BABA ZORU USULÜ EVLİLİK

Havalar sıcak mı sıcak... Allah’tan bizim evler eski kerpiç evler de yazın serin kışın sıcak oluyor. Bir kömüş beli kalınlığındaki duvarlar içerinin sıcağını dışarıya; dışarının ayazını, alafını içeri vermiyor. Bir de bizim çardak küfül küfül esince sıcaktan bunalan ve dahi dili şişenler benim evde soluğu alıyor. Dili şişen dedikse sanmayın ki dillerini arı marı sokmuş… Keşke arı soksa essahtan şişse dilleri de konuşamasalar. Kulağı gidişenin dili şişiyor bizim burada. Yani gevezelik edecek yaren duyacak laf arayan avare takımının ahvali bizimkilerin hâli.
Biz de öksüzler anası kör kısrağız ya, Mevlana tekkesi gibi gelene kapımız, gelmeyene gönlümüz açık. Geçen caminin imamı da kızmış ki benim hakkımda “İrfani Ağa yaşını başını aldı amma hâlâ dili kocamadı. Evi avareler tekkesi o da avareler şeyhi oldu. Artık namaza da seyrek geliyor.” demiş. Haklı mı haklı, doğru mu doğru! Bizim beynamazların ezanda kulağı namazda gözü yok ya bizi de ayarttılar, “Sen imam ol biz de cemaat!” deyip beni kandırdılar. Lakin namaza durunca bakıyorum ardımda Abdulla’nın Ömer’den başka kimse yok.
O gün yine bizim hınzır Yaşar laf kesesinin ağzını açtı.
“Şimdiki gençler internetten bulup bir mesajla evleniyor da sonra yine bir mesajla boşanıyorlar. Eskiden görücü usulü evlilikler daha iyi değil miydi?” diye girizgâhı yaptı.
Tabii bizim avane de genç olamadığından herkes bu sözü tasdik etti. Baktım bizim Kel Savaş da hararetli hararetli görücü usulü evliliği savunuyor. Onun cemaziyülevvelini bildiğim için önce şunu susturayım dedim. Dedim demesine de hani ben de eski usul evliliği savunanlardanım, sakın yanlış anlaşılmasın. Zira kız ve erkeğin ana babalarının hayat tecrübelerini toplasan iki yüz sene eder. Başında kavak yelleri esen iki gençten daha iyi seçim yaparlar diye düşünüyorum.
Savaş’a döndüm.
“Savaş sen de görücü usulü evlendin değil mi?” diye sordum.
Savaş hiç düşünmeden cevabı yapıştırdı.
“Tabii görücü usulü evlendim.”
Ben gülmeye başlayınca diğerleri huylandı. Hemen Yaşar devreye girdi.
“Senin dilinin altın bir bakla var İrfani emmi. De bakalım, bizim bilmediğimiz bir sey mi var?
Savaş o zaman baltayı taşa vurduğunu anlamış olacak ki başladı o da pis pis sırıtmaya. Ben oralı olmuyorum tabii.
“Yok yok benim bildiğim bir şey yok.” diyorum ama gülmeye devam ediyorum.
Savaş da hem gülüyor hem de bana,
“Anlat emmi anlat. Utanacak bir durum yok.” diyor.
Neyse ısrarlar sonucu anlatmaya başladım.
Savaşın babası hem akrabamız hem de iyi ehbabım. Savaş’ın anası Satı bacı da akrabamız. Satı bacı çok siyaset bilir bir kadındı. Çok akıllıydı, kafasına koyduğu bir şeyi mutlaka allem eder gallem eder yapardı.
Satı bacı bizim bibioğlu Cavlak Murat’ın altından girmiş üstünden çıkmış davar ortakçıları Koca Yörük’ün Cafer’in kızı Remziye’yi oğluna yani Savaş’a almaya razı etmiş. Neymiş kız yüz davarı bir saatte sağıyor, sütü pişiriyor seriyor. Aynı anda ocakta yemeği pişiriyor, sonra yayığı yayıyor, yağı tutuyor. Malı yemliyor, davarın altını üstünü görüyor. Bu arada bir misafir gelse dakkada sofrayı seriyor ekmekliyor aşlıyor. Daha sofradakiler karnını sıvazlayıp ağzını silmeden çaylarını yetiştiriyor. Hamarat mı hamarat, güleç mi güleç, güzel mi güzel, boylu poslu, güçlü kuvvetli! Bu meziyetlerin yanında ciddi mi ciddi, namuslu mu namuslu, lafını sözünü bilen mi bilen! Tabii adamcağız bu kadar reklam karşısında şartsız şurtsuz kabul ediyor onu. Başlık bir istense o ikiyi gözden çıkarmış. Lakin Savaş o zamanlar yerde eviriyor gökte savuruyor. Bir tutam ateş, ele avuca sığmıyor. Beyefendi dört gün kazaya mektebe gitti ya oradan da muallimin birisinin kızına tutulmuş. Sırtında kocaman bir teyip, içinde Ferdi Tayfur’un bandı, dağ bayır geziyor. Bize de öğretti içindeki şarkı türküleri. Ne biliyim ‘Koparma gülleri dalında kalsın’, ne biliyim ‘Bakışların bana biraz cesaret versin’ler, ne biliyim ‘Güneş belki doğacak belki de doğmayacak’lar, ‘Çeşme’ler, ‘Huzurum Kalmadı’lar, ‘Akşam Güneşleri’ valla göbel bizi de bu yaşta bu havalara alıştırdı. O herif de bir söylüyor bir söylüyor. Sesi neyi de yanık emme bir de hönkür hönkür ağlaması yok mu taşa dinlet, taşı ağlatsın.
Neyse uzatmayalım, bir kış günü Muratlara gitmiştim. Murat oradan buradan derken meseleyi açtı. Oğlana Cafer’in kızı Remziye’yi alacağım dedi.
Dedim ki:
“Biboğlu iyi de senin oğlan âşık olmuş kendini dağa taşa vurmuş. Elinde bir teyip Mecnun gibi dolanıyor. Onu nasıl razı edeceksin?”
Bizim Biboğlu aksi, nahıs, dediğim dedik birisi.
“Sana bana evlenirken kimi istiyon diye soran oldu mu ki ben Savaş Efendi’ye soracağım. Hem o ne it oluyor ki anasının babasının münasip gördüğüne hayır diyecekmiş! Dört gün mektep medrese görünce bizim dürzü gitti öğretmenin kızını sevdi. Okudu mu? Yok. Bıraktı geri geldi. Kız ne yaptı? Tahsiline devam etti. Doktur çıkacak diyorlar kızdan için. Sen kız babası olsan hiç şu baldırı çıplağa doktur kızını verir misin? Vermezsin. Ben de kendini bilen bir adam olarak gidip de bu kızı istemek gibi bir hadsizlik edemem. Davul bile dengi dengine! Herkes haddini bilecek, öyle yok. Gerçi ben Cafer Ağa’nın yerinde olsam benim dürzüye kız mız vermem de ne yaparsın, evlat işte. Atsan atılmaz satsan satılmaz. Adamlar da verimkârlarmış, ha onlar da bu delibozuğa değil tabii ki bizim ebeyi ecdaddan gelen hatirimize karşılık...” dedi.
Baktım diyecek bir söz bulamadım ama ben de istiyorum ki meseleyi tatlı dil ile halledelim. Ben daha fikrimi söylemeden Murat Ağa, Savaş’ı da odaya çağırdı.
Ben yine duramadım bizim biboğlu Murat’ı sakinleştireyim istedim.
“Aman bak Biboğlu, Savaş evladın da olsa gençtir, alttan al, iyilikle söyle. Hem beraber ikna edelim. Yüzüne çıkartma çocuğu.” deyince bu “Tamam.” dedi ama ben hiç inanamadım.
Savaş gelene kadar Murat çay demlemeye kalktı. İçerden küçük tüpü getirdi. Demliğinen uğraşırken Savaş içeri giriverdi.
“Buyur baba beni çağırtmışsın.” der demez bizimki:
“Seni evermeye karar verdim. Sana Koca Yörük’ün Cafer’in kızı Remziye’yi alacağım. İtiraz mitiraz istemem.” demez mi?
Ben afalladım. Daha ağzımı açmadan bu alçak babasına:
“Sana hayırlı olsun. Kendin evleneceksen itirazım olmaz. Ben evleneceksem ben gönlümün çektiğini alırım. Ben de itiraz mitiraz kabul etmem.” demez mi?
Bir baktım bizim Biboğlu renkten renge girdi. “Hay!” dedi dilini yuttu. Küçük tüpü kaptığı gibi oğlana zorlattı. Tabii Savaş başına geleceği hesap ettiği için kapıdan fırtına gibi çıktı ama küçük tüp de peşinden karşı duvarı buldu.
Biz ne oluyor demeden baba oğul sokağa düştüler. Dışarıda bir kar, bir buşkun var ki sormayın. Bu sefer bizim deli belinden silahını çıkarıp oğlanın arkasından bir carcur boşaltmaz mı? Elinden silahı zor gücüle aldık. Neyse bunu evine sokup çayını da içmeden evin yolunu tuttum.
Eve bir girdim ki bir de ne göreyim bizim Savaş sobanın dibinde ayaklarını ısıtıyor.
“Kapıda ayakkabı neyi yoktu, yoksa yalınayak mı kaçtın evden?” diye sordum.
Savaş sırıtarak cevap verdi:
“Valla emmi evden dışarıya kendimi nasıl attım bilmiyom. Zaten odadan çıkarken az daha tüp kellemi götürecekti. Hele ardımdan attığı mermiler kulağımın dibinden sinek gibi vızıldayıp geçti. Adam kafayı yemiş. Tövbeler olsun beni vuracaktı. Yahu zorunan mı? Almıyom işte o kızı. Eve de gitmeyeceğim. Bütün işler başına kalsın da aklı başına gelsin.”
Baktım delibozuk göbel niyeti bozmuş:
“İyi de oğlum bu kışta kıyamette nerde kalacaksın?” diye sordum. Sordum sormasına da bu yüzsüz herif demez mi?
“Ben burada kalacağım. Nereye gideyim bu havada?”
Öyle ya nereye gidecek.
“Tamam, biz de kal” dedim.
Savaş bir hafta evine gidemedi. Bizde yattı kalktı. Ben de o bir hafta içinde ona “Doktur olacak kız gidip de senin gibi okumamış bir adamla evlenmez. Aklını başına al oğlum. O kıza da hak ver. Sen olsan senin gibi birine varır mısın? Ayıptır, günahtır.” diye nasihat ettim.
Sonra bu gidip kızı uzaktan görmüş. Tabii kızı görünce aklı yerinden fırlamış. Bu sefer demez mi?
“İrfani emmi babamgil haklıymış, ne yap et babamla beni barıştır. Kızı başka isteyenler varmış. Ben bu kızı alamazsam kahrimden ölürüm. Kızı kaçırırım, şöyle ederim, böyle ederim.”
Neyse gidip bizim bibioğlunu da ikna ettik. Kızı alacak dedik, o da oğlanı kabul etti. Gerçi etmese ne yapacak, Savaş’ın yolunu bekleyen bir sürü iş var. Baharın çit sürülecek, arpa ekilecek, nohut ekilecek, ahırdaki gübre çekilecek vesaire. Nihayetinde arayı bulduk, Savaş hem eve döndü hem de kızı aldı.”
Benim laf bitti emme Savaş dâhil herkes gülmekten yerlerde yatıyor.
İt Yaşar:
“Valla Savas, seninkisi görücü usulü değil daha çok baba zoru usulü evlilik olmus birader.” deyince daha da bir gülüştük.
Deminden beri bulgur kazanı gibi kaynayan Savaş birden ciddileşti.
“İrfani emmi bizim hikâye güzeldi de sen bir arkadaşının evlilik hikâyesini anlatmıştın. Hani baban öldü diye mektup yazıp adamı çağırmışlar ya. Onu bir anlatsan!” dedi.
Şehirden arkadaşım Tomak Ali’nin hikâyesiydi Savaş’ın dediği bu hikâye. Tam film olacak bir hikâyeydi. Tabii bu kadar ışık deliği gören bizim haytalar durur mu? Koro halinde başladılar “Anlat! Anlat!” diye tezahürata.
Önce kafamda anlatacaklarımı tasarladım.
“Şeherde Tomak Ali diye bir arkadaşım vardı. Alilerin sülale seferberlikte Gümüşhane’den gelmiş. Ali’nin babası buraya geldiklerinde sekiz yaşındaymış. Hatta o zaman hükümet bunları bazı köylere yerleştirip hazine arazilerinden vermiş. Lakin bizimkiler memleketimize geri döneceğiz diye arazi almamışlar. Akrabaları Gürcü köyüne yerleştiği hâlde bunlar şeherde kalmışlar. Geri dönmek için yola koyulmuşlar ama Kaymakçı yokuşuna vardıklarında bunların ekibin başı olan akrabaları parasını kaybedince geri dönmüşler yani memleketlerine gidememişler. Hükümet de onlara bir daha arazi vermemiş. Böylece buraya yerleşmişler. Neyse bizim Ali’nin babası bir gün:
“Ben köyüme gideceğim, bakalım bizden kimse kaldı mı acep?” demiş.
Ali askerden yeni gelmişti. Askerde motor tamirciliği kursuna gitmiş usta olmuş. Gelince borç harç garajın yanına bir tamirhane açmıştı. Fakirliğin gözü kör olsun. Ali’nin sevdiği bir kız var ama para yok, evlenemiyor, kızı gidip istetemiyor. Şimdiki gibi kız ile konuşma, görüşme de yok.
O sıralar sürekli garaja yük taşıyorum. Ali ve babası ile otobüs garajında karşılaştım. Babası yazıhanenin önünde oturmuş araba bekliyordu. Ali ile ayaküstü konuşurken bana durumu anlattı. Ben de Allah mı söyletti nedir Ali’ye:
“Ali, baban seni memlekete varınca bacımın kızı, kardaşımın kızı diye birisiyle evermesin.” deyiverdim.
Ali yüzüme bir müddet baktı:
“Lan doğru söylüyon, babam orada akrabadan birini görür, beni everir mi evirir.” dedi.
Hemen babasının yanına oturdu ve ona:
“Bak baba, demedi deme. Sakın oraya varınca akrabadan bir kız görüp onu bana almaya kalkmayasın. Benim sevdiğim kız var. Şimdiden demiş olayım.” diye de tembih etti.
Ali’nin babası biraz bu konuda anlayışlıydı. Gülüp geçti:
“Canın evlenmek istiyor da bana mı duyuruyon?” dedi.
Ali ciddi ciddi:
“Bak baba uyarmadı deme, ben ciddiyim. Sakın ha böyle bir şey olmasın!” dedi.
O sırada bir Karadeniz arabası geldi. Ali’nin babası bindi gitti.
Aradan iki hafta geçti geçmedi ki bir gün terminale bir yolcu bagajı götürdüm. O zaman tek bir yazıhane vardı. Çörçil lakaplı bir de yazıhanecimiz var. Kafasında koca bir föter ile geziyor. Beni görünce,
“İrfani, bu gece senin Tomak Ali’ye babasından bir mektup geldi. Şunu geçerken dükkânına bırakıver.” dedi.
Mektubu Karadeniz’den gelen bir arabaya vermişler. Mektubu alıp Ali’nin tamirhaneye vardım. Durumu anlatıp zarfı verdim. Ali zarfı açtı. Mektubu seslice okumaya başladı. Mektupta aynen şöyle yazıyor.
“Oğlum Ali, baban eldi. Acele gel. Bizim köye gelmek için Rize arabasına bin, Araklı’da in. Seni emicemin uşaklari Temel ile Tursun Arakli’da bekleyi. Acele bugün ilk arabaya bin gel.”
Ben şaşırmıştım ama Ali hâlâ mektubu evirip çeviriyor, bir daha okuyordu. Ali’ye üzgün bir ifadeyle,
“Başın sağ olsun. Allah rahmet eylesin.” dedim ama Ali hiç oralı değildi.
Dedim nutku durdu ellam.
“Ali iyi misin, arkadaş?” diye sordum.
Ali başını mektuptan kaldırıp,
“İyiyim arkadaş iyiyim de bu yazı babamın yazısı. Bunda bir iş var. Bir adam öldüm diye mektup yazar mı, kesin bir iş çeviriyor.” dedi.
Ben de şaşırmıştım. Böyle bir şey şeytanın aklına gelmez. Ali:
“Gel beraber Çörçil’e soralım bakalım Rize’ye ilk araba kaçtaymış?”
Rize’ye giden ilk araba akşam sekizde burada olur dediler. Ali de yol hazırlığı için eve gitti. Akşam sekiz olmadan Ali’yi yolcu etmek için garaja gittim. Sekizde gelecek araba geldi ta dokuz buçukta. Meğer yolda arıza yapmış. Neyse Ali arabaya binip gitti. Onun anlattığına göre ertesi gün öğle ezanı okunurken Araklı’ya varmış. Arabadan inince bir de bakmış ki babası orada bunu bekliyor.
Ali babasına:
“Hani sen öldüydün ya baba, sen ne işler çeviriyon?” diye sormuş.
Babası da Ali’ye:
“Senin de buraları görmeni, buradaki akrabalarla tanışmanı istediğim için çağırdım. Başka türlü gelmez idin böyle bir plan kurdum.” demiş.
Ali “Babam öyle dese de ben yine de pek inanamadım.” diyordu. Neyse akşama köye varmışlar. Köy dedikse dağın tepesinde, bildiğiniz yaylaymış. Bir ev burda, bir şurda. Değişik bir yermiş. Lakin serin mi serin, ormanlık mı ormanlıkmış. Gittikleri ev halasının eviymiş. Onu görünce halası sarılıp ağlamış. Ali’nin geldiğini duyan tüm akrabalar eve doluşmuş. Ali böylece herkesle tanışmış. Bayağı da akrabaları varmış memlekette. Halasının çocukları da onunla ilgilenmişler. Babasının emicesinin uşakları da hiç bırakmamışlar. Bir öğün bir yerdeyseler diğer öğün başka bir evdeymişler. Lakin geceleri halasında kalmışlar. Halasının iki oğlu üç de kızı varmış ama kızların ikisi nişanlıymış. Son kız evde bekârmış. Bu kız onların hizmetine koşturuyormuş ama ağzından bir kelime laf çıkmıyormuş. Ne konuşuyormuş ne gülüyormuş. Sadece sofra seriyor, kaldırıyor, çay veriyor çekiliyormuş o kadar.
Babası bir gün kulağına eğilip Ali’ye,
“Sana bu kızı alacağım.” demesin mi?
Ali çok sinirlenmiş ama sesini de çıkaramıyormuş. Babasının kulağına eğilmiş:
“Ben sana böyle bir şey yapma, benim sevdiğim var demedim mi? Ben bu kızı almam. Ne konuşuyor, ne yüzü gülüyor. Ben sevdiğim kızı alacağım, demedim mi?” demiş.
O da,
“Sevgi nedir ki bildiğin alışmadır, bunu da seversin.” diye cevap vermiş.
Meğer kız istenmiş, tek şart oğlanı görmekmiş. Ali de gelince görmüşler, beğenmişler ve kızın kararı verilmiş.
O akşam hummalı bir hazırlık varmış evde ama Ali anlamıyormuş. Gelenin haddi hesabı yokmuş, ev dolup taşmış. Akşam namazından sonra bir adam girmiş içeri. O gelince “Hocam hoş geldin” diye herkes ayağa kalkmış. Meğer bu adam köyün hocasıymış.
Adam içeri girer girmez:
“Allah hayırlı eylesin. Getirin yüzükleri takayım. Dua edip gideyim. Zira aşağı köyde de bir dua var.” deyivermiş.
Bir anda Ali kendini hocanın karşısında bulmuş. Yanında da halasının kızı… Ali bel bel bakınırken hoca sert bir şekilde:
“Uzadın ha o yusuk barmağizi!” demiş ve şak diye yüzükleri parmaklarına geçirmiş. Sonra da başlamış duaya.
Ali ne ağzımı açabilmiş ne de lafın kadiri olabilmiş. Her şey oldubittiye gelmiş.
Ertesi gün kızın anası, babası ve kardeşleri ile birlikte düşmüşler Çorum yoluna. Kızın ailesi buradaki bir akrabalarının evine yerleşmiş. Ertesi günü izinname almak için nüfus dairesine gitmişler ki kızın yaşı tutmuyor. Düğün planları suya düşmüş. Neyse kızın yaşını büyütmek için mahkemeye dava açılmış.
Ali diyordu ki “Ulan inşallah bu iş olmaz bunlar da cayar gider diye çok bekledim. Lakin altı ay sonra kendimi düğünümde oynarken buldum.”
Velhasılıkelam Ali halasının kızıyla evlendi, çoluğa çocuğa karıştı."
Hikâye bitmiş odadakiler şöyle miydi böyle miydi diye eleştiri yapmaya başlamıştı ki İt Yaşar:
“Valla İrfani emmi bu hikâyeyi öyle bir anlattın ki bana sanki baskasının değil de senin evlilik hikâyen gibi geldi. Yoksa öyle mi? Bizi yemiyon değil mi?” diye sordu.
“Lan oğlum olur mu, benim hanım da ben de bu köydeniz. Öyle olsa Savaş bilir en azından itiraz ederdi.”
Savaş da bana şahitlik edince Yaşar’dan yakayı kurtardık.
Bizim avane bu hikâyeye o kadar çok gülmüş ki sesimizi duyan eve doluştu. Herkes başladı nasıl evlendiğini anlatmaya.
İt Yaşar tekrar araya girdi ve bana:
“Valla İrfani Ağa ben deminki hikâyenin senin hikâyen olduğunu düsünüyom. Sen isimleri değistirip araya bir de Trabzon sokusturup bir sey attın ortaya ama benim hiç inanasım yok. Savas’ın sahitliği beni ikna etmedi. Madem bu hikâye senin değil, o zaman gerçek evlilik hikâyen nasıldı. Anlat bakalım.” deyince gözler tekrar üzerime çevrildi.
Aslında matrak bir hikâyemiz yoktu da lakin gel de laf anlat. Mecburen başladık anlatmaya.
“Efendim gencim, askere bile gitmemiştim. Babam bir gün beni yaylaya gönderdi. Bizim hanımın babası, babama bir çift anadut yapmış onları alıp döneceğim. Düştüm yayla yoluna. Derken...”


Yorumlar - Yorum Yaz