Bizim avane her ne kadar havalar soğuyunca gelip gitmeyi seyrekleştirse de her perşembe akşamı mutlaka kapımızı çalıyorlar. Ben de pek dışarı çıkamadığım için onların geleceği günü iple çekiyorum.
O gün yine fakirhanemiz şenleneceği için çocuklar gibi bir heyecana kapıldım. Hanım fırınlı sobada kömbe çekmişti. Koca bir demlik foşur foşur sobanın üzerinde kaynamaya devam ediyordu. Ağalar teşrif edince demlenecekti. Onlar gelirken çerezlerini de getiriyorlardı ama bir ikramda bulunmasam gönüm rahat etmiyordu.
Akşam namazını eda etmiştim ki nihayet köpekler havladı. Demek ki geldiler diye dışarı çıkıp misafirlerimi karşıladım. Culuk’un Hamza, Cavlak’ın Kel Savaş, İt Yaşar, Abdullah’ın Ömer ve Cemşit’in Kekeç Muharrem avludan giriverdiler. Ağızlarından çıkan duman, bizim emektar sobanın borusundan çıkıyormuşçasına başlarının üzerinde estiriyordu. İçeri girdiklerinde beşi birden sobanın etrafına Subhanallah boncuğu gibi dizildiler. Yüzleri, burunları, kulakları pancar gibi kızarmıştı. “Ağalar hoş geldiniz.” diyecek oldum lakin takma dişlerimin ağzında olmadığımı fark ettim. Zira benim kelimeler de İt Yaşar’ın tısladığı gibi çıkıverdi. Allah’tan şamatalarından sesim duyulmadı. Hemen içeri geçip dişlerimi tuzlu sudan çıkarıp suya tuttuktan sonra ağzıma taktım ve tekrar salona geçtim. Bizimkiler hâlâ sobanın başında dikiliyordu.
“Hoş geldiniz ağalar, şöyle rahatlayın. Sizi gören zahmerinin ortasında karda buşkuna kapılmış sanacak.” dedim.
Benim bu sözüm üstüne ağalar sedirlere yönelince Savaş’ın suratının şişliğini fark ettim:
“Yüzüne ne oldu Savaş.” diye sordum.
Savaş eliyle yüzünü sıvazladıktan sonra,
“Sorma İrfani emmi havalar soğur soğumaz dişim apse yaptı. Üç gündür ilaç alıyorum. Artık inmeye başladı. Şükür ağrısı, sızısı da yok. İlk gün ateşlenmiştim. Şimdi daha iyiyim.”
“Geçmiş olsun. Diş ağrısı kabir azabından derler. Ben artık diş derdinden kurtuldum.”
Benim bu lafıma gülüştüler. Kekeç Muharrem:
“İ-i-i-irfani emmi, şim-şim-şimdi ağza di-di-diş çakıyorlar.” der demez İt Yaşar dişlerini göstererek,
“Ben çaktırdım. Buna impilant diyorlar. Ana disim gibi oldu.” diye araya girdi.
Savaş durur mu hemen Yaşar’ın kafayı kucakladı ve mal pazarındaki celepler gibi Yaşar’ın dişlerini iyice inceledikten sonra,
“Tövbeler olsun ben ağzıma diş miş çaktırmam. İrfani emmi gibi protez taksınlar yeter. Ben zaten korkuyom dişçiden. Geçen gün şeherde ünüversite hastanesine gittim. Suratım şiş olduğu halde akistanlar ellerinde şırınga, kerpeten etrafımı çevirdiler. Koltuğu görsederek,
'Otur emmi, bakalım şu dişine bir muayene edelim.' demezler mi?
Ben bir koltuğa baktım, bir dokturlara valla tırstım, oturamadım. Dokturlara:
'Neyine bakacanız dişimin? Aha suratım somun gibi şişti. Yazın ilacımı gidiyim.' didim.
İçlerinde kısa boylu, esmer bir kadın meğer baş akistanmış. Bana:
'Amca sen dişçiden korkuyor musun?' demez mi?
Ne diyeceğimi şaşırttım. Kadın ha bire ‘Geç otur amca, bir şey yapmaycağız.” diye üsteleyip duruyor. Baktım kıvırmanın bir faydası yok. Doktura dedim ki,
'Doktur Hanım otur otur diyon da bu nasıl koltuk Allah’ını seversen, Ezrail’in kucağı gibi! Ben korkuyom arkadaş, koltuğa moltuğa oturamam, yazın şu ilacımı gidiyim.' deyince oradaki akistanlar gülmekten yerlere yattılar.
Kadın doktur da şakacıymış:
'Koltuk Ezrail’in kucağı da olsa bizlerin hiç Ezrail’e benzer tarafı var mı? olsak olsak bizler iyilik melekleri oluruz.’ diye cevap verdi.
Eee ben kaçın kurrasıyım:
'Seni bilmem ama ellerinde şırınga ile bekleyen şu iki at hırsızı kılıklı göbelde zebani tipi var. Sanki ben koltuğa oturur oturmaz çöküp dişimi sökecekler gibi duruyorlar.' dedim.
Bu son sözüm üstüne kahkaha atanlar, yere yatanlar... Orası bir karıştı aga. Ses ta Başhekim’in odasına gidince adam kalkıp muayenehaneyi bastı. Adam elli yaşlarında, kafası kıralmış, mahkeme suratlı birisi:
'Bu ne kepazelik, burasını sirke çevirdiniz!' diye bir bağırıyor ki sormayın.
Hastanede ne kadar doktur, hemşire, akistan varsa başımıza doluştu.
Beni muayene edecek olan akistan kız,
'Hocam amca dişçiden korkuyormuş. Koltuğa oturmak istemiyor. Bizim koltuk Azrail’in kucağı gibiymiş. Hatta Gürsel ve Orhan için at hırsızı kılıklı zebaniler dedi.' deyince başhekim hemen kadının elindeki ezik çay kaşığı gibi aleti aldı bana da,
'Otur lan çabuk şu koltuğa!' diye bir bağırdı.
Ağam korkudan betim benzim attı. Sesimi çıkarmadan kuzu kuzu koltuğa oturdum. Ortalık bir anda mezer sessizliğine döndü. Elindeki kaşığınan şişen dişime bir iki defa vurdu, iyice çöktü. Arada bir bana 'Ağrı var mı?' diye soruyor ama korkudan 'Yok' diyorum. Döndü akistan kıza,
'Buna antibiotik ve ağrı kesici yazın. On gün sonra gelsin çekin bu dişi. Bir daha böyle kepazelik istemem. Azcık ciddi olun!' dedi ve çıkıp gitti.
Ben de reçeteyi kaptığım gibi soluğu kapıda aldım. Allah sizi inandırsın terin suyun içinde kalmışım. Sırtım bir anda buza döndü. Geri içeri girdim. Hastanenin tufaletinde atletimi çıkarıp kanefer peteğinde kurutup öyle giydim. Bu yüzden valla ben ağzıma diş miş çaktıramam arkadaş.” dedi.
Savaş’ın hikâye bitmişti ama biz de bitmiştik. Gülmekten karnımız acımıştı şart olsun. Culuk’un Hamza’ya baktım yüzü buruş buruş olmuştu.
“Ne o, sen niye gülmüyon da suratını astın? Hayırdır?” diye sordum.
Hamza daha ağzını açmadan Savaş araya girdi:
“Onun ebesi Kara Fadik milletin dişini çekerdi. Oğlu Hasan ona Almanya’dan özel kerpeten takımı getirmişti. Bildiğim kadarıyla anası Hatçe bibim de diş çekiyordu. O alışıktır, dişçiden neyi korkmaz. O kesin bize bunlar 'Boş konuşuyorlar.' diye surat ediyordur.” der demez Hamza’nın dili çözüldü:
“Sen öyle san. Ulan dişçi deyince kalbim duracak gibi olur benim. Ebem diş çekiyordu ama valla o diş çekerken ben adamın ciğerini söküyor sanırdım. Benim başıma gelenler Çorum’da durduğumuz senelerde yaşandı. Bir gece öyle bir dişim ağrıdı ki sabahlar olmak bilmedi. Nasıl yeminler ediyorum sabah olunca hastaneye gidip çektireceğim diye. Neyse sabah oldu hâlâ ağrıyor. Anam beni hastaneye götürdü. Sıramız gelince içeri girdik. Bizi güler yüzlü bir bayan doktur karşıladı. Anam durumumu anlattı. 'Kadın aç ağzını.' dedi. Açtım, baktı, 'Çekelim.' dedi. O sırada elinde takma diş kutularıyla beyaz önlüklü bir erkek doktur içeri girdi. Zayıf, sırık gibi, ablak yüzlü bir herif… Bize bir nazar atıp içerdeki diğer odaya girdi. Neyse kadın doktur dişime iğneyi vurdu. 'Siz dışarı çıkın, çağıracağım.' dedi. Çıktık, ara salonda on dakka kadar bekledik. Sonra kapı açıldı ve deminki erkek doktur beni göstererek gelin işareti yaptı. İçeri girdik adam beni koltuğa oturttu. Bana , 'Yüzün uyuştu mu?' diye sordu. Lan ben ne biliyim yüzümün uyuşup uyuşmadığını. Dilim hafif keçeleşti diye 'Uyuştu.' dedim. Doktur anama 'Çocuğu sıkı tut, elimi ısırmasın.' diye tembih etti. Sonra kerpeteni ağzıma soktu. Bir iki salladı sonra asıldı. Diş gelmemiş demek ki bir daha, bir daha derken adam beni neredeyse öldürecekti. Ben kuşlar gibi çırpınıyorum. Ulan o an anam doktora:
'Utan utan bir de erkek olacan, el kadar sabinin dişini çekemedin. Senin kalıbına tükürüyüm. Ben karılığıma o dişi bir tutuşta alırdım.' demez mi?
Adam anama sinirlendi. Elindeki kerpeteni anama uzatarak,
'Çek de görelim! Çocuk durmuyor dişi tutamıyorum ki çekeyim!' diye bağırdı.
Anam beni bırakıp bir eliyle adamın elinden kerpeteni kaptı diğer eliyle adamın omuzuna öyle bir kaktı ki herif saman çuvalı gibi sırt üstü yere düştü. O kalkayım diyene kadar anam kerpeteni ağzıma soktuğu gibi dişimi çekip o an ayağa kalkan doktorun eline verdi. Doktor şaşırmıştı:
'Karı dişi çekti ya!' deyince anam cevabı yapıştırdı:
'Mektebi nasıl okuduğun belli oluyor. Sana diploma verenin yedi ceddine yuh olsun!' diye bağırdı.
Bu anlattıklarım inanın üç beş saniye içinde oldu. O sırada bizim gürültüyü ve benim şamatayı duymuş olacak ki diğer odadaki kadın doktur yanımıza bir hışımla geldi.
'Ne oluyor burada?' diye bağırdı.
Anam, kadın doktura,
'Bir şey olduğu yok. Bu acemi nalbant bizi çerçi eşşeği sandı zağar. El kadar sabinin dişini çekemedi.' dedi.
Kadın dokturun beti benzi attı:
'Ne nalbandı, ne çerçisi, ne eşeği? Çocuğun dişini kim çekti hanım, anlamadım.' dedi.
Anam da elini böğrüne koyarak efelendi:
'Bizde bir laf vardır; acemi nalbant nal çakmayı çerçi eşeğinde beller diye. Senin bu doktur müsveddesi el kadar sabinin dişini çekemedi. Ben de elinden kerpeteni alıp çocuğumun dişini kendim çektim Doktur Hanım. Sizin yapamadığınız işi ben tamamladım. Olan bu işte! Neyini anlamadın acep?' dedi.
Kadının yüzü kıpkırmızı oldu. Erkek dokturun yakasını kaptığı gibi sallamaya ve 'Hasaaaaan! Sen ne halt ettin? Diş çekmeye mi kalktın? Aptal herif!' diye bağırmaya başladı. Bağırtıya hemşireler ve başka dokturlar da odaya doluştu. Kadın doktur anama da dönüp,
'Bu eşşek doktur değil, protez teknisyeni!' demez mi?
Anam hiç oralı olmadı elimden tuttuğu gibi kapıya yöneldi. Sonra kadın doktura döndü:
'Her ne halt ise kalıbına tükürüyüm! Eline kerpeteni alan kendini dişçi sanıyor.' dedi.
Kadın doktur, anama:
'İyi de haydi bu bir eşeklik yapmış, yetkisi olmadığı hâlde diş çekmeye kalkmış ki onun hesabını zaten verecek, peki sen nasıl çocuğun dişini çektin be kadın! Deli misin sen!' diye bağırdı.
Anam hiç altta kalır mı?
'Bana bak bana! Ben Kara Fadik’ın kızı anlı şanlı Deli Hatçe’yim. Benim anam köyde milletin dişini uyuşturmadan çekerdi. Hem de bir tutuşta... Ben ondan öğrendim diş çekmeyi. Bakma çocuğu size getirdiğime, elimde malzemem olsa kendim çekerdim. Öldürdünüz çocuğumu. Bir de utanmadan bana hesap mı soruyorsun? Valla kerpeteni alır alayınızın otuz iki dişini eline veririm. Çekil şurdan süslü kokoş sen de!' dedi. Beni elimden tuttuğu gibi kapıdan çıktık. Doktorlar da peşimizden çıktı. Hâlâ arkamızdan 'Kadın çocuğunun dişini çekmiş ya!' diye söyleniyorlardı.
O gün, bugün ben bir daha dişçiye gitmedim. Köye gelince anam ebemin kerpetenlerini dedemden aldı. Ölene kadar milletin dişini çekti. Valla benim de iki üç dişimi anam çekti. Hem de uyuşturmadan.”
Ağzımız açık kalmıştı. Hatçe, anası Kara Fadik gibi iri yarı, güçlü bir kadındı. Allah rahmet eylesin ikisine de.
Bu defa Abdullah’ın Ömer’e döndüm:
“Haydi bakalım sıra sende. Bir de seni dinleyelim. Herhalde senin de anlatacak bir şeylerin vardır.” dedim.
Ömer lafın kendisine geleceğini hiç düşünmemiş olacak ki birden afalladı. Yok mok dese de ısrar edince o da çözüldü.
“Yahu aslında benim de böyle bir diş hikâyem var, sormayın. Hiç unutmuyorum daha ilkokula yeni başlamıştım. Dişim ağrıyordu ama öyle bir ağrıyordu ki sanki beynim kaynıyor gibiydi. Rahmetli babam beni Mirza’nın Nuri Ağa’ya götürdü. Nuri Ağa’yı biliyorsunuz diş çeker, nal çakar, kömüşlerin boğazından sülük çıkarır, berberlik eder. Diş çekiyor dediysek kara kelpetenle... Uyuşturma neyi yok. Neyse Nuri Ağa’nın berber tükenine gittik ama yaylaya gittiğini öğrendik. Babam beni atının terkisine attığı gibi yaylaya çıktık. Yarım saatlik bir yolculuktan sonra Başkışla Yaylası'na vardık. Nuri Ağa evin önündeki sedire oturmuş yayladaki komşularıyla sohbet ediyordu. Nuri Ağa babamı görünce ayağa kalktı.
'Hayırdır Abdullah Ağa, seni yel mi attı, sel mi attı? Buyurun, oturun şöyle!' diye bizi buyur etti.
Rahmetli babam oradakilerle musafaha ettikten sonra beni göstererek,
'Nuri Ağa bizim Ömer diş ağrısından kaç gündür telef oldu. Seni aradık, yaylada olduğunu öğrenince biz de kalkıp buraya geldik. İnşallah takımların yanındadır.' dedi.
Nuri Ağa kocaman elleriyle saçımı okşar okşamaz dişimin ağrısı geçiverdi. Nuri Ağa bana:
'Aç bakalım ağzını Ömer, hangi dişin ağrıyor göster.' deyince ben hemen babamın ardına saklanıp,
'Dişimin ağrısı geçti. Artık ağrımıyor.' dedim.
Babam da zor etmedi 'Tamam' dedi. İzin istedik ama Nuri Ağa bizi bırakmadı. Hemen bir sofra serildi. Yemek yamaya başladık. Ben daha iki üç lokma yemiştim ki bir anda dişim yeniden ağrımaya başladı. Ama nasıl ağrıyor sormayın. Nuri Ağa hanımı Zöhre bibime:
'Zöhre acilen benim çantayı getir!' diye seslendi. Bana da 'Hangi dişin ağrıyor, göster bakalım.' dedi.
Ben bu defa ağzımı açıp ağrıyan dişimi gösterdim. Bu arada Zöhre bibim de çantayı getirdi.
Nuri Ağa yanındakilere döndü:
'Tutun Ömer’i, aman kıpraşmasın, iyi çökün!' der demez beni karga tulumba yakalayıp biri dizlerime çöktü birisi kollarımı sıkıca sardı.
Babam da çenemi tutup ağzımı açtı. Nuri Ağa elindeki kerpeteni ağzıma sokuverdi. Kocaman elleriyle alnıma çöküp dişimi kerpetenle yakaladı. Sanki koca bir ağaç gövdesinden yirmilik bir mık çıkarır gibi üç dört kere sallayıp dişimi çekti.
Bir anda gözümün önü karardı sonra da birden bulunduğumuz odanın içi sanki güneş girmiş gibi aydınlandı. Bir an aklım başımdan gitmişti. Sonra aklım başıma yavaş yavaş gelmeye başladı. Artık görmeye başlamıştım lakin bu görme öyle bir görme değil. Hâlâ gözümün önünde bir şeyle uçuşuyor, evin içindeki direkler üzerime gelip gidiyordu. Sağıma, soluma baktım. Adamlar gözüme ucube gibi görünüyordu. Kafaları ağri büğrü, burunları mısır somağı gibi, ağzıları tezgire kadar büyükçe... Hele gözleri şart olsun birer çorba tası gibi kocaman ve göz bebekleri çorbanın içindeki iri bir erik gibi fıldır fıldır dönüyor. Aklımı yitirecektim neredeyse. Bir baktım babam aynı duruyor. Babama:
'Baba kalk gidek, burası bizim ev dağel.' demişim.
Oradakiler beni bırakıp gülmekten yerlere yattı. Ayağa kalktım ama üstüm başım südük... Meğer onlar bana çökünce korkudan altıma işemişim. Vallahi hâlâ o manzara rüyama girince örtüye işiyom.”
Ömer’in de hikâye bitmişti ama biz de gülmekten bir hâl olmuştuk. Bu defa Hamza söze girdi:
“İrfani Emmi biz buraya seni dinlemeye geldik. Sen de bizi konuşturup duruyon. Eee sıra sana geldi.”
Anlatacak o kadar çok şey vardı ki... Ben de diş ile ilgili o an aklıma gelen bir hatırayı anlatmaya karar verdim:
“Madem laf dişten açıldı, ben de size bir hatıramı anlatayım. Un öğütmek içi Hacı dayım beni çağırtmıştı. Ben de at arabasına atları koşup dayımın evine vardım. Dayım beni görünce arabayı ambarın yanına çektirdi. O sırada bir baktım cüzdanımı evde unutmuşum, dayıma durumu anlatıp eve gittim. Neyse evden cüzdanımı alıp geri döndüğüm de bir de baktım Hacı dayım ile ortanca gelini Zeliha, arabayı yüklemeye çalışıyorlardı. Bilirsiniz altı yedi haklık koca kıl çuvalları elleşip arabaya yükleyeceklerdi ama geriden gördüğüm kadarıyla çuvalı bir türlü arabaya atamıyorlardı. Yanlarına yaklaştığımda Hacı dayım Zeliha’nın kolunu tutup sallıyor 'Kolunu sökerim, kolunu... Ne gülüp duruyon!' diye sarsıyordu.
Hemen dayımı tutup kendime doğru çektim. Gelin gülmekten yere çökmüştü. Dayım öteden beri gülenden ve çok konuşandan gıcık alırdı.
'Sen çekil dayı, tutamıyorsun işte. Biz atarız.' dedim.
Zeliha da ayağa kalktı ve ikimiz elleşip çuvalları arabaya yükledik. Dayım da bize 'Şuraya at, buraya at.' diye komut veriyordu. İşimiz bitince ben biraz dayım ile uğraşmak istedim:
'Bak dayı!' dedim 'Senin gücün yetmiyor, çuvalı tutamıyorsun. İkimiz yükledik.'
Dayım iyice sinirlendi:
'Lan oğlum, gülüp duruyor durmadan. Ondan atamadık.' diye kendini savundu.
Dayımın bu sözleri üzerine Zeliha’ya baktım. Zeliha da kendini savunmaya geçti:
'Emmi valla kendisi gülmeye başlayınca ben de güldüm.' deyince dayım,
'Kız Allah belanı vermesin, ağzımdaki takma dişlerim gıcırdıyor. Ben gülmüyorum.' demez mi? Meğer bizim gelin, dayımın takma dişlerinin gıcırtısını duyunca onun güldüğünü zannederek başlamış gülmeye. Eee tabii gülünce takati kesildiğinden çuvalı kaldıramamış.
Benim hikâye de bu kadar işte… Her zaman söylediğim gibi çok mal haramsız, çok laf yalansız olmaz.
O sırada çay demlenmiş, hanım da kömbeleri masaya getirdi. Çaylarımızı yudumlarken sohbet kaldığı yerden devam ediyordu. Meğer ne çok diş hikâyemiz varmış.