Ne bir varmış ne bir yokmuş; ne evvel zaman içinde ne de kalbur saman içindeymiş. Bildiğin kasım ayıymış işte. Sonbahar yavaş yavaş pılısını pırtısını toplayıp son yapraklarını sokaklara, caddelere, köy meydanına ve bağa bahçeye dökerken belediye zabıta çavuşu Ayhan Efendi elinde ceza makbuzu ile gelip bizim berber dükkânın kapısına dikilmiş:
“Ulen kapığızın oğünü niye süpürmirsiniz? Bir elli kayme ceza yazam da ağzınızı belleyin.” deyip karaladığı makbuzu içeri atıp gitmiş.
Babam elinde ustura, musturlu küfürlere tam başlayacakken mahallenin ayaklı gazetesi, canlı yayın aracı gibi her kara haberi anında muhatabına ulaştıran Çengi Güllü bu defa sevinçli bir haber vermek için ağzında cakkur cukkur çiğnediği sakızla kapıda belirmiş:
“Müjde berberlerin kralı! Allah sana nur topu gibi bir oğlan verdi. Bir görsen tıpkısının aynısı sen! Bir burnu var senin burnun gibi bostan baldırcanı... Gözler desen tıpkı senin gözlerin; kör kuyunun dibine kaçmış, dibi delik kova gibi çökük… Kollarını hiç sorma. Aha senin pazuların gibi şişik… Bilekler desen sanki anasının karnında orak biçmiş gibi nah senin bileklerin gibi kalınca… Parmakları kartal pençesi gibi tuttuğunu bırakmıyor. Kulaklar desen İnelözü kabağı yaprağı gibi nah el kadar… Yok canım bu göbel kesin pehlivan olur!”
Babam fel fel bakakalmış. Pehlivanlık denince akan sular durulur. O günlerde babam Tercüman gazetesinde Murat Sertoğlu’nun pehlivan tefrikalarını sular seller gibi okur, yalar yutarmış. Kurtdereli Mehmet, Adalı Halil, Bursalı Koca Rüstem, Kel Aliço, Koca Yusuf ve diğerleri… Eee bu kadar pehlivan tefrikası okuyan adamın oğlu da pehlivan yapılı doğmalıydı ki ileride pehlivan olsun. Gençliğinde o da güreşmiş de lakin elinden tutan olmamış babamın. Güreşte bile arkan yoksa, sırtını dayadığın bir ağan yoksa sırtın yere gelmese de elin oğlu allem kallem eder arzı ters çevirip sırtına yapıştırır. Yapar mı yapar namussuzum! O da öyle olmuş. Bir iki güreşte sırtı değdi, omzu değdi demişler yendirmişler, birinde de adam kolunu çıkarmış pederin, o da bir daha güreşememiş.
Lafı uzatmayalım, müşteri koltuğunda oturan anlı şanlı Sarıların Haydar Ağa,
“Haydi gözün aydın Cafer!” deyince babam silkinip kendine gelmiş.
Babam sevinçle Haydar’ın yarısı traşlı yarısı köpüklü yüzünden şapur şupur öperken elindeki usturayı kaydırıvermesin mi! Haydar kanlar içerisindeki kulağını tutup, "Yandım anam!" diye bağırırken babam elindeki usturayı da üstündeki önlüğü de yere atıp kapıya çıkıp “Oğlum oldu!” diye bağırıyormuş.
O sırada olanları şaşkınlıkla izleyen Çengi Güllü bakmış ki ortalık kan revan. Biri can derdinde diğeri şan! Hemen Haydar’ın yerde kurbağa gibi oraya buraya sıçrayan kulağını yakaladığı gibi tezgâh üzerinde katlı duran havlulardan birisinin arasını koyup Haydar’ın koltuğunun altına sıkıştırmış. Diğer havluyu da kesik kulağına yapıştırıp:
“Haydar Ağa koş hastaneye koş, kulağını yerine diksinler!” demiş.
Haydar Ağa kan revan, feryat ü figan koşturmuş hastaneye. Kulağı dikmesine dikmişler ama o gün bugündür Sarıların Haydar olmuş Kulaksız Haydar.
Babam mı ne yapmış? Babam, Haydar’ı unutup o günlerde çırağı olan en küçük emmim olan Cabbar emmime:
“Cabbar sen git Lokmacı Hüseyin Usta’ya, lokma döksün öğle namazında dağıtsın, ben de gideyim Adakçı Halil’den iki koç alıp kestireyim. Ben gelene kadar anam kazanları kurdursun, aşçı Hayriye teyzeyle yamağı Gülfidan ablayı çağırtsın. İkindiye yemek hazır olsun. Konuya komşuya haber versinler mevlüdümüz var, desinler. Ha sen giderken caminin dibindeki Pırtıcı Hoca’ya uğra. De ki “Cafer ağamın bir oğlu oldu, adını Yiğit Aliço koyacakmışsın.” Hemen gidip çocuğun adını ezeni ile kulağına okusun.”
Anamın beş kızından sonra ben doğunca babam havalara girmiş pek tabii. Hele hele Çengi Güllü’nün verdiği abartılı havadisi duyunca yerinde duramamış. İki koç almak için gittiği Adakçı Halil’de irice bir tosunu kestirivermiş iki dakkada. Etleri eve salmış.
Lokmacıya kapıdan:
“Bir de helva döktür, iki kazan olsun! Bizim evde yaptırırsan hörmete geçer.” deyip köyün tek bakkalı olan Kör Battal’ın tezgâhında ne kadar sebze, meyve varsa; içeride kaç kutu lokum, kaç kutu püskürüt varsa eve göndermiş.
Bir anda bizim ev panayır meydanına dönmüş. Odunlar çatılmış, ataşlar yakılmış, kazanlar kaynamaya başlamış. Yengelerim, bacılarım, iki teyzem, beş halam, emmimin kızları ablalarım alayı seferber olmuş; kimi et doğruyor, kimi soğan soyuyor, kimi sebze doğruyor, kimi helva karıştırıyor. Erkekler odun yarıyor, su getiriyor, indir bindir işlerini yapıyorlar.
Babam nihayet eve dönebilmiş. Tam içeri girerken kapıda Pırtıcı Hoca Efendi ile karşılaşmış. Hoca Efendi bıyık altı gülerek:
“Allah adıyla yaşatsın evladınızı Cafer Ağa. Adı gibi Yiğit olur inşallah Aliço.” demiş.
Babam pek bir şey anlamamış, peşinden seslenmiş:
“Hoca ikindiden sonra bekliyorum. Mevlüdü okursun, yemek de var.”
Pırtıcı Hoca elini tamam anlamında sallayıp oradan uzaklaşmış.
Babamı görenler göz aydınlığı vermek için sıraya girmişler âdeta.
Neyse babam güç bela içeri girmiş. Olacak ya yine babamı Çengi Güllü karşılamış evde de.
“Yiğit adamın yiğit babası hoş geldin Cabbar Ağa! Getireyim de göresin kızanını. Bu kadar hazırlık, ziyafet, tantana boşa değil ağam.”
Çengi Güllü hemen anamın yattığı odaya dalmış ve kundakta yatan beni aldığı gibi babamın kucağına iliştirmiş.
Babam kundağın yüzünü açmış. Beni görür görmez oracığa yığılıvermiş.
Çengi Güllü evdeki panikleyenlere çıkışmış:
“Bir şeyciği yoktur anam, sevinçten baygınlık geçirdi. Olur o kadar. Hele su getirin, yüzüne serpin. Şimcik kendine gelir.”
Babam sendelemişse de kundağı sıkı sıkı tutmaya devam ediyormuş. O sırada ebem de babamın yanına gelmiş ve basmış fırçayı.
“Ulan görmemişin bir oğlu olmuş, çekmiş şeyini kopartmış dedikleri de doğruymuş. Sayende görmemiş olduk. Deve bir höşşek doğurur kimse duymazmış da tavuk bir yumurta yumurtlasa âlemi ayağa kaldırır derler. Sayende biz de bir yumurta yumurtladık âlemi ayağa kaldırdık.”
Babam tekrar yüzüme bakmış. Kedi yavrusu kadar ben; ufacık bir yüz, nohut kadar gözler, kulaklar desen kücümcük farekulağı kadar… Elim kolum desen birer parmak var ya da yok arası… Boyumu karışlamış bir buçuk karış anca gelmiş.
Kafasını kaldırınca bakmış Çengi Güllü hâlâ cakkur cukkur sakız çiğniyor. Ona sormuş:
“Kaç okka doğdu len bu velet?”
Çengi Güllü hiç istifini bozmadan cevabı yapıştırmış:
“Çerçi Kel Üssük’ün iki kollu terazisi ile bizzat ben elcağızımla tarttım. Tam tamına iki okka geldi. Maşşalllah, suphanallah tü tü tü tü! Rabb'im nazarlardan korusun!”
Babam duyduklarına inanamayınca şahadet parmağını ikinci boğumuna kadar kulağına sokup kolundaki Seiko 5 saatinin ritmi ile gürültülü bir şekilde kulağını kaşımış.
“Kaç okka, kaç okka?”
“Tam tamına iki okka!”
Babam birden ayağa fırlamış ve Güllü’ye gürlemiş:
“Ulen senin iki okka dediğin iki buçuk kilo bile etmiyor! Deminden beri anlatımına bakınca dedim bizim karı kocaman bir uşak doğurdu. Ulen desene bir kedi yavrusu doğurmuş. Kedi eniğinden pehlivan mı olur zilli! Tevekkeli Hoca Efendi de bıyık altı gülüp imalı imalı laf sokmadı. Bir de Yiğit Aliço diye isim koyduk. Yiğit desen yiğit değil Aliço desen yazık oldu koca pehlivanın adına, heç ettik rahmetlinin adını. Kemikleri sızlamıştır şimdi. Bunun adı olsa olsa Yiğit değil Arık olurdu!”
Güllü ağzındaki sakızı iyice şişirip patlattıktan sonra sırnaşık bir şekilde babama diklenmiş:
“Hop dedik babalık! Orada duracaan. Geçen gün Cimcik’in karısı Dürdane bir buçuk okkalık bir bebe doğurdu. Yılların ebesi Cıngırdak Döne bile bebeyi görünce korkudan bayıldı. Meğer o da kedi eniğinden korkarmış. Bebeyi kedi balağı sanmış. Kediyi de biliriz eniği de evelallah! Allah verdi ya sen ona bak.”
Babam bir lafın kadiri olamamış. Mecburen olayı akışına bırakmış. O gün mevlüt de okunmuş, ziyafet de verilmiş.
Eendim bu hadisenin üzerinden tam otuz sene geçti. Yani ben otuzuma girdim ve hala 55 kilo tüy sıklet bir adamım.
“Pehlivanlık mı ne oldu?”
Amma da yaptınız ha! Ne pehlivanlığı, zayıf diye askere bile almayacaklardı beni de babam şube reisine yalvardı yakardı, şubenin eksiğini gediğini tamamladı da hatıra askere aldılar. Evlilik desen kimin kapısına varsak “Bu solucan yapılı arık oğlana kız mı verilir?” diye daha içeri girmeden kovdular bizi. Sonunda en küçük emmim Cabbar Ağa acıdı da bana kızı Aslı’yı verdi. Geçinip gidiyoruz şimdiki hâl.
Ha bu arada Aslı’nın da eli kulağında. Bugün yarın doğuracak. Doktorlar erkek dedi. Hayırlısıyla oğlan doğunca ben de adını Koca Yusuf koyacağım. Eee ne de olsa pehlivanlık kanımızda var. Babam mı? Yaşıyo, yaşıyo… O da dört gözle bekliyor oğlanın doğmasını.
Valla huylu huyundan vazgeçmez. Çocuğun ekek olacağını öğrenince adı “Koca Yusuf” olacak diye tutturdu. Şimdiden iki dana ayarladı, oğlan doğar doğmaz kesecek. Kapıda odunlar çatılı, ocaklar yapılı, üzerlerinde kazanlar hazır kıta bekliyok. Gece gündüz demeyecek doğar doğmaz kazanları da ateşletecek.
Ha bu arada babam köyün hocasına itimat etmediğinden oğlanın adını koysun diye bu kez gidip kasabanın müftüsünü de ayarladı. Gerçi benim adımı koyan Pırtıcı Hoca çoktan rahmetli oldu. Bu hoca da yeni geldi. Babam gençlerle top oynuyor diye ona çok kızıyor. Hani ata sporu güreş tutsa ona bir şey demeyecek. Eee bizim Hoca da benim gibi zayıf, çelimsiz bir şey. Nasıl güreş tutsun değil mi ya!
Müftü Efendi gelirken Müftülüğün ilahi ekibi mi varmış ne, onları da getirtecekmiş yanında. Semazenler neyim de olacakmış. Bir de şeherde belediyenin güreş takımını davet etti babam. Onlar da gelip güreş tutacaklarmış, hem de yağlı güreş. Cazgır da hazır, yağ kazanları da... Hayırlısıynan şu karı bir doğursaydı dillere destan bir merasim edeceek.
Valla sizi de beklerik, buyurun gelin!