Bir varmış bir yokmuş. Kula kul olan çokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, ay denizde gezerken, balık gökte yüzerken, atların et yediği, aslanın ot yediği, kurtlar kuzulaşırken, güvercinler ulurken, arının kişnediği “Kısrakbaşı Yaylası” denen bir masal ülkesi varmış.
Dört mevsimin yaşandığı bu ülkede; ahrazlar tellal iken, hantallar cevval iken, konuşanlar lâl iken; büyücüler, kâhinler, yarasalar, şahinler, şeytan meşrepli cinler ve totemci seçkinler sistemin beşiğini tıngır mıngır sallarmış. Bu topraklarda, “ateş suyu” içen insanların uyanmadan horlayıp yattığı, çetelerin, Baba’ların, “gürleyen sopa”ların ortalıkta cirit attığı, derin göl yılanlarının etrafı birbirine kattığı, ahâli “barış çubuğu” tüttürürken “savaş nâraları” atan hâkim güçlerin gönülleri kanattığı “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” olan bütün apaçiler tarafından da bilinirmiş.
Bu masal, yazının icadından evvelki tarih öncesi dönemlerde yaşanmış olan bir trajedinin destanıymış. Zaman tünelinden geçilerek gidilen Kaf Dağı’nın ötesindeki Kısrakbaşı Yaylası denilen bu bölge, Arizona eyâletinin güneybatısındaymış. Derin vâdilerle platolara ayrılmış olan Arizona topraklarının iç kısımlarını çok geniş bozkırlar kaplarmış. O zamanlar Arizona’nın ormanı gür, havası temiz, ırmakları gümrah akarmış... Arizona’nın Kolorado vadisindeki Kısrakbaşı Yaylası denilen ve rüzgâr kanatlı yabanî at sürülerinin dolaştığı bu bölgede, soylu bir kızılderili kabîlesi yaşarmış. Savaşçılıkta kimse bu
kızılderili kabîlesiyle boy ölçüşemez, ata binmede, ok atmada, avcılıkta ve cesarette hiç kimse onlarla yarışamazmış. “Melüncanlar” olarak anılan bu yiğit kabîlenin ahalisi, aklen değil ama vicdanen çok safmış. Bu sebeple kabîlenin başında bulunan “Ulu Büyükler” idârecilikte hiç zorluk çekmez, Manitû aşkına ya da “Kabîlenin âlî menfaatları adına” kızılderililerden devamlı fedakârlık ve ferâgat isteyerek veya “iknâ çadırlarını” kullanarak her meseleyi kolaylıkla hallederlermiş.
Kolorado vâdisindeki Kısrakbaşı Yaylası; insanların büyücülere hemen kandığı, hamâsi nutuklarla ayranının kabardığı, iş bilen ve iş bitiren tufeyli taifesinin cirit attığı, hayali tehlikelerle apaçilerin aldatıldığı bir garip kara parçasıymış. “Bir kişiye on payın, on kişiye bir payın” dağıtıldığı, yoksulu bol, adaleti kıt, insanları bir nevî kemiyet, yani “urbalarla kemik, mintanlarla et” gören bir zihniyetin hüküm ferma olduğu bu târihî yaylada ateş suyu tüketiminin her geçen gün arttığı, barış çubuklarının sürekli tüttürülmesine rağmen savaş baltalarının hiç elden bırakılmadığı da hayatın bir gerçeğiymiş.
Arizona’nın bu bölgesinde Batı’dan esen bâtıl rüzgârlar gönülleri kavururken çalınan tamtamlar çağdaşlıkla bir tutulurmuş. Apaçiler sarı benizlilerin kafa derisini yüzerken Vahşi Batı’nın kırk haramileri de ‘Beyaz Zencilere’ aynı işlemin değişik varyasyonlarını uygularmış.
Melüncanların yöneticileri ne hikmetse mideleriyle düşünüp karınlarından konuştukları için kabîle mensuplarının îkazlarından gerekli dersi alamazlar, miyop oldukları için de apaçilerin dumanlarla gönderdikleri mesajları okuyamazlarmış.
Kabîlede, kâhinlikle iştigal eden, ateş suyu müptelâsı olan, ulu büyük dedelerinden ilham alan kızılderililer; uygun adım yürümeyi maharet sayar, hâkim güçlerin esas duruş tâlimatına aynen uyar, belirlenen sınırların dışına çıkmama uysallığını gösterir, tavsiye niteliğinde söylenenleri hep emir telakki ederlermiş.
Kısrakbaşı Yaylası’nda kabîle reisliğine “ulu büyüklerin” nesebi dışındaki kızılderililer talip oldukları vakit “patlayan demirler” mârifetiyle cezalandırılır, beyinlerine demir korse takılarak balans ayarı yapılır, hâlâ ayar bozukluğu devam edenler Kutsal Manitû’nun lânetine uğrarmış. Bu topraklarda kara paraya hürmette kusur edilmezken “klorofilli bankerlerin” işkence direğine bağlandığı, etrafında ateş dansı yapıldıktan sonra durumdan vazife çıkarıldığı reddi imkânsız bir hâdiseymiş.
Melüncanlar Kabîlesi’nde “Vahşi Beygir Obası’nın eski seyisi” diye tanınan, “Masalcı Çoban ” olarak da bilinen fakat “Üvey Babalığıyla” meşhur olan ve sık sık “İmtiyazlı evlatlarıyla aile boyu sihir âyinleri” düzenleyen, çok şey konuşup hiçbir şey söylemeyen, “Oturan Boğa” isimli bir büyücü başı varmış. Her ne kadar zamana, zemine ve icâp eden duruma göre konuşur, dün söylediğini bugün nakzederse de sözlerinin şiddetinden ve olmayan hayat felsefesinin hiddetinden apaçiler “Oturan Boğa”dan çok çekinirmiş. Yaptığı tornistanların haddi hesabı olmadığı, nabza göre şerbet verme işiyle sınıf geçtiği, yaptığı akrobasilerle at sırtında “Ulu Kaya”yı aştığı, vâdettiği nurlu ufukların ne hikmetse elden uçtuğu bilinirmiş bilinmesine de lâkin nedendir bilinmez mükerreren gidip tekrar tekrar büyücü başı olarak geri gelirmiş.
Kısrakbaşı Yaylası’ndaki bu Melüncanlar Kabîlesi -meşrûiyet debisi deniz seviyesine müncer olsa da- gürleyen sopaların belirlediği koordinatlara uygun olarak yerleşip sınırları önceden çizilmiş olan vâdilerin dışına çıkmadan avcılık yaparlarmış. Avladıkları hayvanların kürklerini satıp karşılığında ateş
suyu, barış çubuğu, renkli boya, patlayan demir ve gürleyen sopa alarak hayatlarını sürdürürlermiş.
Kızılderili kabîlesinde büyücü başı, ulu büyük reis, onun suskun yardımcıları, hariçten gazel okuyanları, derin göl yılanları ve “evet efendimci” çokbilmiş tilkilerinden oluşan idâre heyeti geceleyin ay ışığında bir araya gelip sihir âyini yapmak için toplanırlarmış. Beyni sulu, kendi ulu büyüklerin meşveretiyle ve âyinden çıkan karar gereği; Melüncanların idârecileri hâkim güçler için saatlerce havanda su döverek, suyun yağını çıkarır ve yağdanlıklarındaki yağı hiç eksiltmezlermiş... Bu yağlarla, savaş baltasını elinde bulunduran güç odaklarına 20/50 kıvamında yağ çekerlermiş.
İşte bütün bunlardan dolayı, Kısrakbaşı Yaylası’nda ikamet eden Melüncanlar Kabîlesi’nin ulu büyük idârecileri demokrasiyi çok sevdikleri için her konuda kabîle mensuplarının fikirlerini alır, milli irâdeye çok hürmet eder, daha sonra da yüzlerini çeşitli renklerde boyayıp ellerine savaş baltalarını alarak ve gözlerini belerterek demokratik bir ortamda kendi verdikleri kararları -en iyisini kendileri bileceği için (?!)- hayata geçirirlermiş. Bu durumu izah eden bir kızılderili mahdumu; “Bizim çadırda demokrasi var, babam ne derse o olur” diyerek yaşanan gerçeği veciz bir biçimde ifâde edermiş. Ayrıca Kısrakbaşı Yaylasında, beyni sulu, kendi ulu büyükler tarafından şahsiyetli insanlara îtibar edilmez; her söyleneni yapan, soru sormayan, düşünmeye ihtiyaç duymayan, fikir çilesi çekmeyen, emirlerin dışına çıkmayan ve gölgelerin gücünü temsil eden totemleri rahatsız etmeyen apaçiler el üstünde tutulurmuş. “Vaziyetten vazife doğar” diyen bu hantal idârenin aptal ırgatlarına; iplikleri derin gölde boyalı, her deseni dayatmayla oyalı olan ve bizdeki Şile bezine, Nazilli basmasına ya da Susurluk patiskasına benzeyen kumaşlardan ısmarlama olarak diktirilen urbalar giydirilirmiş.
Melüncanlar Kabîlesi’ne mensup “Solak Sansar Obası”nın başında “Uluyan Güvercin” isimli bir kabîle reisi varmış. Bir zamanlar “Altı Eğri Ok Obası”nın başında bulunan, ancak savaşta sol kolarını nasıl kullanacakları ve devrim yapmak için nasıl saldıracakları konusunda düştükleri tartışma sonucu bu obanın reisliğinden ayrılan Uluyan Güvercin ozanlığa meraklı kötü bir şairmiş. Gerçi bir kızılderili ozan olan -toprağı bol olsun- Kıllı Boğa Yücelmiş Can’ın “Kötü şairden iyi reis olmaz / İyi şairin yaptığı iş pis olmaz” dizeleri gerçeği yansıtsa da Uluyan Güvercin; karısı “Kasvetli Tilki”nin -II. Ramses’in torunu olduğu da rivâyet edilen bu hâtun kişinin- riyâsetinde reisliğe devam ediyormuş. Gençlik yıllarında Uluyan Güvercin’in yakın akraba topluluklarından olan “Kızıl Sırtlan Oymağı”yla beraber hareket ederek pek çok soylu kurdun avlanmasına, tuzağa düşürülüp katledilmesine sebep olduğu herkes tarafından bilinirmiş. Şimdilerde “dürüstlük timsali” diye takdim edilen Uluyan Güvercin, bir zamanlar kumar borcu olan meczuplar ararmış. “Arayan bulur, ....” özdeyişinin mûcibince, bulup çengel attığı bu meczupları Parlayan Güneş Mağarası denen yerde toplayarak zaaflarını belirleyip “bartıl” dağıtırmış. Mağara gediklisi “hampacı işgüzarlarla, mataracı sahtekârların” hırsızlıkları bağımsız kabîle kadıları tarafından tescil edilmesine rağmen; mavi tüylü Uluyan Güvercin, tescilli hırsızlıklardan sorumlu değilmiş gibi namuslu kabîle reisi rolleri kesermiş. Bu sebeplerden olsa gerek kırdığı ceviz kırkı geçen bu kötü şair, evvela “Kızıl Baykuş”, sâniyen “Eğri Altı Ok Obası”ndan ayrılması sebebibiyle “Bölen Dinazor”, sâlisen “Titrek Tilki” ve nihâyet Oturan Boğa’nın riyâsetinde bâzı kabîlelerle kurdukları ortaklık sırasındaki performansı sebebiyle “Uluyan Güvercin” adını alarak ve “sütten çıkmış ak kaşık” (!) olarak arz-ı endam edermiş.
Uluyan Güvercin; eskiden Vahşi Beygir Obası’nın reisi olan Oturan Boğa’yla hiç geçinemeyip, savaş baltalarıyla devamlı birbirlerine saldırırmış. Vahşi Beygir Obası reisinin büyücü başı olması üzerine Uluyan Güvercin, Ulu Manitû karşısında diz çökerek günah çıkarmış, Oturan Boğa’dan öğreneceği çok
şey olduğunu idrak ederek, büyücü başının rahle-i tedrisinde eğitim görmeye başlamış ve “ot gelip, fosil gitmemek için” “Öğrenim çağındaki genç (!) bir dinazor” olarak talebelik yaparmış. Gerçi bir zamanlar Oturan Boğa, Uluyan Güvercin’e “Sana dört kaz bile güttürülmez” demiş olsa da şimdilerde Büyücü Başı, Uluyan Güvercin’e kazları değil kabîleyi gütme görevini tevdî ettiği için bu konuda endişeye mahal bir durum görmüyormuş. Uluyan Güvercin feodal düzenin oluşturduğu oligarşik yapıyı içine sindirirmiş ama kabîlenin teveccühüne mazhar olan “Soylu Kurt Obası”nın mensuplarını içine sindiremezmiş... Uluyan Güvercin, kendisine her konuda kılavuzluk eden ve hazımsızlığıyla tanınan eşi “Kasvetli Tilki”yle beraber Soylu Kurt Obası’nın savaşçı yiğitlerini önceleri içlerine sindiremeyip hazımsızlık çekerken, bilâhare içlerine sindiremedikleri kurtları kuzulaştırıp; dişlerini çekip, tırnaklarını söktükten sonra soylu kurtları sindirirlermiş.
Devam edecek