İt Yaşar bizi artık kendisine bağlamıştı. Ben bile acep ne anlatacak da eskiden cevabını bulamadığım hadiselerle ilgili neler öğreneceğim diye merak ediyordum. Allah var ben konuşmadan o konuşmuyordu. Önce ben anlatıyordum o da benim anlattığım bu hadise ile ilgili bilmediğim şeyleri tamamlıyordu. Meğer bilmediğim o kadar çok şey varmış ki öğrendiğimde ben de hayret ediyordum. Bu yüzden önceleri bu İt Yaşar’a kızsam da artık ona pek kızmıyordum. Onun hayatını kurtardığımız için o da bana karşı hürmeti elden bırakmıyordu.
Memleket bir seçim yaşamış, her zaman olduğu gibi bu seçimde de itirazlar gündeme gelmiş bu yüzden de kavga gürültü eksik olmamıştı. Bizim ekip sürekli beni seçimle ilgili şeyler anlatmam için zorluyor ben de biraz geri dursam da ısrarlara dayanamayıp eski defterleri açıyordum. O gün de ilk fitili ateşleyen Yaşar oldu.
“İrfâni emmi sen orman kaçakçılığından hapis yatmıssın. Nasıl oldu bu is?”
O, soruyu sorunca Savaş, Hamza ve Ömer de başladılar “anlat, anlat” demeye. Mecburen başladık anlatmaya.
“Efendim bizim köy dağ köyü olduğu için kaçak kesim yapardık. Tabii çoğu zaman ormancıya yakalanırdık. Ormancı bazen kestiğimiz oduna el koyar; eşeğimizi, baltamızı ve sicimlerimizi geri verirdi. Bazen de aksi bir ormancıya denk gelirsek odunu bırak atı eşeği de kaptırır bir de üstüne mahkemeye giderdik. Mahkemede orman deyince hâkim, savcı direk hem para cezası hem de on beş gün hapis verirdi. Ben de dağdan odunu kestim, gelirken Ormancı Celal bizi çevirdi. Odunu götürüp onun evine yıktık. Sözde Ormancı Celal bizi mahkemeye vermeyecekti. Aradan bir ay geçti, muhtar elinde bir celp ile geldi. Gittik mahkemeye.
Savcı:
“Hâkim Bey, bu köylülerin elini dağdan kesemedik. Üç ay tecilsiz mecilsiz direk hapis, on bin lira para ve üç ay da ağaç dikme cezası verilmesini talep ederim.” demez mi?
Ulan sanki adam öldürdük. Ben Hâkim'den medet umarken Hâkim kaşını sürgülü pencere kayıdı gibi kaldırdı:
“Ulan dağı bitirdiniz! Sizi yetkim olsa buradan sürer bir ırmak kenarına iskân ettirirdim. Sizin hakkınızdan ancak sivrisinek ve ısıtma gelir. Şimdi sana 15 gün hapis, beş bin lira para cezası vereyim de gör. Bunun atını eşşeğini de haczedip satın.” demez mi?
Güvendiğim dağlara kar yağmıştı. Ağzımı açıp bir kelime edeyim dedim amma daha ağzımı açmadan “Alın götürün şunu!” diye bir gürledi, şart olsun birisi adımı sorsa söyleyecek mecalim kalmadı. Gittik İskilip Cezaevinde paşa paşa yattık on beş gün. On beş gün sonra cezaevinden çıkınca köye döndük emme sıra geldi para cezasını ödemeye. Beş bin lirayı ödemesi koley emme eşşek de elimizden gitti. Ne yapacağım diye kara kara düşünürken sağ olsun Hanifi’nin Irıza eşeğini verdi de dağdan odun kesip satarak cezayı ödedik. Hatta bazı günler birkaç sefer fazla yapıp kendime bir eşşek daha aldım.”
Savaş ve saz ekibi, “Ula, görüyon mu, essah mı?” derken bu bizim it Yaşar başladı elini çarpa çarpa gülmeye.
Sinirim tepeme çıkmıştı.
“Lan ne gülüyon şinnek şinnek, itoğlu, çok mu hoşuna gitti!” diye bastım azarı.
İt Yaşar gülmekten zor konuşuyordu:
“Demek orman cezasını yine ormanı keserek ödedin ha!” diyebildi.
“Ne olacaktı? Başka çare mi var? Şimdi buna mı gülüyon?” diye tersledim bu defa.
Yaşar ellerini dizine çarpa çarpa gülmeye devam ediyordu. Bir ara durdu ve ciddileşti:
“Ormancı Celal seni dağda tutunca mahkemeye vermeyeceğim demis. Hiç düsünmedin mi bu adam beni mahkemeye vermeyecekti, bu isin içinde baska bir is var diye?”
Savaş, Hamza ve Ömer de hep bir ağızdan “Hee, sormadın mı?” diye onu tasdik ettiler.
İt Yaşar yine pis pis gülmeye başlamıştı. İçime bir kurt düştü. O zaman böyle düşünmediğime adım kadar emindim. Ormancı Celal sözünde durmadı diye adama on beş gün boyunca ana avrat sövüp durmuştum cezaevinde. Baktım bu Yaşar iti kabız eşşek gibi ıkınıp sıkınıyo.
“Senin dilinin altında yine bir bakla var. Yumurtla şunu da rahatlayalım.” diye kestirip attım.
Ben böyle çıkışınca Savaş, Hamza ve Ömer de işkillendi. Onlar da ısrar edince Yaşar gevşeyip dökülmeye başladı.
“Seni Ormancı Celal mahkemeye vermemis ki... Sen, sizin Duvar Musa’nın İrfâni’nin yerine yatmıssın.”
O an beynimde şimşekler çaktı. Musa’nın İrfâni ile ben aynı yaşıtız. Benim babamın adı da Musa onunki de... Hatta analarımızın adı bile Döne. Hemen sordum.
“Nasıl olmuş bu iş?”
Yaşar bir bana bir de oradakilerin yüzüne baktı:
“Valla İrfâni emmi ben de sonradan öğrendim. Köye mahkeme celbi gelince candarmalar Musa’dan olma Döne’den doğma, 928 doğumlu İrfani Yılmaz’ın cezası var demisler. Törrüd de candarmalara demis ki ‘Bu İrfâni, Sarı Musa’nın İrfâni’dir. Geçen Ormancı Celal onu Darkaya’nın ardında yakaladı.’ Böylece is sana dönmüs.”
İt Yaşar’ın bu sözlerini duyunca başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Ormancı Celal’in günahını aldığıma mı yanayım, içeride elin yerine on beş gün yattığıma mı yanayım, bilemedim. Aradan geçmiş elli-elli beş sene... O kadar sene önce yaşanmış bir hadisenin iç yüzü maalesef bugün ortaya çıkmıştı. Bu Yaşar, Törrüd’ün kara kutusu gibiydi. Geçen sefer de elli senedir benim için sır olan bir hadise ortaya çıkmıştı. 80’de Törrüd’ün yüzünden neredeyse hapse atılacakken son anda kurtulmuştum. Lakin okuldaki hademelik işinden olmuştum. Acep bu Törrüd yüzünden başıma daha neler gelmişti de haberim yoktu. Benim bu Yaşar’ı elimde tutup konuşturmam gerekiyordu demek ki. Bunları düşünürken aklıma acep beni içeri attırınca bu Törrüd alçağının eline ne geçti diye sormak geldi. Öyle ya mutlaka bir hesabı vardı bu herifin. Yaşar’a:
“Onun derdi neymiş de beni ağza verip içeri attırmış. Onu da söyledi mi?” diye sordum.
Yaşar yine sırıtarak ve tıslayarak cevap verdi.
“Valla öteden beri onun sana bir hasetliği varmıs. Sadece sana değil sizin sülaleye de gıcık oluyormus.”
Şaşırmıştım.
“Lan oğlum bu alçağın eniği, cücüğü bizim evlerde yiyip içerdi. Haydi benimle ta okuldan beri kıskançlığından mütevellit bir husumeti vardı, onu biliyorum. Lakin bizim sülale bu nanköre ne yapmış da böyle husumet beslemiş?”
Yaşar da afallamıştı:
“Valla İrfani emmi, dediğine göre sürekli muhtarlıkta, reislikte sizin sülalenin desteklediği aday kazandığı için sizin sülaleye karşı içinde hep bir husumet varmıs.”
Şeytanın aklına gelmeyecek bir şeydi bu.
“İyi de her seçimde yanımızda ya azaydı ya heyet.”
“Valla emmi bu soruyu ben de sordum ona. O da gülerek ‘Beni onlar kendilerinden sanıyordu emme ben sürekli karşı tarafa muhbirlik yapıyordum.’ dedi.”
Mazi gözlerimin önünde canlanıvermişti. Gerçekten de biz ne yapsak karşı tarafın anında haberi oluyordu.
“Demek muhbirlik yapıyormuş ha... Vay nankör vay! Haydar’ın kapıda yallan, Serdar’ın kapıda ürü ha! Ulan büyükler boşa dememiş ‘Evvelden ekmeği yiyip de nankörlük edenin gözüne dururdu. Şimdi yedirenin gözüne duruyor.’ diye.”
Benim üzüldüğümü gören Savaş, Hamza ve Ömer de bozulmuştu. Hep bir ağızdan:
“Vay anasını, şunun ettiğine bak!” dediler.
Ben de “Eee, sonra?” diye sorumu tekrarladım.
Yaşar derin bir nefes aldıktan sonra yine tıslayarak anlatmaya devam etti.
“Eeesi bu iste. Adam sizin içinize kurt gibi girmis, sizi içinizden kurutmus. Yani senin anlayacağın sizi sırtınızdan hançerlemis.”
Kafam iyice karışmıştı.
“Tamam diyelim ki bizi içerden çökertti. Peki, benim orman davası yüzünden başka bir akrabamın yerine içeride yatmamdaki kasti neydi onu anlamadım.”
Hamza da beni tasdik ederek “Ben de anlamadım, o ne alaka?” diye sordu.
Kırk yıldır köyde millete mesel anlatan ben bile ağzımı açmış bu dünkü yetmenin ağzından ne çıkacak diye bekliyordum. Bu da kırk yıllık meselci gibi kendini ağırdan satıyor, lafı gıdım gıdım satıyordu.
“Simdi size bunu nasıl anlatsam bilmiyorum ki.” dedi ve culuk gibi düşünmeye başladı. Bir müddet he diyerek kafasını oraya buraya salladıktan sonra tekrar konuşmaya başladı.
“Sizin sülale bu köyün en kalabalık sülalesi iken simdi Fellahlar sizi geçti mi geçmedi mi?”
Lafı nereye götüreceğini merak ederek cevap verdim.
“Öyle oldu. Benim hapislikle bunun alakası ne?”
“Peki, bir düsün bakalım, siz nasıl geride kaldınız?”
Düşündüm, evet bizim sülale kalabalık iken şimdi ikinci sülale durumuna düşmüştük.
“Bizim sülale ikiye bölündü. Biliyorsun Uygun’lar da bizim sülaledendi. Onlar soyadı değiştirip ayrılınca ister istemez biz geriye düştük.”
Yaşar pis pis sırıtarak;
“Ee iste bu ayrılık meselesini tezgâhlayan Törrüd’dü.” demez mi? Benden önce Savaş:
“Nasıl yani?” diye sordu.
“İste köye ne zaman mahkeme celbi gelse hemen muhtardan evvel candarmaların elindeki kâğıdı okuyup sizden adı soyadı, anası babası doğum tarihi tutanları mahsus birbirinin yerine orman cezası için içeriye attırmıs. Sonra da gidip ‘Soyadınızı değiştirin. Karısıklık oluyor böyle.’ diye onları fitliyormus. Cürüm’ün Osman bu yüzden soyadını değistirip Uygun yaptırmıs.”
Biz donup kalmıştık. Birbirimize bakakaldık. Abdullah’ın Ömer: “Yok daha neler!” diye itiraz edince biz de onu tasdik ettik.
“Yani şimdi bizim sülaleyi Törrüd mü ikiye bölmüş. Amacı neymiş ki?”
Yaşar arkasına yaslandı. Yine tıslayarak cevap verdi.
“Valla seçimlerde baska birilerini kazandırmak için sizin sülaleyi parçalamak istemis. Bunun için de orman davalarını kullanmıs. Diyordu ki ‘Ben onların arasına ikilik soktum. Hele bir on sene geçsin yeni yetmeler kendilerini ayrı sülale sandıklarında is isten geçmiş olur. Bunları bir bölersem bir daha bellerini doğrultamazlar.’ Valla dediği çıktı.”
Düşündüm gerçekten de dediği gibi olmuş sülale ikiye bölünmüştü. O günlerde bu durum yüzünden büyüklerimiz çok üzülmüşler Cürüm’ün Osman ile selamı sabahı kesmişlerdi. Aradan on sene geçince yeni yetmeler de kendilerini ayrı bir sülale olarak görmeye başlamış, asla bir daha bizimle birlikte hareket etmemişlerdi.
“Ulan” dedim “Törrüd varken şeytana gerek yokmuş…”
Savaş başındaki kasketi öfkeyle yere çarptı.
“Valla doğru söylüyon İrfâni Emmi. Yıllarca bir şeytanla yan yana yaşamışız.” deyince İt Yaşar da saf saf:
“He la, ben de bu seytanla yıllarca kol kola gezmisim.” demez mi?
Ne bildik güleceğimizi ne bildik ağlayacağımızı.
Abdullah’ın Ömer biraz mollavari bir adamdı. Ellerini açtı ve ayağa kalktı.
“Allah’ım bizi insan kılıklı şeytanların şerrinden koru.” diye dua etti.
Hep birlikte “Âmin” dedik.