EMMOĞLUMUZ FERDİ BABA

2025’in ilk günlerinde, Regaip kandili gecesinde Ferdi Tayfur’u kaybettik. Vefatı tüm ülkeyi etkiledi. Sağcısı solcusu, Alevi’si Sünni’si, Türk’ü Kürt’ü, Laz’ı Çerkez’i, dinlisi dinsizi yani toplumun her kesimi onun vefatı ile derin bir hüzne gark oldu. Yıllardır şarkıları ile filmleri ile milleti ağlatan Ferdi Tayfur, vefatı ile yine bu milleti ağlattı. Vefatı üzerine sevenlerinin “Bir ölü 86 milyon yaralı var!” dedikleri gibi herkes üzüldü. Onun müziğinden hoşlanmayanalar bile kişiliği ve ona olan bu sevgi seli karşısında etkilendiler. Birkaç müstesna da kaideyi bozmayacak kadar cılız sesler çıkarsa da kimse onları umursamadı bile.
Şimdi bir mizah dergisinde adı hüzün ve gözyaşıyla özdeşleşmiş bir adamın resminin ve onunla ilgili bu yazının ne işi var diyenler çıkabilir. Hâlbuki her gülen yüzün ardında ağlayan bir gönül vardır. Bunun yanında mizah, hüznün nikabıdır. Hüzünbaz insanların da içlerinde bir mizah tarafı vardır. Ferdi Tayfur bir mülakatında “Şarkıcı olmak istemiyordum. Ben komedyen olmak istiyordum. Ama sesim güzeldi ve beni tanıyan herkes ‘oğlun senin sesin güzel, yürüyeceksen bu yoldan yürü!’ diyordu ve şarkıcı oldum." diyordu. Bu arzunun bir yansıması olsa gerek onun en acıklı filmlerinde bile ilk sahneler bir komedi filmi gibi mizahi unsurlar taşırdı.
Bu satırların yazarı olan bendeniz de iflah olmaz bir Ferdi Tayfur hayranıyım. Kimseden gizleyip saklamam. Beni tanıyanlar bu yönümü çok iyi bilir. Ferdi Baba vefat ettiğinde telefonlarım hiç susmadı. Arkadaşlarım, yakınlarım bana taziyelerini bildirdiler. Tanımayanlara ne desek boş. Kimileri sanki bu yönümü gizlediğimi düşünüp yaptığım birkaç paylaşımdan dolayı benim için “çok arabesk” yorumunu yapmışlar ve güya beni küçük düşürmeye kalkmışlardı. Oysa bu arkadaşlar benim hiçbir kitabımı okumamışlardı. Şimdi de bazıları Ferdi Tayfur’un vefatı neticesinde gazetede yazdığım yazı nedeniyle onun şarkılarını bilmediğimi hâlde hakkında yazı yazdığımı ima yollu iddiaya kalkıştı. Ne bilsinler ki benim 1980’den beri tam 45 yıldır en azından bir şarkısını dinlemediğim veya sazımla, udumla çalıp söylemediğim tek bir günümün bile olmadığını…
Onu tanıdığımda henüz çocuktum. 1977 yılında ilkokulda iken sınıf arkadaşım sevgili Aydoğan Evli onun şarkılarını gelip sınıfta söylerdi. O zamanlar ona güler geçerdik. Ama 1980’de ortaokulda okurken Necati Mazman isminde bir arkadaşımın ısrarıyla seyrettiğim meşhur Çeşme filmi ile ben de damardan tutulmuş ve “Ferdici” oluvermiştim. “Ferdici” diyorum zira o yıllarda “Ferdiciler” ve “Orhancılar” vardı, bir de sağcılar solcular…
Liseyi yatılı okudum. Yatılı okulda hep bu tür müzikler dinlenir ve içimizdeki ailemize, köyümüze olan hasretlik, gurbet acısı dindirilmeye çalışılırdı. Ferdi Tayfur’un her yıl bir albümü çıkardı. Ben çıkan her albümü hemen alır ve o gece gönüllü olarak yatakhane nöbetçisi olurdum. Bir arkadaşımdan ödünç aldığım Kore malı kasetçalar ile sabaha kadar o şarkıları sözüyle sazıyla ezberler, sabah olunca tüm sınıfa konser verirdim.
Onun şarkılarını çalabilmek için bağlama öğrendim. Bizden birkaç sınıf küçük olan Ordulu Sezai Efiloğlu güzel bağlama çalardı. Ondan bağlama dersi aldım. Sezai, Koyun Gelir ile başlattı, Müdür Beyin Yeşil Kürkü arkasında da Bir Yiğit Gurbete Gitse ile devam ediyordu ki Ferdici damarım daha fazla sabredemedi:
“Kardeşim bırak şimdi bunları! Ferdi Tayfur’dan Huzurum Kalmadı, Çeşme, Bırak Şu Gurbeti nasıl çalınır, onları öğret sen bana.” dedim. O da haklı olarak,
“Olmaz abi, o zaman bağlamayı ilerletemezsin. Şarkı çalmak başka şey, bağlama türküye daha yatkın.” dese de ben Huzurum Kalmadı’yı öğrendim. Sonra da diğerlerini kendi çabamla çalıp söylemeye başladım. Rahmetli Emir Yadigâr’dan ud öğrendiğimde de aynı şeyler oldu. Bir iki makam, bir iki TSM eserinden sonra biz yine Huzurum Kalmadı’ya kapağı attık.
Erzurum’da üniversite tahsilimde bağlamamız ve Ferdi Tayfur şarkıları ile verdiğimiz konserlere kendi bestelerimiz de katılmıştı. Onun tüm kasetleri ve birçok plağı arşivimdeydi. Gerçi plaklarımı çaldılar o da ayrı bir mevzu…
Ferdi Tayfur benim hayatımın her anında vardı. Sanki benim sırdaşım, dert arkadaşım gibiydi. Evliliğimde bile onun etkisi vardı ki bunu rahmetliye de duyurmuştum.
90’lı yıllarda fakülteden mezun olmuştum ve Çevre Bakanlığına atamam yapılmış ama ertesi gün hükümet devrildiği için işbaşı yapamamıştım. Milli Eğitim Bakanlığı farklı meslek gruplarından öğretmen alımı yapacaktı. Ben de müracaat etmiştim ve atama bekliyordum. Yaşımız da 30’a dayanınca evlilik hususunda aile ve çevre baskısı artmıştı. Herkes birisini tavsiye ediyordu; şununla görüş, bununla görüş, bir an önce evlen gibi tantanalar canıma yetmişti. Ben işe girmeden evlenmek istemiyordum. Çevre Bakanlığı hadisesinden dolayı ağzım yanmış suyu üfleyerek içiyordum. O günlerde bir arkadaşım beni de aşarak aileme benim için uygun bir kız olduğunu çıtlatmış onlar da git bir görüş diye başımın etini yemeye başlamışlardı. Ben her gün bir bahane ile bu tazyikleri savuşturuyordum. Ta ki “Ferdi Tayfur Çorum’a konsere geliyormuş.” haberini duyana kadar. Konser 21 Temmuz 1996 Pazar günüydü. Benim bu konsere gitmem lazımdı ancak o günler tam da köyde harman zamanıydı. Babama konsere gitmek istiyorum desem beni vururdu. Ben ne yapacağım diye arpacı kumrusu gibi düşünürken telefon geldi. Arkadaşım kızın ailesine karşı çok mahcup olduklarını ve mutlaka bu hafta içinde gelip kızla görüşmemi istiyordu. Benim için tek çıkış yolu bu görüşmeydi. Durumu aileme açıp kız ile görüşeyim diye ilçeden Çorum’a çıkış vizesini kaptım. Çorum’da hayat durmuştu. Şehir Stadyumu hınca hınç dolmuş, izdiham nedeniyle koca demir kapılar bile yerinden sökülmüştü. Ferdi Tayfur muhteşem konseri ile Çorumluları mest etmişti. Her konserinde olduğu gibi bu konserde de Ferdi Tayfur sadece şarkının ilk kelimesini söylüyor gerisini on bin kişilik dev bir koro söylüyordu. Ferdi Tayfur konserde tüm stadyumu turlayarak halkı selamlamıştı. Bizim olduğumuz yere geldiğinde onu yakından görmek imkânı da bulmuştum. Konser sonrası sokaklarda insan seli onu oteline kadar uğurlamıştı.
Ertesi gün hayatın en zor kararını vermekle yüzyüze kalmıştım. Artık o rüya gibi anlar bitmiş ve hayatın gerçekliğiyle yüz yüze kalmıştım. Öyle ya ilçeye dönünce babamgil bana konser nasıldı, diye sormayacak, kızla görüşüp görüşmediğimi soracaktı. Garip hislerle gidip onunla görüştüm ve sonunda bu hanımefendi ile evlendim.
Bu hikâyeyi yıllar sonra Kanal 7’de Boynu Bükük Şarkılar programının yapımcısına mail yoluyla anlatınca beni programa davet etti. Ancak o günlerde eşim görevli olarak hacca gitmişti. Ben program asistanlarına “Eşim dönünce programa katılabiliriz.” dedim. Ancak program beklenmedik şekilde yarıda kalınca bizim iş de suya düşmüş oldu.
Ferdi Tayfur bir müzik adamıydı. Onun yaptığı müziğe birileri “arabesk” ismini verdi. Başta Orhan Gencebay olmak üzere Ferdi Tayfur da biz Türk müziği yapıyoruz dediler ama millete tepeden bakmayı kendilerine meslek edinmiş bazı çevreler onları hep aşağıladı, hor gördü, sanatlarındaki dehayı görmezden geldi. Oysa onlar gerçekten de Türk müziği içinde serbest çalışmalar yapıyorlardı. İşin ilginci bu müziğin halkta bir karşılığı vardı. yıllarca milleti kendi ideolojileri etrafında zorla Batılılaştırmak isteyen jakoben zihniyete karşı bu müzik pasif bir direnişti. Bu bağlamda Ferdi Tayfur’a Anadolu’nun Çığlığı diyenler aslında çok da haklıydı. Kadim kültür ve medeniyetine sırt çevirmiş bu zihniyet insanlarına müreffeh ve muasır dedikleri Batı uygarlığının standartlarında bir yaşam kalitesi sunamayınca ister istemez bu zoraki değişimden müzik de payını alacak ve ortaya türkülerimize ve sanat müziğimize benzemeyen melez bir müzik tarzı çıkacaktı. Ama sözleri gerçek hayattan alınan bu şarkılarda oradan oraya itilmiş, yurdundan yuvasından göç etmek zorunda kalmış, geldiği gurbet ellerde hayata tutunmak için çırpınan büyük halk kitleleri kendi ıstıraplarını, acılarını, hasretlerini buldular. Bu yüzden albümler milyonlarla satıldı. Ferdi Tayfur ilk filmi Çeşme ile 13 milyon seyirciye ulaşarak hâlâ kırılamayan gişe rekorunu kırdı. Batan Güneş ve Derbeder filmleri ile kendi rekorunu yine kendisi kırdı. Bugün bile Türk sinema tarihinin seyirci rekoru Derbeder filmindedir. Bu film Arap ülkelerinde bile aylarca kapalı gişe oynatılmıştır.
Şurası unutulmamalıdır ki Ferdi Tayfur ve Orhan Gencebay yeni bir müzik türü icat etmediler. Onlar Türk müziği dairesinde farklı bir tarz geliştirdiler. Bir bestekâr olarak Ferdi Tayfur’un hicazlarının daha yakıcı, nihaventlerinin daha melankolik, hüzzamlarının daha sarsıcı, gazellerinin daha bir etkili olduğunu söylemeliyim. Şarkı sözlerinde mutlaka topluma hitap eden mesajlar vardı. İlkokul bile görmeyen bu adam Allah vergisi bir kabiliyeti ve o içli sesiyle milyonları peşinden tam elli senedir sürüklemeyi başarmıştı. Evet, ilkokul bile görmeyen bu adamın yazdığı ve binlerce satan romanları vardı. Ben bu tür müziği dinlemiyorum diyen insanların bile hafızalarında Ferdi Tayfur şarkıları vardır. Birçok insan ise ayıplanma ve aşağılanma korkusuyla Ferdi Tayfur dinlediklerini gizlemek zorunda kaldı. Ama onun vefatı ile diller çözüldü ve itiraflar peş peşe geldi. Evet, onun hakkında söylenen şu sözde olduğu gibi, onu dinlemeyenler çok şey kaybediyordu, onu dinleyenler ise zaten çok şey kaybetmiş insanlardı.
Ferdi Tayfur ve onunla ismi anılan diğer ustalar aslında bu bozuk düzene şarkılarıyla itiraz eden, halkın duygularına tercüman olan kimselerdi. Necip Fazıl’ın şiirlerinde “bir kişiye dokuz, dokuz kişiye bir pul” diye dile getirip bu düzene kafa tuttuğu gibi bu isimler de halkın düzene itirazının sesi oldular. Ancak onlar milletin sanatçısıydı. Ekmeğini yedikleri bu milletin asla değerlerine ters düşmediler, onları aşağılamadılar. Bu yüzden de onların itirazları militan bir zemine asla yüz vermedi. 80’li yıllarda onların arkasındaki inanılmaz kitleleri gören bazı çevreler, onları bu kitleleri toplumsal bir harekete dönüştürmedikleri için de eleştirdi. Oysa onlar vatanına, milletine, bayrağına, inançlarına bağlı insanlardı. O yüzden bu sanatçılar için aklı başında herkes “Türkiye’nin değeri” dedi.
Bu satırların yazarı olarak Ferdi Tayfur ve Orhan Gencebay gibi ustalardan aldığımız ilhamla iki yüz kadar beste yaptım. Sosyolojik bir vakıa olan bu müzik tarzı hakkında üç yüz sayfa hacminde bir kitap yazmıştım. Kitap geçtiğimiz yılın son aylarında baskıya gitti ancak matbaanın azizliğine uğradı ve basılamadı. Muhtemelen ilerleyen günlerde basılacaktır. Kitaptaki bazı yazıları da Sebilürreşad, Hâle ve Derin Tarih dergilerinde yayınlamıştım. Lakin görmek istemeyince gözünüzü kapatmanız, duymak istemeyince kulağınızı tıkamanız yeterli oluyor. Edebiyat dünyasında da bu tür şeyler çok yaşanıyor. Biz üretmeye devam ediyoruz. Son sözümüz yine Ferbi Baba'dan olsun:

Hani en sevdiğini kaybettiğinde
İçin yanar yanar yanar yanar ya
Ben de seni kaybettim ağlarım şimdi

İçim yanar yanar yanar yanar yanar ah
İçim yanar yanar yanar yanar yanar
Canım yanar yanar yanar yanar yanar

Ben senin hasretine alışamadım
İçimdeki kavgamla barışamadım
Uçup gitti mutluluk kavuşamadım

İçim yanar yanar yanar yanar yanar ah
İçim yanar yanar yanar yanar yanar
Canım yanar yanar yanar yanar yanar


Yorumlar - Yorum Yaz