Gülbahara sonbaharda vurulmuştu Bahri. Bahri’nin böyle gafil avlanacağını kimse tahmin edemezdi. Futbol oynamaktan, karikatür çizmekten, ders çalışmaktan aklına sevmek, sevdalanmak mı geliyordu. Babası “Yüksek bir mevki makama gelsin.” diye üzerinde titriyordu. Bahri, babasını kırmadı. Hatırı sayılır bir üniversite bitirdi sonunda. Herkes onun Dışişleri Bakanlığında çalışmaya başladığının düşünü görmeye başladığı sırada, Bahri de hiçbir numara yoktu. “Adam” olmanın diploma almakla alakalı olmadığını biliyordu. Ama bunu bir türlü babasına anlatamıyordu..
Devlete sırtını dayamayı düşünmeyen Bahri’nin bu durumu, ailesini rahatsız ediyordu. Memlekete her gelişinde “Ne zaman işe başlıyorsun? Seni boşuna mı okuttuk?” gibi sorulara muhatap ola ola cinnet getirmemek için İstanbul’dan dönmüyordu. Bir süre yayınevlerinden çalıştı, işportacılık yaptı. İstanbul her gün biraz daha “ulu” şehirlilikten çıkıyor, sulu kozmapolit bir şehir olmak için her sabah biraz daha kirleniyor, şehirle birlikte insanlar da kirleniyordu. Kaçmanın yollarını aradı. Sonunda çareyi askere gitmekte buldu. Askerlikte bile ailesinin baskısı sürüyor “Bari bir devlet dairesine girmiyorsan, orduda kal.” diyorlardı. Ordu da devletin bir kapısı değil miydi? Subay olmak her babanın, ananın gururlanacağı bir meslekti. Üstelik genç kızlar böyle dalyan gibi teymene biterlerdi. Bahri öyle de yapmadı. Herkesin umdukları yanlarına kaldı. Askerlik bitmiş, İstanbul’dan tiksinmiş, memlekete gelmişti. İşportacılıktan kalma ticaret bilgisiyle şehrin işlek bir caddesinde küçük çapta bir giyim mağazası açtı. Sloganı “Marka değil kalite” idi. Gerçekten de sattığı mallar isim yapmış birçok ünlü markadan daha iyiydi. Hangi mallar gider, hangileri elde kalır, bütün bunları en ince ayrıntılarına kadar hesaplıyor, ona göre mal getiriyordu. Ticaretin içine fazla grip de kaybolmak istemiyordu. Tezgâhtarlar mal sahipleriydi sanki. Bahri İstanbul’dan getiriyor, tezgâhtarlar da tutturabildiği fiyattan kafalarına göre takılıyorlardı. Mağaza her geçen gün müşterilerle dolup taşıyor, Bahri her geçen gün yeni dostluklar kuruyordu. Dost edindiği insanların çoğu daha önce tanıdığı insanlardı. Bir gün aklı esip alacak defterini açtığında, dostu zannettiği arkadaşlarının zamanında ödenmeyen borçları ve tezgâhtarların kendi arkadaşlarına kıyaklarını da görünce ipin ucunun iyice kaçtığını fark etti. Tezgâhtarlarına bundan sonra herkese borca vermemelerini, vereceklerinden de kendisinin haberdar edilmesini söyledi. İstanbul’dan her dönüşünde tereklerdeki malların bir hafta içinde eksilmeye başladığını geç de olsa fark etti sonunda. Demek ki hala borca verme işi devam ediyordu.
Gülbahar iki yıllık bir yüksekokulda okuyordu. Bahri’yi dükkânının kapısında vurmuştu. Bu yara Bahri’yi günlerce kıvrandırdı. Bahri vurulduğunu söylediğinde arkadaşı Turaç, önceleri pek ciddiye almadı onu. Günlerce Gülbahar’ı aradılar. Birkaç yanlış teşhisten sonra buldular. Bahri de vurulmayacak, vurulunmayacak delikanlı değildi hani. Boy bir seksen beş, kilo seksen beş. Eh saçları da hafif kıvırcık,
kaşlar bozdoğan kanadı. Kafasının arkasındaki kutsal çıkıntı da artı hanesine yazıldığında Türk ırkının
bütün karekteristik özelliklerini taşımakta. Tam Kürşat adına layık olan bir insana Bahri adını koymak olacak iş değildi doğrusu. Bahri ne demek? Kuş demek. Kuşa benzer neresi var. Kendisi dahi bilmiyordur. isminin manasını. Cengiz, Attila, Afşin, Yağmur, Kürşat, Sançar, Alparslan gibi öz be öz Türk isimlerini albız mı almıştı? İnsan geçmişini hele de tarihini bilmeli değil miydi? Araplarda nesep âlimleri varmış. Emin Oktay’ın tarihini okuya okuya insan ancak bu kadar bilgileniyor herhalde. Altan Deliorman’ın tarihi okutulmaya başlandıktan sonra insanlar yavaş yavaş kendi tarihlerini öğrenmeye başladılar.
Günlerce Selcen’i aradı Kürşat. Bulamadı. Obanın ileri gelen çaşıtlarını bu iş için görevlendirdi. Selcen’in ne izine ne de tozuna ulaşabildiler. Gelen çaşıt boynunu bükerek “Bulamadık Kürşat Ağam” diyerek diz yıkıp onu selamlayıp gitti. Üstte gök çökmemiş, altta yer yarılmamıştı. Albız mı almıştı yoksa Selcen’i? Kürşat hırçınlaşmıştı. Keşke karabudundan bir çeri olsaydı. Kürşat’ın vurulduğunu duyan Yağmur, hizmetkârları dinlemeyip yeldir yepelek Kürşat’ın çadırına daldı. Yağmur hiç bu kadar sinirli olmamıştı:
-“Hayırdır Yağmur Bey, ne oldu? Oba mı basıldı, Çinli karı hakanı mı zehirledi? Bu soluk soluğa gelişin hayra alamet değil. Otur hele biraz soluklan, bir yamçı kımız iç, toparla kendini.”
-“Ne kımızı bre Kürşat Ağam ne kımızı! İçmeden dellenmişim. Halk bizden ne bekliyor biz nelerle uğraşıyoruz. Selcen diye birisine vurulmuşsun, oba senin yaran ile çalkalanıyor. Hakan Çinli yosmaya teslim olmuş, bir dediğini iki ettirmiyor. Başımızda büyük felaketler dolaşırken, sen kalkmışsın yeni yetmeler gibi bir kıza vuruluyorsun.” Kürşat utanmıştı. Haklısın Yağmur dercesine börkünü çıkarıp önüne koydu.
Mevsim sonbahardı. Kürşat yavaş yavaş arkadaşlarını örgütlemeye başlamış ama Yamtar’ı gözü hiç tutmamıştı. Yamtar da Yamtar’dı. Bir tokluyu tek başına yer, bir tuluk pekmezi içer, iri bir ayıyı sol eli ileyıkardı. Kısacası ayının evcilleştirilmişiydi. Yamtar’ın kımıza aşırı düşkünlüğü ilerde başlarına iş açabilirdi.
Av bayramı şöleni başlayacaktı. Kürşat, Selcen’den umudunu kesmişti. “Herhalde gördüğüm olsa olsa
bir periydi. İnsan olsaydı, obayı didik didik arattım, civar obalara adam gönderdim, bir tanıyan çıkardı.”
diye yanıldığına kanaat getirdi. Davullar vuruluyor, kopuzlar çalıyor, yırcılar en güzel yırlarını söylemek
için işaret bekliyorlardı. Hakandan bir işareti ile şölen başlıyor.
Civar obalardan iyi ok atanlar, at sürenler, güreşenler, hakanın otağının önünde gösterilere başlamışlardı. İlk gün at yarışları, cirit müsabakaları yapıldı. İkinci gün ilk defa obalar arası resmi müsabaka olarak öküz dalağından şişirilmiş topla depik topu karşılaşması yapılacaktı. Müsabakanın özel kurallarını da söylemeden geçemeyeceğim sayın okuyucu. Meselâ topu kasti olarak elle tutan oyuncu, yüzü Hakan’dan tarafa döndürülür ve poposuna bir depik yerdi. Depik yemeye razı olmayan oyuncu, oyundan affını isterdi. Kaleciler de aynı şekilde kasti olarak topa ayakları ile vurduklarında aynı cezaya çarptırılırlardı.
Kopuzlar çalıyor, yırcılar boğazlarını yırtasıya nağmeler döktürürken kımız küplerinin biri geliyor diğeri gidiyor, yeni yetme erkekler toraşan kızlarla kurt dansı yapıyorlardı. Öğleden sonra güreş müsabakaları başladı. Başta Yamtar’ın karşısına rakip çıkmadı. Deste ve başaltı bittikten sonra cazgır bir daha Yamtar’la güreşecek adam bulmak için bağırdı. Kimseden ses çıkmadığı bir anda Kürşat ortaya atıldı. Halk şaşkınlık içinde Yamtar’a ve Kürşat’a bakıyordu. Yamtar, Kürşat’ın üç kat ağırlığındaydı. Yamtar Kürşat’ın güreşmek için meydana çıkmasına bir türlü akıl erdiremedi. Kafası allak bullak oldu. Sağa sola bir göz attıktan sonra Kürşat’ın yanına sokularak:
-“İtin olayım Kürşat ağam, bir yerin incinir, ikimiz de başımıza iş açarız.”
-“Gevezelik etmeyi bırak ulan ayı. Gören de seni bayağı yiğit sanıyor. Göster bakalım marifetlerini.” diyip Yamtar’a yüklendi Kürşat.”
Yamtar ister istemez pasif güreşmek zorundaydı. Daha doğrusu ağası ile güreşmek istemiyordu. Böyle olunca seyirciler tarafından yuhalanmaya başladı, bu da Yamtar’ın kulaklarından solumasına yetti de arttı. Yamtar sinirlendi, Kürşat biraz daha hırslandı. Kürşat, Yamtar’ın belini iki eliyle kavramıştı. Ayının
beli neredeyse iri bir çınar gövdesi kadardı. Kürşat gücüne güvenip sırtının üstüne atıp Yamtar’ı kündeye getirmek istiyordu. Ama Yamtar yerinden kıpırdamıyordu. Kürşat’ın yorulmasını bekliyordu. Kürşat son bir hamle daha yapıp Yamtar’ın ayaklarını dört parmak yerden kesmişti ki “Of anam belim!” dedi kısık bir sesle. Yamtar yıkılacak gibi olan Kürşat’ı tuttu:
-“Gurbanın olam Kürşat Ağam belini mi hırttırdık?”
-“Çaktırmadan yık işte ulan ayı, bizi rezil mi etmek istiyorsun?”
-“Aman Kürşat ağam herkes beni yıkacağına inanıyor!”
-“Ula gatırın doğurduğu, yık da belimin hırtığının farkına kimse varmasın.” Kürşat acı içinde kıvranıp dururken, Yamtar usulcamana Kürşat’ın göbeğini güneşe getirdi. Güreşe henüz teşrif eden Yağmur, ortalığa bağırdı çağırdı:
-“İnsan biraz insaflı olur, ayı ile kurt yavrusu boğuşturulur mu? Bu hangi törede var? Siz ne yaptığınızı zannediyorsunuz diyerek köpürüyordu. Yamtar, Kürşat’ı kucağına almış çadıra doğru götürüyordu.
-“Kürşat Ağam bu ayı ile güreşe tutuşmak aklı kımızla içmek demek, ne yaptın nettin böyle?” dedi.
Yamtar yarı suçlu yarı kibirli bir şekilde:
-“Kendisi istedi.” dedi. Yağmur:
-“Ula ayı oğlu ayı, birbirinize denk misiniz? Karnını deştirmeden çeneni kapa.”
Yamtar Kürşat’ı çadırın önüne getirene kadar Yağmur’dan poposunun üstüne yediği depiğin haddini hesabını unuttu. Kürşat’ı yere bıraktı. At gibi soluyarak ‘hımmm’ etti. Kürşat’ın beli korkulacak gibi değildi. Yağmur, bir müddet acıyan yerlerini taze yağ ile ovaladı. Gün batarken Kürşat’ın sızısı dinmişti. Gece boyunca son planları üzerinde tartıştılar. Bayramdan bir hafta sonra Çin sarayını basacaklardı. Kürşat bu arada Selcen’i tamamen unutmuş, baskını en ince ayrıntılarına kadar eksiksiz olarak gerçekleştirme üzerinde kafa yoruyordu.
Av bayramının son günü ok atımları yapılacak ertesi günde ava çıkılacaktı. Önce çocuklar, arkasından yeni yetme erkekler ve toraşan kızlar, derken sıra beylere gelmişti. Kimisi bir elmayı, kimisi yumurtayı tek atışta vuruyordu. Sıra Kürşat’a geldiğinde dört parmağının arasına yerleştirdiği okları itinalı bir şekilde gerdi, hedef bir tahta üzerindeki Göktürk alfabesiydi. Kürşat nefesini tutup okları fıldırdı. Oklar hedefe doğru giderken peşlerine iki ok daha takıldı. Kürşat’ın okları gidiyor arkasından iki ok kovalıyordu. Kürşat’ın okları S E L C harflerine isabet etti. Peşinden gelen iki ok ise E N harflerine mıhlandı. Kürşat her atışında T Ü R K harflerini mutlaka vururdu. Yağmur şaşkınlığını gizlemeyerek:
-“Kürşat ağam hedef tahtasına SELCEN yazdın.” dedi.
Kürşat gözlerine inanamayarak:
-“Yahu Yağmur ben dört ok atmıştım, bu altı ok da neyin nesi, sakın iki oku o atmasın?Yağmur arkaya dönüp baktığında, başı börklü, ay parçası gibi at üstünde sağ elinde yay, meydanı seyreden Selcen’i görünce:
-“Kürşat Ağam, Kürşat Ağam, hele boynunu dönderde bir bak! Bu Selcen olmasın?” Kürşat gözlerini oğuşturdu. Turaç, Bahri’yi dürtükledi. Bahri:
-“De get la gafam bozuk.”
-“Vitrine bakan müşteriyle ilgilen.”
Bahri “Buyurun çeşitlerimiz içeride yakından bakın.” diyerek Gülbahar’ı ve arkadaşlarını dükkâna davet etti. Tezgâhtarlara kendisinin ilgileneceğini ima etti. Bu sefer ok sıyırıp geçmemiş Bahri’nin tam kalbine saplanmıştı. Bahri’nin eli ayağına dolaşıyor, ucuz pahalı mutlaka bir şeyler satmak istiyordu. Keşke borca isteselerdi. Yarıyıl tatili girmiş, Gülbahar memlekete gitmişti. Bahri bir Cumartesi günü Serçe ile Turaç’ın yanına geldi:
-“Pardisonu al gideceğiz.”
-“Ula Bahri aklını yerine çek, bu kışta kıyamette Elbistan’a gidilmez.”
-“Gitmezsek ölürüm Turaç abi.”
Sevda adamı her yaşta kör eder dedikleri bu olsa gerek. Kanlıgeçit’i tırmanıp Gâvur Dağları’nın tepe noktası Aslanlıbel’e gelince yiyecek bir şeyler aldılar. Turaç’ın gitmeye hiç niyeti yoktu. Gitmese Bahri onunla ömür boyu konuşmazdı. Gönüllü gönülsüz gitmekten başka ne yapabilirdi? Kahramanmaraş’a vardıklarında kar hafif hafif serpiştiriyordu. Taksi sahibi Bahri’nin eski arkadaşıymış. Mısır’da Amerikan Üniversitesi’nde okuyormuş. Rakım yükseldikçe yolların yavaş yavaş buzlandığını birkaç kedigözü parçaladıktan sonra anlayabildiler. Serçe süratli değildi ama ne oldu ise bir anda oldu. Yavaşça girdiği virajdan kayarak bir taşın üzerine kondu. Tüy hafifliğinde arabadan indiler. Serçenin sağ tekeri boşa çıkmış, üzerine konduğu taş çatlamıştı. Bir arabaya atlayıp yakın bir köyden kamyon bulmaya gitti şoför.
Serçeyi takla attırmadan yola çekeceklerdi. Çektiler. Yol yarı olmuştu. Turaç dönmek için dil dökecekti ki vazgeçti. Bahri bundan sonra tek başına dahi olsa yola devam ederdi. Ne çekme halatı, ne zincir. Üstelik kalın lastiklerle karda buzda yol almak akıl karı değildi. Göksun’a sağ salim vardılar. Elbistan’a varıncaya kadar kayda değer olmayan birkaç kaza daha geçirdiler.
Sabah Gülbahar’la Bahri’nin buluşmasına tanık oldu Elbistan. İki âşık karın altında geyikleme muhabbeti geçiyor, iki keriz de dedektif gibi onların korumasından sorumluydu. Bahri Gülbahar’la on-onbeş dakika görüştü. Artık dönebilirlerdi. Altı saatlik yol, başa gelen bunca kaza bela, on-onbeş dakika içinmiş! Telefonda görüşemezler miydi? Görüşemezlerdi. Dünkü hava yumuşamış, yola çıktıklarında buzlar çözülmüştü. Turaç eve sağ salim vardığında doktora gideceğini söyledi. Şoför de ona katıldı. Bahri “Ben gitmeyi düşünmüyorum, kendi kendimi tekrar keşfettim.” dedi. Helal olsun Bahri’ye, kendi kendini keşfeden insana az rastlanır. Deli deliyi görünce değneğini saklar derler ya, Turaç bundan sonra temkinli olmalıydı.
Bahar geldi, Elbistan’dan döndüklerinde adadıkları kurbanı kesip dağa çıktılar. Elinizin artığı yediler içtiler, bir kötülük olmadı. İşler her gün biraz daha kötüye gidiyor, mağazanın terekleri yavaş yavaş boşalıyordu. Bahri canının sıkıntısından tezgâhtarları da şutladı. Borçluların çoğunu tanımıyordu. Tansu Çiller başa geçti. Beş Nisan’da açtığı paketle orta hallilerin ayağı, zayıf esnafların ve memurların beli kırıldı. Dostlarına kebap yediremiyor, tatlıcı Kemal’den ne tereyağlı baklava ne de Amerikan suyu ısmarlayabiliyordu. Durumunun iyi olduğu zamanlardaki gibi evin ihtiyaçlarını alıyordu. Almasa olmaz mıydı? Olmazdı. Bahri’nin evi aynı zamanda misafirlerin de pek sevdiği bir evdi. Mağazadaki malları yok pahasına satıp borçlarına yatırdı. Piyasadaki alacaklarına güveniyordu, umduğu olmadı. Önceden ismini koyduğu Süleyman Berşan’ı oldu. Gelene niye geldin de denmezdi. Misafir sevilmezse sevilmezdi.
Birgün Gülbahar’a bütün arkadaşlarını davet etmesini söyledi. Birkaç gün yetecek kadar öteberi aldı.
Evin içinde iğne atsan yere düşmez, ev ev değil düğün evi olmuştu. Bahri bir taksi ile eve geldi. Misafirlerden özür dileyerek Süleyman Berşan’ı kontrol için götürmesi gerektiğini söyledi. Misafirler ne bulurlarsa atıştırmaya devam ediyorlardı. Terminale gelip İstanbul otobüsüne bindiler. Otobüs Toros Dağlarını tırmanmaya başladı. İkisi de susuyordu. Suskunluğunu radyo bozdu:
“Deryalarda yüzer bahri
Doldur ver içeyim zehri
Zalım gurbet elin kahrı
Ya çekilir ya çekilmez”
Bahri’nin gözleri bulutlandı. Berşan’ın yüzüne yağmur tanesi düştü. Gülbahar Bahri’nin omuzuna yaslanmış uyuyordu.
*Muhtemelen 1993 yılında yazılmış bir Osmaniye hikayesi