KOCASI İÇİN DELİ DİVANE

Babası ülemadan, lâkin kendi kör cahildi. Hiç okuma bilmeyenler için “Elifi görse mertek sanır!” derler... Bu tâbir de Zihniye Hanım’ın cehaletini ifadeden âcizdi. Çünkü, o zavallı ne lafzen ne şeklen merteği de tanımazdı. Babası, koca sarığına rağmen, kadınların okumasına aleyhtardı. “Onları okutmak, ilmin kadrini alçaltmaktır.” demekten çekinmezdi. Fakat, kızına da çok para bıraktı. Hanlar, iratlar... İzdivacına sürü ile talip zuhur etti. Küçük hanımın zenginliğiyle hepsinin başı dönüyor, hiçbiri ilmini, terbiyesini sormuyordu. Nihayet, Sünuhi Efendi isminde, dörtlük bir kâtip, talihin yardımı ile en ileri giderek izdivaç borusunu çaldı. Düğün dernekle koyun koyuna girdiler. Birbirini o kadar sevdiler ki bu muhabbete gıpta etmedik kalmadı. Fakat, maatteessüf, gitgide erkeğin sevgisine durgunluk geldi. Hanımınki bütün bütün şiddetlendi. Kocasını, bütün cihandan ve kendi gözünden kıskanıyordu. Saf insanların düşkünlükleri ne belâdır: Arzularını, yenemezler; hırslarını gidermeyi bilmezler. Zavallı koca, orsa boca hanımın bir taraftan bu iptilâsını öbür taraftan parasını çekiyordu.
Zihniye Hanım’ın zihni hep efendisiyle meşguldü. Herkese karşı, onun hüsnüyle, zekâsiyle, dirayetiyle övünürdü. Hakikatte ise Sünuhi Efendi ne sima ve ne de zekâca hiçbir şey değildi. Ağzı burnu tamamdı, elifi görse mertek sanmazdı; işte o kadar. Zekâ, hiç kimsenin suratında: “İşte, ben buradayım!” ilanıyla haykırmaz. Bazen, onun nereye saklandığı da bilinmez. Fakat, herkes ona mülkiyet iddiasındadır. Onu izhara türlü türlü vesileler ararlar. Zevcesinin muhabbetinden bıkan Sünuhi Efendi, kendi dehâ ve cemali hakkında ondan duyduğu metihlere henüz kanamamıştı. Onu söyletir, dinler ve bu husustaki sözlerine hemen dini bir iman getirirdi. İş güç sahibi görünmek cakası ve gayet dûn bir maaşla devam ettiği resmi dairenin siciline kendini erbab-ı teliften kaydettirmek için “İnsanlık Vazifesi” unvanıyla gayet yavan, saçma sapan, otuz kırk yapraklık bir eser yazdı. Gazetelerle parlak reklâmlar yaptı. Tanıdıklarına kucak kucak bedava dağıttı. Halk artık akıllanmıştı. İlân edilen eserin methinde ne kadar mübalâğa ve parlaklık varsa, metninde o kadar zaaf ve sönüklük olacağı tecrübe ile öğrenilmişti.
“İnsanlık Vazifesi”nin ilk sayfası arasına parmaklarını sokarak hoyratça, biintizam gedikli pürüzlü yaprağı ikiye ayıranlar, baş satırlara birer göz atar atmaz, kimi “Of” kimi “pof” bulantısıyla bir daha açmamak üzere kitabı bir tarafa fırlatıyorlardı. Bedava dağıtılmasına rağmen, “İnsanlık Vazifesi” hiç sürülmedi. Karısının metihlerinden cüret alarak dehâsının, okuyucular üzerinde göstereceği mıknatıs kuvvetine inanarak eseri o kadar fazla miktarda bastırmıştı ki, evdeki odaların birine dört bin nüshanın yığıntısı âdeta bir duvar teşkil ediyordu. Koca meftunu zavallı Zihniye Hanım, bu yığıntıyı, aynı nüshanın kesreti teşkil ettiğini bilmiyor, efendisini böyle dağ yığınları kadar kitap yazmış, pâyansız bir allâme sanıyordu. Fena gözden muhafaza için, kitapların üzerine beş pençeli çörek otlu bir nazar boncuğu takımı astı. Her gelen misafiri oraya götürerek: “Hanım, bakınız kocam ne kadar kitap yazdı. Maşallah aklı derya gibidir. Allah’ını seven Maşallah desin.” Herkese ciltlerin üzerine: “Maşallah tuh; tuh!” dedirtiyordu. Zihniye Hanım’ın bu büyük saffetiyle kocasına olan o nihayetsiz muhabbeti, mahalle halkına güzel bir istihza zemini oldu. Herkes ondan bahisle gülüp eğleniyordu. Mahalleye, iffetleri şüpheli bir aile taşındı. Açık saçık pencerelerden sarkıyorlar, tuvaletleri ve kahkahaları ile yolcuların gözlerini, kulaklarını yukarı yukarıya celbediyorlardı. Zihniye Hanım’ı büyük bir telâş ve keder aldı. Çünkü kocası oradan geçerken, evde fazla gürültü oluyor yahut ki kıskançlık vehminden zavallı kadına öyle geliyordu. Saf kadının, bu yeis ve merakına vakıf olanlar, eğlenmek için onu fitleyerek büsbütün çıldırtmağa başladılar. Diyorlardı ki: “Kocan, o kadınlardan birini seviyor. Mahsus hep oradan geçiyor ve geçerken öksürüyor. Sonra, işaretleşiyorlar.” Adamcağız, akşam evine gelir gelmez, kadın bulaşıyor. Sünuhi Efendi hep bu iftiraları reddediyor, fakat her gece dır dır, rahatsızlık, kavga kıyamet kopuyordu. Genç komşu hanımlar, bu kadarla kalmayarak, muzipliği ileri götürdüler. Erkekten kadına bir muhabbetname müsveddesi yaptılar. Bunu yaldızlı, allı, güllü bir kâğıda temiz çektikten sonra, biçare kadına götürerek: “Bak, muhabbetine emniyet ettiğin kocan ne haltlar etmiş.” Kadıncağız çırpına çırpına haykırarak: “Ne yapmış, a dostlar, şimdi yüreğime iner?” “Ne yapacak! Bu nâmeyi yazmış, o karılara göndermiş. Onlar da âleme göstererek eğleniyorlar. Elimize geçti. Biz de sana getirdik. Erkeğe inan olur mu? Bak ne diller dökmüş.” diye birtakım ahlı ateşli cümleler okuyarak zavallıyı zır deliye çevirdiler. Zihniye mektubu alır, o gece kocasına gösterir. Adam katiyen reddeder. O yazı kendinin olmadığını anlatır. Lâkin kadın inanmaz. Boğaz boğaza gelirler. Ertesi günü Zihniye Hanım: “Bundaki yazı bizim efendinin yazısı mı?” sualiyle, mektubu göstermedik kimse bırakmaz. Herkes güler, fakat kimse merakını halle medar olacak bir cevap vermez. Nihayet kadının biri der ki: “Git Laz hocaya danış. Bu yazı sizin efendinin midir, değil midir, o sana kesin kes cevabını verir.” Zihniye Hanım çarşaflanır, elinde mektupla doğru Laz hocaya koşar. Hocayı dükkanında elinde kitap, koca sarığının gölgesine gömülmüş, mütalaa ile meşgul bulur bahtsız kadın, ağzından burnundan sulu sepken bir ağlama ile pek yanık bir perdeden başlar:
-“Ah hoca efendiciğim! Sarığını seveyim. Gördün mü başıma gelenleri? Bu yaştan sonra bizimki azdı. Kötü karılara nameler yazdı. Al bak, işte oku.” Hoca okuyarak:
-“Neuzubillah! Bilir misin kadın, bu dünya bir öküzün boynuzunda, öküz balığın üzerinde durur? Balık bir süt deryasında yüzer. Kaçan ki, bir avratla bir er kişi harama uçkur çözer, süt deryasına cehennemden bir alev eser, balık kızar, öküz sallanır, titrer, dünya temelinden oynar.”
-“Ah hocam, balıktan, öküzden, dünyadan evvel benim yüreciğim oynadı, titredi, harap oldum, bittim. Sana malumdur, bana söyle, bu yazı bizim efendinin yazısı mı?” Hoca şaşırarak:
-“Ben ne bileceğim? Sen bana dedin ki, bu yazu bizim efendinindur. Ben de sana dedum ki, bu yazu zina, günah-ı kebairdendur. Yedi kat yerler sallanır, arş-ı al titrer. Melekler kaçar, şeytanlar keyiflenir.”
-“Bunu bizim efendi yazmış diyorlar. Fakat kendine gösterdim, inkâr ediyor.”
-“İnkar da ikrar da ef’al babından gelir. Bu baptan gelen mehmuzu’l-fâ fiillerin tasriflerini bilir misi? Amen, yümin, imanen, fehu ve mümin velâahir… Mazisinde amen, amenna, amenu, amentü... Veilâahire... Dikkat eder misun ki fail fiiller bu sigalarda elifin hemzesiyle sakin olarak birleşmiş olduğundan vücub ile elife kalbedilerek tahfif olunmuştur.
-“Hocam, ben öyle derin lakırdılardan bir şey anlamam! Söyle, bu yazı bizim efendinin mi; değil mi?”
-“Söz anlamaz mısın behey kadın?”
-“Ben, öyle sözleri anlayamam!”
-“Evde sizin efendinin başka yazısı var mı?”
-“Çok... Dağlar gibi.”
-“Öyle oluncak bir tanesini buraya getir. Bununla oni yan yana koyalım! Bakalım bu mi ona benzer, o mi buna benzer? Bir kıyas-ı salim yapalım, ben sana diyeyum ki bu iş nedur.”
-“Ha şöyle... Allah râzı olsun.” Zihniye Hanım eve gider. “İnsanlık Vazifesi” yığıntısından bir nüsha alır getirir. Lâkin Hoca, kitabı açınca celallenerek:
-“Ne derde beni günaha sokarsun? Bu kitap matbudur.”
-“Nedir, nedir anlamadım?”
-“Matbudur.”
-“Ne demek o?”
-“Türkçesi, basılmış, demektir.” Kadın, bir yaygara kopararak:
-“Aaa! Üstüme iyilik sağlık kocam mı basılmış?”
-“Sus bağırma! Ayıptır, günahdur.”
-“Hocasın, kocama iftira etmek sana yaraşır mı?”
-“Hâşâ, ben kocan için bir şey demedum!”
-“Ya basılan kim?”
-“Kitap.”
-“Oh! Yüreğime su serpildi. Ben yanlış anlamışım. Şimdi bu kitaptaki yazıya bir de mektuptakine dikkatlice bak da söyle. Yazı bizim efendinin mi, değil mi?” Hoca, koca başını hiddetle sallayarak:
-“İnnallaha maassabirin. Bu hatunun hiç aklı yoktur. Be hey avrat, kitaptaki yazu senin kocanun yazusu değildur.”
-“Iyalimin yazısı. Gözümün önünde yazdı. Gözüme mi inanayım sana mı?”
-“Kadun, beni divane edeceksun. Kitaptaki yazu senin zevcinin değildur.”
-“Vallahi onundur.”
-“Yemun etme, veballenursun! Kitaptaki yazu huruf-u matbuadur!” Bu defa, Zihniye Hanım, topuklarına kadar hiddet kesilerek:
-“Başındaki koca sarığa aldandım. Meğerse senin bir şeycik bildiğin, anladığın yokmuş. Hep sarıklılar böyle ise vay halimize.” Kadın, öfkeyle kitabı, mektubu kaptığı gibi oradan çıkar. Bu macera da mahalleye yayılır. O semtin, alaycı güruhu bu derece şiddetli zevce muhabbetine nailiyetinden dolayı rast geldikleri yerde Sünuhi Efendi’yi tebriklere boğarlar. Zihniye Hanım kıskançlık mızmızlıklarını tahammülün üstüne çıkarır. Kocasının her hareketini kontrol altına alır. Zavallı adama serbest bir adım attırmaz olur. Bir insan, samimi ve hasbi sevdiği bir kimseyi muhabbetinin şiddetini vesile tutarak bu kadar rahatsız etmez, edemez. Buna gönlü razı olmaz. Sevdiklerini her dakika rahatsız, mustarip edecek surette sevenlerin muhabbetlerinde samimiyetten ziyade hodgâmlık vardır. Karşısındaki sevgide ne derece samimiyet ve hodgâmlık bulunduğunu anlamak işin Sünuhi Efendi bir hile düşünür. Mahalle bekçisine, o akşam yatsıdan evvel evlerinin kapısını çalarak: “Efendi; mahalleli camiye toplandı. Hükümetin emirleri okunacak, sizi de çağırıyorlar.” demesini tembih eder. Filhakika, o akşam yemekten sonra bekçi baba, çat çat kapıyı çalar, aynı ağzı kullanır. Acaba ne var? Zihniye Hanım’ı büyük bir merak alır. Efendi, boy kürkünü giyer; mendilini, tütün tabakasını cebine koyar. “Hayırdır inşallah!” temennisiyle evden çıkar; gider. Efendiye ait bir habbeyi, kubbe yapan Zihniye Hanım, onun avdetine kadar meraktan bir yerde duramaz. Pencereden kapıya, odadan sofaya gezinir durur. Nihayet kocası pek kederli, bir karış suratla gelir. Kadın helecanla:
-“Efendi ne var?”
-“Sorma Allah aşkına.”
-“Yoksa seni bir yere mi sürüyorlar? Çabuk söyle, yüreğim, sallana sallana şimdi kopacak.”
-“Ah, keşke dediğin gibi olsa.”
-“Ondan daha fena bir şey mi?”
-“Fenanın fenası.”
-“Nedir, bittim? Çabuk söyle.”
-“Gittikçe memleketin nüfusu azalıyormuş.”
-“Ey…”
-“Buna bir çare bulmak için çok gocuk yetiştirmek icap ediyormuş.”
-“Ay, aman yüreğim ağzıma geliyor.”
-“Evli olan erkeklerin birer defa daha evlenmeleri hakkında ferman çıkmış.”
-“Halt etmiş onu söyleyen! Evlenmeyenleri ne yapacaklarmış?”
-“İdam...” Zihniye Hanım, saçımı başını yolarak:
-“Sakın evlenme kocacığım.”
-“İdam mı etsinler?”
-“Etsinler. Şehit olursun. Gelir Cennet’te yine seni bulurum.”


Yorumlar - Yorum Yaz