda ederdi. Bu şekilde namaz kılan o tarihlerde pek yoktu. Çocukluğumuzda bu iki kardeşin cemaatten farklı olarak iki rekat olan sünnet namazlarını neden dört rekat olarak kıldıklarını büyüklerimize sorduğumuzda, “Onlar şıha bağlı, şıhları da öyle tembihlemiş.” derlerdi. Sonraki yıllarda bu iki kardeşin Darendeli bir şeyh efendiye müntesip olduklarını duymuştum.
Aslında komşu köyden (Alemdar köyü) olmalarına rağmen, ne zaman bizim kasabamıza taşındıklarını bilemediğim Çoğulhan’da yaşayan bu iki kardeş, genel olarak sakin bir hayat sürer kimseyle kavga gürültüleri olmaz, insanların aleyhlerinde tek kelime konuşmazlar, bizim kasabada da onların gıyabında olumsuz söz söyleyen olmazdı.
Vakit öğlene yaklaşmış saat on ikiyi çoktan geçmişti. Aslında bir taraftan yorulmuş bir taraftan da fena halde açıkmıştık. Lakin bir türlü çalışmaya ara verilmiyor dahası ne zaman ara verileceği de bilinmiyordu. Tarla sahibine kimse cesaret edip yemek molasının ne zaman olacağına dair bir soru da yöneltemediği için mecburen patoscuya “Emmi na zaman ara vericik işe?” diye sordum. Adam önce anlamamış gibi yüzüme boş boş bakmış, sonra vaziyeti anlayıp “Ben ne biliyim, Hasgül’e sorsana.” diye çıkışmıştı adeta.
Neyse biz gelelim patos işine. Gün öğleye yaklaşmış, bir taraftan yorgunluk, bir taraftan susuzluk bizi halsizleştirmiş, ne zaman öğle yemeği için ara verilecek diye göz ucuyla birbirimize bakıyorduk. İşte tam bu esnada patosta büyük bir gürültü duyuldu ve patosun kayışı kasnaktan fırlayıp çıktı. Şimdi kıymetli ve muhterem okuyucu daha patosun ne olduğunu yeni yeni anlamaya başlamışken, “patosun kayışının atması” da ne ola ki derse şaşırmam. Şöyle izah etmeye çalışalım efendim. “Patosun kayışı” buğday ya da arpa saplarını öğüterek saman haline getiren harman makinası olan patosun çalışmasını sağlayan bir tür banttır.
Traktörün arka şaft miline bağlanan ve adına kasnak denilen dairesel bir mekanizma ile kara patosun haznesinin her iki tarafında yer alan, (adeta otomobil tekerleği büyüklüğünde ve makinanın sağ ve solunda iki kulak gibi duran) ve sistemin çalışmasını sağlayan diğer kasnak arasına takılan traktördeki kasnağın dönmesiyle buradan aldığı güçle diğer kasnağı döndürmek suretiyle mekanizmayı çalıştıran bir bant diye anlatabilirim.
Tekrar gelelim kara patosun kayış atması meselesine. Aslında patos durup dururken kayış atmaz tabii. Bizim çalıştığımız harman makinasının kayışının neden attığını öğrenmek için patosta koltukçu olarak çalışan (Koltukçu dediğimiz işçi patosun en yoğun çalışanı olup traktörün üzerinde yer alır ve dört beş kişinin tarlanın köşe bucağından getirdiği buğday destelerini hazneye atar.) Mıkdat’ın römorkun gölgesine inip bir sigara tellendirdikten sonra nefeslenmesini müteakip “Hayırdır Mıkdat abi, ne oldu da patosun kayışı attı” diye sormam gerekiyormuş.
Meğer Mıkdat güvenlik görevlisi olarak çalıştığı Adana’nın sıcağından kaçıp biraz da dinlenebilmek amacıyla yaz tatilini geçirmek için Çoğulhan’a geldiği günün ertesinde tarlaya çalışmak için götürülmesinin de etkisiyle, burnundan soluğu esnada elinde bulundurduğu dirgeni patosun haznesine atmış, buğday saplarını öğütmeye göre ayarlanmış patosta kayış atmış.
Mıkdat’ın konuya dair hiç unutmadığım özgün cümlesiyle yazımı tamamlıyor hepinize saygılarımı sunuyorum aziz okuyucularım.
Sahi Mıkdat ne mi demişti?
O’nun cümlesi aynen şu şekildeydi:
“Bu gavur babam, eğer patosa dirgeni atıp çalışmasını durdurmasaydım, hepimizi bu sıcakta öldürecekti!”