Çiftçi dosyalarımı yaptırmak için İlçe Tarım Müdürlüğüne gitmiştim. Tarım Müdürü beni tanır, sever ve sayardı. O da çok mukallit bir adamdı. Benim daireye geldiğimi pencereden görmüş olacak ki beni kapıda karşıladı ve beni odasında misafir etti. Ben işim var desem de ısrar edince müdür odasına girdim. İçeri girdim ki bizim avene de orada. Beni hemen başköşeye oturttular.
Kimler yoktu ki odada? İt Yaşar, Cavlak’ın Yelpirik Savaş ve diğerleri…
İt Yaşar geçen ayki hadiseden dolayı bana gıcıklanmış olacak, beni küçük düşürecek eski meseleleri gündeme getirdi ki adres yine Törrüd denen iblise dayanıyordu. Ağzını yaya yaya:
“İrfânî emmi yahu şu Gödek Arif’ten nasıl dayak yedin? Bir anlatsana!” demez mi?
Odanın içinde bir “ooo” sesi yükseldi. Öyle ya pehlivan yapılı, yıllarca sırtında küfe ile dünyayı taşımış eski külhanbeyi olan ben 1.50 metre boyundaki bir adamdan nasıl dayak yerim?
Yelpirik Savaş elini masaya vurdu.
“Yok devenin nalı? Daha neler! Dünyada inanmam. İrfânî emmi o sümsükten dayak yemez. Sen sanırım geçen seferki meseleden dolayı intikam almak istiyorsun. Yanlış bir istihbarat almışsın oğlum. Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?”
Diğerleri de benzer şeyler söyledi ama İt Yaşar bacak bacak üstüne atıp geriye yaslandı. Kendinden emin bir şekilde:
“Benim kaynağım sağlamdır. İnanmazsanız sorun kendisine! Ayrıca ben kinci de değilim. O meseleyi unuttum gitti.”
İt Yaşar’ın kuyruk acısı büyüktü demek ki. Sinirlenmiştim:
“Lan sen nerden biliyorsun benim Gödek Arif’ten dayak yediğimi? Yaşın ne başın ne?”
İt Yaşar gevrek gevrek güldü.
“Biliyorsun seninle ilgili her seyi ben Törrüd’den öğrendim. O seninle yasıt sayılır. Çocukluğu, gençliği sizin aranızda geçmis. Bu olayı herkes bilmez ama ben öğrendim.”
Bu söz üzerine oradakilerin gözleri üzerimde buluştu. Artık ok yaydan çıkmıştı. Meseleyi anlatmazsam gurur yapmış olacaktım. Bu defa bu mikrop yalan yanlış anlatacaktı yine ben madara olacaktım.
“Bu taşın altından da Törrüd çıkmasa şaşardım. Bu mesele benim çocukluğumda oldu. Oğlak güdüyordum ki siz de biliyorsunuz 8-10 yaş arasındaki çocuklar oğlak güderdi. Bu Arif denen hınzır da benden üç yaş büyük. Ben yaylada oğlak güdüyorum. Bu da keçi güdüyor. Oğlak ve keçi güderken birbirimize yakın güdüyorduk ama oğlaklar analarını emmemesi için sürüleri karıştırmamamız gerekiyordu. Bu mikrop sırf bizim azığımızı yemek için davarı bize yaklaştırdı. Çoğu zaman da benim azığın yarısını kendi köpeğine verir beni aç bırakırdı. O esnada oğlağın biri gidip anasını emince Arif ‘Sen oğlağa sahip çıkmadın.’ diye bana elindeki değnek ile başladı vurmaya. Ben ancak kafamı saklıyordum, o da sırtıma sırtıma vuruyordu. Sonra diğer arkadaşlar araya girince beni bıraktı ve ceza olarak sırtımdaki azığımı çekip aldı ve yine itine yedirdi. Ben ağlıyordum. Derken davarın sağma zamanı gelince rahmetlik anam elinde bakraçlarla göründü. Davarı sağdıktan sonra bana:
“İrfânî sen kaç gündür yıkanmadın. Benimle gel seni yıkayıp üstünü değiştireyim.” demez mi?
Ben paniklemiştim:
“Ana sırtım kirli değil, esvaplarım da bir iki gün daha idare eder.” dedim.
Lakin anam beni dinlemediği gibi kolumdan tutup yakaladı ve yaylaya döndük. Ben ne kadar direndiysem üzerimi soyunca sırtımdaki dayak izleri ortaya çıktı. Anam rahmetli ağlamaya başladı.
“Seni kim dövdü?” diye sordu.
Ben konuşmak istemiyordum.
“Aynı dayağı bir de benden yemek istemiyorsan konuş, seni kim dövdü?” diye ısrar etti.
“Gödek Arif dövdü. Azığımı da o yedi. Kaç gündür bizim azığımızı ya kendisi yiyor ya da itine yediriyor. Biz aç acına akşama kadar gezip duruyoruz.” dedim.
Anam beni o gün ve ertesi gün davara salmadı.
Üçüncü gün davara gittim. Biz oğlakları köy yolunun sağında Gödek Arif de solunda güdüyordu. Ben Törrüd ve dayımın Bekir ile oğlak güderken Gödek Hasan ve sonradan eniştem olacak Ömer de karşı tarafta davar güdüyordu. Birden bizim köpek kulaklarını dikti ve havlayarak yola doğru koşmaya başladı. Biz ne oluyor diye yola doğu bakınca bir de ne görelim babam bir ata binmiş bize doğu geliyor. Bizim köpek Tomas, babama çok düşkün olduğu için kokusunu mu aldı ne yaptı babama doğu seğirtti. Babama şaklabanlıklar yapmaya başladı. Biz de babama doğru yürümeye başladık. Bu arada Gödek Arif de babamı bizden önce gördüğü için yanına varmış atını tutuyordu.
Babam havadan sudan, meradan, ottan epey bir soru sorduktan sonra bize;
“Azıklarınızı açın bakıyım, yavan mı geziyonuz, aç mı kalıyonuz?” dedi.
Azıklarımızı açtık. Anam hepimize de omaç dürümü etmişti. Hepimizin de azığı aynıydı.
Babam birden Arif’in bileğinden yakaladı ve ona;
“Arif senin azığınla İrfânî’nin azığı her zaman böyle aynı oluyor mu? Yani anası İrfânî’ye farklı bir şey veriyor mu?”
Arif yavaş yavaş kızarmaya başlamıştı.
“Yok Hacı Dayı, bibim üç çobana da aynı azığı koyuyor. Ayrı gayrı yok.” dedi.
Babam Arif’in kolunu sıkıca kavradıktan sonra yine sordu.
“Peki madem öyle, sen niye her gün İrfânî’nin azığına ortak oluyorsun? Babalar yiyesice sen koca bir dürümle doymuyorsun da bu çocuk akşama kadar aç aç geziyor. Bir de onun dürümünün yarısını kendi itine veriyormuşsun, kendin de yemiyormuşsun. Bu ne demek oluyor ha! İtlere sabah akşam yal verilmiyor mu?”
Arif’ten tık çıkmıyordu. Babam sonra bana döndü “Sırtını soyun!” dedi. Ben utandığım için ağırdan alınca babam sert bir şekilde “Aç ulan sırtını!” dedi. Ben sırtımı açınca babam sırtımdaki mosmor değnek izlerini gördü. Bileğini tuttuğu Arif’e:
“Ben senin neyin oluyorum Arif?” diye sordu.
Arif kıpkırmızı olmuştu. Yutkunarak:
“Dayımsın.” dedi.
Babam sakin sakin tekrar sordu.
“Ben senin dayın isem bu da dayının oğlu oluyor değil mi?”
Arif kekeleyerek;
“Ee, ee, evet dayı!” diye cevap verdi.
Babam Arif’in değneğini aldı.
“Bununla mı dövdün İrfânî’yi?” diye sordu.
Arif bu defa başını sallayarak evet cevabı vermiş oldu. Babam buna bir dayak çaldı amma vallahi biz bile korkudan altımıza edeyazdık. Bu Arif köpekler gibi yalvarıyordu ama babam;
“Ulan kitapsız, İrfânî sana vurma diye yalvarınca sen duydun mu?” diye bir iki daha çaldı. Sonra “Bir daha kendinden küçüklere ilişirsen kim olursa olsun gelip bu dayağın iki mislini atmazsam adam değilim.” dedi ve atına binip yaylaya bile uğramadan köye geri döndü. İşin aslı bu! Aradan zaman geçince biz de ekeleştik Arif’i geçtik. Bizim Gödek Arif ile aramızda bir daha böyle bir şey olmadı.”
Ben hadiseyi anlatınca İt Yaşar pis pis sırıtarak tekrar sordu.
“Senin dayak yediğini Hacı ebeme kim söylemis? Hatta Hacı dayımı kim çağırmıs köyden biliyon mu?”
Ben yine şaşırmıştım. Hiç bu iş üzerine düşünmemiştim.
“Anam beni öyle görünce babama haber salmıştır, kim söyleyecek başka?” dedim.
Yaşar yine sırıtarak;
“Sen bilemiyon İrfani emmi. Törrüd önce annene haber vermis sonra da köye gidip Hacı dayıma olanları anlatmıs. O da gelip Arif’e haddini bildirmis. Senin anlayacağın seni Gödek Arif’ten Törrüd kurtarmıs. Sen ona kızıyon emme bunu bil de nankörlük etme!” demez mi?
Sinirlerim tepeme çıkmıştı:
“Ulan ben Törrüd’e ne nankörlük etmişim de iki de bir bu mendeburu önüme getiriyorsun. Madem onu bu kadar çok seviyon git onunla otur kalk. Ne diye benim ayaklarıma dolanıyon!” diye çıkıştım Yaşar’a.
İt Yaşar bu zılgıtı yiyince birazcık bozuldu.
“Ben bir kötülüğünü görmedim. Amacım aranızı bulmak. Bak biz onunla ticarete girdik. Ufak ufak araba alıp satıyok.”
Yaşar ağzındaki baklayı çıkarmıştı.
“Şeytan görsün yüzünü. Onun girdiği işten hayır gelmez. Sen de kendine dikkat et. Bana hakkınızda pek de iyi haberler gelmiyor. Demedi deme!” diye uyardım onu.
Yaşar elini sallayarak;
“Boş ver be emmi, onlar bizi kıskanıyor.” dedi.
Bu arada İlçe Müdürü araya girdi.
“İrfânî emmi bir dayak hadisesine de ben şahitlik ettim. Memuriyetin başında Urfa’nın bir kazasına atanmıştım. Orada Maho Ağa diye yaşlı bir ağa vardı. Ağadan birileri haraç istemiş, ağa da bunları def etmiş başından. Lakin aradan bir ay geçmiş adamı Urfa’ya giderken pusuya düşürmüşler. O da pusuya düştüğü hâlde bu herifleri tek tek haklamış. Bununla da kalmamış kazaya dönünce hadiseyi bir dedektif gibi araştırmaya başlamış. Sonunda bu pusuyu atanları, attıranları, kendisini izleyip o gün saat kaçta şehre gitmiş, orada nerelere girip çıkmış, geri saat kaçta dönmüş bu istihbaratları yapanları da tek tek tespit etmiş. Ben bile tesadüfen bu sorguların birine şahit oldum. Adam heriflere bir dayak attı ki vallahi ben bile korkudan birkaç gece uyuyamadım. Hatta bu işin başındakileri diri diri patosa attırmış diye halk arasında bir şayia dolanmaya başlamıştı. Zira adamları bir daha o havalide gören olmamış, alayı pılıyı pırtıyı toplayıp terki diyar etmişler. Eee naparsınız, boşuna dayak cennetten çıkma dememişler! Bazen haddini bilmeyene haddini bildirmek de gerekiyor. Hatta askerde komutan askerlere sormuş İslam’ın şartı kaç diye. Onlar da beş deyince komutan “Yok bilemediniz, İslam’ın şartı altıdır. Altıncısı da haddini bildirmeyene haddini bildirmektir.” diye cevap verir. Ben de böyle olduğunu düşünüyorum.”
Bizim Yaşar muhabbetten hoşlanmamış olacak ki müsaade isteyip kalktı. Biz de sohbet eşliğinde çaylarımızı yudumluyorduk ki dışarıdan tangır tungur bir ses geldi. Ben de boş bulunup:
“Aha bizim Yaşar’ı patosa attılar.” deyiverdim.
Odadakiler gülmekten yerlere yattı.
Aradan birkaç gün geçmişti. Ziraat Müdürü de olmak üzere geçen günkü ekip ile kahvede oturuyorduk ki Yaşar kafasında bir şapka, eli yüzü mosmor olmuş bir şekilde önümüzden geçti. Bizimkiler hemen önünü kesip onu masaya zorla oturttu. Baktık herifin şaftı kaymış. Kaşında koca bir dikiş izi, gözler morarmış, eli yüzü şiş! Kafasındaki şapkayı çıkarınca altından imamın sarığı gibi bir sargı çıkmaz mı?
“Ne oldu sana oğlum?” dedim.
Yaşar daha ağzını açmadan Cavlak’ın Savaş cevap verdi.
“İrfani emmi Yaşar’ı patosa attılar demiştin ya bak gerçekten patosa atmışlar.” demez mi?
Biz gülmekten yerlere yatarken Yaşar şaşkın şaşkın sordu.
“Ne patosu yahu? Geçen gün birisine araba satmıstık. Lakin arabada sorun çıkmıs adam arabayı bize geri teslim etmis parasını istiyordu. Törrüd parayı verdim deyince ben de inandım. Meğer adama ‘Senin arabanın parasını Yasar aldı. Sen parayı ondan alacaksın demis. Yasar bana da adamın borcunu ödedim demisti. Demek ki vermemiş.’ diye benim üzerime salmıs. O gün adam beni takip etmis. Ziraat dairesinden çıkınca beni bir güzel benzetti. Daha önce bana dediğin gibi Törrüd yaramaz adamın tekiymiş İrfânî emmi. Bir elime geçirirsem ben de onun kafasını, gözünü karacağım. Lakin bu patos meselesini anlayamadım. Patos derken?”
Bu sözler kahvedekileri daha da coşturmuştu. Herkes gülme krizine girmişti. Benim ağzımı açacak takatim kalmamıştı. Biz gülmekten karnımızı tutarken Ziraat Müdürü ona patos hikâyesini anlatıyordu.