NİGAR HANIM VAY/On üç-Paşa Kızı Bey Kızı Efendi Kızı

“Talihli doğulur mu talihli olunur mu?” sorusu “Şair doğulur mu şair olunur mu?” sorusu kadar eskiydi.
Anadan doğma şairlere “şair-i mâderzâd” deniyordu. Nigâr Hanım’ın “küçük biraderim” dediği İsmail Safa bu sıfatla anılırdı. Ancak edebiyat dünyasında herkesin kabul ettiği bir hakikat vardı: Şair olarak doğmadan şair olunmuyordu.
Son yıllarda bütün dünyada mantar gibi biten Muharrirlik Mekteplerinde hikâyenin, romanın nasıl yazılacağı öğretiliyordu. Bir de Şiir Atölyeleri vardı. Buralarda da şiir yazmanın püf noktaları, incelikleri kavratılıyordu. Atölyede çekiç vuran, pense tutan, testere yürütenler acaba ruhlarında şiir cevheri taşımadan mı bu faaliyetlere katılıyorlardı?
Öte yandan sunî zekâ denilen bir güç vardı ki, “Şarkı bestele!” diyordunuz, besteliyordu, “Hikâye anlat!” diyordunuz, anlatıyordu, “Şiir yaz!” diyordunuz, “Baş üstüne!” diyordu.
Geçenlerde Nigâr Hanım’ın yeğeni Safa Muhsin, suni zekâya “Teyzem Nigâr Hanım’ın şair dostları hakkında komik bir hikâye yazar mısın?” diye sormuştu. Suni zekânın yazdığı metin şöyleydi:

İlham Kaynağı Elma
Osmanlı’nın en parlak kadın şairlerinden Nigâr Hanım, her hafta salı günleri konağında edebî toplantılar düzenlerdi. Bu toplantılara dönemin ünlü kadın şair, yazar ve müzisyenleri de katılırdı. Bir gün, Nigâr Hanım’ın en yakın sırdaşı olan Makbule Leman, toplantıya bir sepet dolusu elma getirdi.
Toplantıda herkes şiirlerini okumaya ve edebî tartışmalara dalmışken Makbule Leman birden ayağa kalktı ve “Arkadaşlar, size bir sürprizim var.” dedi. Herkes merakla ona bakarken Makbule Leman sepetten bir elma çıkardı ve “Bu elmaların her biri, birer edebî ilham kaynağıdır.” diye ekledi.
Herkes gülmeye başladı, çünkü elmaların edebî ilham kaynağı olabileceği fikri oldukça komikti. Ancak Makbule Leman ciddiydi. “Gerçekten! Her bir elmanın içinde bir şiir saklı.” dedi ve elmayı ikiye böldü. İçinden küçük bir kâğıt parçası çıktı. Kâğıtta şu yazıyordu: “Bir elma, iki şair, üç mısra, dört ebabil.”
Bu durum, toplantıya katılan diğer kadın şair ve yazarlar arasında bir kahkaha tufanı kopardı. Nigâr Hanım,
“Makbule, sen gerçekten de edebiyatın meyve hâli oldun.” dedi.
O günden sonra, her toplantıda bir “elma şiiri” okuma geleneği başladı. Herkes, elmaların içinden çıkan küçük şiirlerle eğlendi ve bu komik anılar, edebî sohbetlerin vazgeçilmez bir parçası hâline geldi.
Safa Muhsin, suni zekâya hikâyeler, şiirler yazdıradursun, resimler çizdiredursun, besteler yaptıradursun, memleketin beş asırlık başşehrinde kadın yazarlar kuşağı yetişmişti. Paşa, bey, efendi kızlarından oluşan bir kuşaktı bu. Nigâr Hanım’ın “Hâlde hâldeşim, yolda yoldaşım, dilde dildeşim” dediği kimselerdi bunlar. Fatma Aliye, Leyla Hanım, Emine Semiye, Şükûfe Nihal, Halide Nusret, Halide Edip, Makbule Leman, Müfide Ferid… Daha sayalım mı?
Nigâr Hanım, herkesçe malum, Macar Osman Paşa’nın kızıydı. Hukukçu ve tarihçi Ahmet Cevdet Paşa’nın kızı, ilk Türk kadın romancısı Fatma Aliye’yi çok severdi. Selanik’te yayımlanan Mütalâa mecmuasının başyazarı Emine Semiye Hanım’la da yakın dosttu. Onun mecmuasında da yazıyordu. Emine Semiye, Fatma Aliye’nin küçük kardeşiydi. Dolayısıyla Ahmet Cevdet Paşa’nın üç numaralı kerimesiydi.
Cevdet Paşa büyük bir devlet adamıydı. Tanzimat’tan sonra mahkemelerde kanun gibi kullanılan Mecelle, Paşa’nın başkanlığında bir komisyon tarafından derlenip yazılmıştı.
Leyla Hanım’ın babası saray hekimi İsmail Paşa’ydı ve haremin sözleşmeli özel doktoruydu. Doğal olarak Leyla Hanım’ın çocukluğu sarayda geçmiş, sultan hanımlara nedimelik etmişti. Sarayın bahçesinde onlarla yakantop, mendil kapmaca, ortada sıçan ve istop oyunları oynamıştı. Tabii bu arada çok iyi bir eğitim görmüştü. Piyano çalmayı öğrenmiş, Medeni Aziz Efendi’den ve Nikoğos Ağa’dan musiki dersleri almış, klasik Türk müziği alanında saygın bir bestekâr olmuştu. “Yaslı Gittim Şen Geldim” marşı, iki yüze yakın bestesinden biriydi.
Nigâr Hanım’ın daha önce Kemani Tatyos Efendi tarafından hicazkâr makamında bestelenen “Mani Oluyor Hâlimi Takrire Hicabım” şiirine Leyla Hanım suzidil bir fistan giydirmişti. Bu da iki hassas kalbin dostluğunu perçinlemişti.
Şükûfe Nihal’in babası Miralay Ahmet; kankası Halide Nusret’in babası gazeteci ve siyasi parti lideri Avnullah Kâzımi; Halide Edip’in babası II. Abdülhamit Dönemi’nde hazine kâtipliği, Yanya ve Bursa Reji Müdürlüğü görevlerinde bulunan Mehmet Edip; Müfide Ferid’in babası Müşir Recep Paşa’nın yaveri hürriyet yanlısı zabit Şevket… Dördü de “Bey”di.
Nigâr Hanım’ın hanım dostları arasında babasının ünvanı farklı tek istisna Makbule Leman’dı; Safa Muhsin’in suni zekâya yazdırdığı hikâyedeki muzip kadın. Makbule Leman’ın babası, Sultan 5. Murad’ın kahvecibaşısı Hacı İbrahim “Efendi”ydi.
Pekâlâ görüleceği gibi kimi paşa kimi bey kimi de efendiydi bu babaların. Kızları da bu paşa, bey ve efendilerin gölgesinde boy atan genç ve zarif fidanlardı.
(İlminücuma göre yıllar sonra Bursa’da doğan bir “Sanat Güneşi”ne halk “Paşa” diyecek; Erzurum’un efsane türkücüsü de “Türkü Paşa” olarak anılacak, ancak onların bu hikâyedeki paşalarla bir ilgisi olmayacak.)
Babalar paşa olmasalar da kenarından köşesinden bürokrattılar, aristokrattılar. Bu, kızlarına inanılmaz bir ayrıcalık kazandırıyordu. Bir kere, babalarının çevresi onların da çevresi oluyordu. Şairler, musikişinaslar, hariciyeciler, âlimler, valiler, kaymakamlar, defterdarlar, subaylar... Konaklarında yapılan sohbetler onları besliyordu. Onlar da ip atlama, beştaş, evcilik gibi işçi, çiftçi, küçük memur çocuklarının oyunlarını oynuyorlar ama her zaman “büyümüş de küçülmüş” pozları takınıyor, yaşıtlarından daha bilgili, daha kültürlü, daha atak ve daha rafine zevk sahibi olabiliyorlardı. Sıradan çocuklar yüz elli kelimeyle konuşurken bunlar beş bin kelimeyle tekellüm ediyorlardı. Avrupa’daki karşılığıyla söylersek bunlar bir tür burjuvaydılar. Hani Avrupa’da ilim ve sanat bütünüyle burjuva sınıfının tekelindeydi ya. Bizde böyle bir tabaka meydana gelir miydi, bilinmez, ama temsilcileri vardı işte.
Erkek egemen bir toplumda kadın kimliğiyle var olabilmek çok zordu. Ama babanız paşaysa, beyse ya da efendiyse aşırı derecede öz güvenli olabiliyordunuz.
Ünvanlar önemliydi. Ahmet Mithat “efendi”ydi mesela, Namık Kemal “bey”di, Ziya “paşa”ydı. Efendi, “eğitim görmüş, toplumda sözü dinlenen ve saygı duyulan kimse”ydi. Bey, “bir yörenin ileri gelen, zengin kişisi” demekti. Paşa, “yüksek sivil memurlara ve albaydan üstün rütbedeki askerlere verilen ünvan”dı.
Kızlar biraz da baba kontenjanından edebiyat dünyasında boy gösteriyorlardı. Ancak haksızlık etmeyelim: Çok güçlü kalemlerdi.
Bir de şöyle düşünelim: Nice kabiliyetli yazar ve şair, sahipsizlikten, arkasızlıktan kaybolup gitmiyor muydu? Bu da bir talihti şüphesiz.
(İlminücuma göre ileride Cahide Üçok nam çok güzel bir muharrir hanımefendi, Bâbıâli’de kendini kabul ettirebilmek için eserlerinde Cahit Uçuk takma adını kullanacak. Edebiyat-ı Etfal sahasında kalem oynatacak; hikâye, masal ve romanlar yazacak, Türk İkizleri adlı romanıyla Hans Kristiyan Andersen armağanını kazanacak.)
Sözün özü: İlk olmak, ilkler arasında bulunmak önemliydi. Paşa, bey ve efendi kızlarının açtığı yoldan, sonraki dönemlerde birçok kadın kalemşor cesaretle yürüyecek ve edebiyat tarihine geçecekti. Böylece “kadın yazar, kadın şair” gibi ıstılahlar da sezaryenle doğacaktı.
Nigâr Hanım, öncüler arasındaki seçkin yerini çoktan almıştı.


Yorumlar - Yorum Yaz