ELLİ YILLIK SIR

Efendim önceki ziyaretten sonra sağ olsun bizim gençler haftada bir gün hanemizi şenlendiriyorlar. Elleri, kolları dolu dolu gelip bizim elimizi bir şeye vurdurmuyorlar. Kapıya bir semaver yakıyorlar. Çayı yanlarında getirdikleri kuru yemiş, kuru pasta, öteberi ile yudumlarken bize de eskilerden anlatmak düşüyor.
Tabii başrollerde yine bizim pehlivan yapılı burnu ezik, kulağı kırık, ense ile kellesi neredeyse bitişik Cavlak'ın Kel Savaş var. Peşinde de onun avenesinden Culuk'un Hamza ve meşhur İt Yaşar da var. Bu Yaşar’ı bitim kadar sevmem ama kapıya gelmiş misafiri de kovamıyorsun. Ataların dediği gibi sevmediğin mantar burnunun dibinde biter.
Meğer İt Yaşar geçen ay onun hakkında anlattığım meseleyi duyunca illa ben de geleceğem diye tutturmuş. Savaş ona:
“Sen Törrüd’ün ehbabısın. İrfani emmiyi kızdırırsan şart olsun seni eşşek sudan geleştane evire çevire düver, kafanı gözünü kırar.” demiş.
“Gülbiyaz Törrüd ile görüşmemi yasakladı. Zaten onu gördüğüm yok. Ekmek Kur’an çarpsın, üç dokuz şart olsun, karı benden boş olsun bir boş boğazlık etmeyeceğem.” diye söz vermiş o da.
Savaş bunları eve girerken kulağıma fısıldadı. Neyse kapıya it de gelse kovulmaz dedik sustuk.
Tabii ayak işleri İt Yaşar’a düştü. Çayı o demledi, servisi de o yaptı. Allah için köpoğlusu bir çay yaptı ki sormayın. Hani tavşankanı diyorlar ya aynen öyle. Tavşan görse kanımı içiyorlar diye demliği kafaya dikerdi namussuzum.
Malum bu zamanda konuşulacak mesele elbette seçim meselesi olur. Bu akıl fukaraları benim vekillikten girdiler lafı evire çevire köydeki muhtarlığa, kazadaki belediye reisliği işine getirdiler. Ben her ne kadar “Bu meseleyi kapatın, yerin kulağı vardır. Adayların kulağına gider, yok yere hasım sahibi olmayalım.” dedimse de kâr etmedi.
Neymiş bu sefer Şişmanların Ferzi kazanır, yok Fellahların Baki kazanır, yok Kelehmet’in Sencer kazanır. Bir de iddiaya girmezler mi? “Lan n’oluyo, benim evimi Veli Efendi ganyan bürosu mu sandınız?” diye müdahale ettim. Lakin laf çökeğe çökmüş Magirüs gibi debelenip durdu. Anlaşılan bu kopukların amacı seçimi bizim eve sokmak. Biz böyle cebelleşirken İt Yaşar lafa girdi:
“İrfani Ağa madem bugünkü seçimleri, adayları konuşmak istemiyorsun. O zaman eski seçimleri anlatsan ya.”
Onun bu sözü bir anda ortalığı sükûnete boğdu. Herkes dönüp ona bakmaya başladı. Yaşar bir pot kırdım diye birden heyecanlandı.
“Valla kötü bir şey demedim. Eski seçimleri anlat dedim. Bunda ne var?”
Baktım oğlan suçuklandı.
“Yok, doğru söylüyon. Madem seçim konuşulacaksa eski seçimler konuşulsun daha iyi!” dedim.
Bu sözüm üzerine Yaşar derin bir soluk aldı. Solan yüzünün rengi bir anda kabak çiçeği gibi açılıverdi.
Ortalık yatışınca Culuk’un Hamza hemen devreye girdi.
“İrfani Ağa, hatırlıyon mu? 77 seçimlerinden sonra Feyzioğlu’nun ilçe başkanı köye gelip ‘Bu köyde ocak açacağız.’ dediydi bu işin aslı neydi, bir anlatsan.”
Kasabın müşterisine istediği yerden kestiği gibi soru da istediğim yerden gelmişti.
“O sene bizim burası da belediyelikti. Koca köy, Angara, İstanbul derken aha düştü yüz haneye. Malumunuz nüfusumuz düşünce belediyemiz kapandı. Neyse o zamanki reis de Hasan Ağa’nın Yunus…
Burayı iyi diğneyin. O zamanların meşhur partilerinden Adalet Partisinin ambilemi kır at, Güven Partisinin koç. Halk Partisinin yine altı ok, Hareket Partisinin üç hilaldi. Selamet Partisi anahtar ve Demırgırat Partisi de el ambilemini kullanıyor. Bir de oy pusulaları o zaman renkli dağel. Sandıklar açıldı ve seçim sonuçları açıklandı. Köyün ekserisi mühürü kır ata basarken bir kişi koça basmış. Yani anlayacağınız Turhan Feyzioğlu’nun Güven Partisine bir oy çıktı. Seçimden sonra kayfede bu işin epey bir münakaşası oldu, kim ki bu koça basan, deyi… Hani sandık başında bir adamları olsa o bastı diyeceğiz, adamların bizim burdan hiç umudu olmadığı için sandık başına adam bile bulamamışlar. Şu muydu, bu muydu diye çok kafa yorduk emme bu bir oyun sahibini bulamadık. Mevzuyu kapattık gitti.
Tabii biz mevzuyu kapattık kapatmasına emme sandık başında adamları bile yokken partilerine bir oy çıkınca Güven Partisinin ilçe başkanı seçimden sonra soluğu bizim köyde aldı. Kahvede oturuyorduk adam içeri girdi. Girer girmez selam kelamdan sonra bir sandalyenin üstüne çıkıp bize seslendi.
“Ağalar bir beş dakikanızı alacağım. Seçimlerde köyünüzden ilk defa bir rey almış durumdayız. Bu rey Sayın Genel Başkanımız Feyzioğlu’nun da dikkatini celp etmiş olacak ki bize tel ile emir verdi. Biz bu köyde partimizin bir ocağını açacağız. Bize bu bir oyu veren kişi kim ise onu da bulup partimizin ocak başkanı yapacağız. Şimdi sizden ricamız bize bu reyi veren kişi aranızdaysa ortaya çıksın. Eğer burda değilse kesin sizler bilirsiniz bize bu adamı bulmanızı rica ediyorum.”
Millet şaşkın şaşkın birbirine bakındı. Daha kimse ağzını açmaya fırsat bulamadan bizim Yunus Reis de içeri girdi. O da kayfenin önüne tomofil durduğunu görünce hükümetten önemli biri mi geldi diye merak etmiş, o yüzden gelip bakmak istemiş. Zira o günlerde vesait nerde…
Reis içeri girince adam bizim Reis’e:
“Seni yerde ararken gökte bulduk. Yahu Reis Bey, Genel Başkanımız Sayın Turhan Feyzioğlu Bey talimat verdi: 'Partimize oy çıkan köy ve nahiyelerde ocaklar açılacak ve ocak başkanları da oy veren kişilerin arasından seçilecek. Partiye oy bile vermeyen adamları ocak başkanı yapmayacaksınız.' Biz de baktık ki buradan da bize bir oy çıkmış. Biz şimdi bu kişiyi bulup ocak başkanı yapacağız. Sen eski ve kurt politikacılardansın. Kesin bilirsin bu kişiyi. Bu adamla bizi tanıştır buraya bir ocak açalım.”
Yunus Reis de bizim gibi önce şaşırdı ama sonra kendisini toparladı:
“İyi de Selçuk Bey ben Adalet Partiliyim. Neden gidip de karşıma yeni bir parti ocağı açtırayım? Bu dediğiniz dünyada olmaz.” dedi ama bir yandan da bıyık altı gülüp duruyordu.
Selçuk Bey de aslında eski Adalet Partiliydi. İlçe başkanlığı seçimini kaybedince o da gidip Güven Partisine geçmiş oranın ilçe başkanı olmuştu. Selçuk Bey’in yüz hatlarından bizim Reis'in lafına içerlediği çok belli olmuştu:
“Yahu Reis o kadar arkadaşlığımız var. Ben senden bize oy atan adamı bulmanı istiyorum.” diye ısrar edince bizim Reis muzipçe gülerek karşılık verdi:
“Selçuk Bey size oy veren o kişi hayatta sizin ocak başkanınız olamaz. Gel sen bu sevdadan vazgeç.”
Selçuk Bey bu cevap karşısında çok gücendi. Adamın eli yüzü birden değişti, kızardı, morardı.
“Vaay demek öyle ha! Yani benim olduğum yerde size ocak açtırmam demek istiyorsun öyle mi? Ben de seni vefalı bir arkadaş bilirdim yanılmışım. Yazıklar olsun be! Bir kişi sizin burada partinizi yıkacak değil, seni reislikten edecek değil. Tamam Reis Efendi, tamam. Ben alacağımı aldım, duyacağımı duydum, göreceğimi gördüm.” dedi ve kapıya doğru yöneldi.
Bizim Reis pehlivan yapılı, babayiğit adamdı. O da ayağa fırladı ve Selçuk Bey’i kolundan tuttuğu gibi geri masaya oturttu.
“Bana bak Selçuk Efendi sen beni yanlış anladın anlamasına ya muhalif de olsan buraya kendi isteğinle gelirsin ama alini kolunu sallayarak kendi isteğinle gidemezsin.” demez mi?
Selçuk Bey elini masaya vurdu:
“Lan beni tehdit mi ediyorsun, ne demek elini kolunu sallayarak gidemezsin demek!” diye çıkıştı.
Baktım bizim Reis hâlâ bıyık altı gülüyor.
“Yahu sen beni yine yanlış anladın. Buraya kadar gelip benim ekmeğimi yemeden suyumu içmeden gidecek Selçuk daha anasından doğmadı. Otur oturduğun yerde! Şimdi sor bakalım bir kere size oy veren kişi neden sizin ocak başkanınız olmaz?”
Bırak Selçuk Bey’i, köycek biz de şaşırmıştık. Ama yemek yemeden gidemezsin deyince de hani gururumuz kabardı. Evet, bu köye gelip aç gitmek demek adamın anasına, avradına sövmekten beter bir şeydi. Bizim Reis’in de hanesi açık, sofrası açık… Muhalif olanlar bile onu takdir etti. Hep bir ağızdan:
“Sen bu köye kendi arzunla gelebilirsin ama buradan aç susuz gidemezsin.” diye bağrıştık.
Selçuk Bey’in gerilen yüzü gevşedi. Gözlerinin içi ışıladı. Ben de hemen lafa girdim.
“Bak Selçuk Efendi sen buradan yemek yemeden gidersen köylüye hakaret etmiş olursun. Hem Reis Bey de bu köyde hanedar bir adamdır. Bu adamın da itibarı var. Gidemezsin.” dedim.
Adam mahcup bir şekilde ayağa kalktı:
“Ağalar Allah razı olsun. Ben özür dilerim bir yanlış anlaşılma oldu ama yemeğe de gerek yok. Sizin şu sözleriniz bile adama bir ay sahursuz oruç tutturur. Var olun.” dedi. Sonra da bizim Reis’e döndü:
“Ee söyle bakalım bizim seçmen neden bize ocak başkanı olamazmış?”
Yunus Reis birden ciddileşti:
“Selçuk Efendi size oy veren kişi benim anam da ondan.” dedi.
Ağzımız açık kaldı. Kahvedekiler uğultu hâlinde “neeey” diye bağrıştı. Selçuk Efendi de şaşırmıştı:
“Nasıl yani? Bizim partiye oy veren kişi Karanfil teyzem mi?” diye sordu.
Yunus Reis gülerek:
“Yaaa aynen öyle. Benim gariban anam ata vereceğim diye mührü götürüp koça basmış. Şimdi 70 yaşında, okuryazarlığı bile olmayan benim anam sizin partiye nasıl ocak başkanlığı yapacak söyle bakalım!” deyince bir kahkaha bombası patladı. Gülmekten sandalyelerde bile oturacak gücümüz kalmadı.
Neyse Selçuk Bey de gülmeye başladı. İşi tatlıya bağlamıştık. Selçuk Bey’e mükellef bir sofra hazırladık. Yemekten sonra da uğurladık onu. İşte o mesele de bu şekilde vuku buldu.”
Ben sözümü bitirdim. Tıpkı bundan elli sene önce olduğu gibi bizim misafirler de gülmekten yerlere yattılar. Ben o gün için yırttım derken bu Yaşar olacak lüzumsuz:
“Sen 80’de ortaokulda hademe iken Müdür Nevzat Bey senin yüzünden memuriyetten atılmış. Onu da anlat!” demez mi?
Birden tepem attı. Tabii diğerleri de birden gülmeyi kestiler. Ortalık bir anda buz gibi bir sessizliğe büründü.
“Sana kim söyledi lan Nevzat Bey’in benim yüzünden memuriyetten atıldığını?” diye çıkıştım.
Yaşar bu, adı üstünde İt Yaşar. Hiç itlik yapmadan durabilir mi?
“Törrüüüd” demez mi?
Ben bu ismi duyunca daha da bir dellendim ama Savaş bunun yakasından tutunca ayaklarını yerden kesti.
“Ulan alçak, ben sana Törrüd’ün adını ağzına almayacaksın diye tembih etmedim mi?” diye bağırdı.
Baktım adamı yere çarpacak. Hemen ayağa kalkıp Yaşar’ı onun elinden aldım. Ben bu yaşta öfkeme uyarsam bu gençler bu alçağı benim hanemde dövecekler. Bu da töreye yakışır bir şey değil.
“Durun, durun!” dedim “Bu meseleyi de anlatayım da işin aslı ortaya çıksın.”
Ben böyle söyleyince Savaş’ın da yüzü güldü.
“Anlat bakalım emmi, biz bu meseleyi hiç duymamıştık. Neymiş işin aslı!” dedi.
Bir müddet düşündüm tabii… Aradan kırk beş yıl geçmiş. Olayları gözümde canlandırdıktan sonra başladım anlatmaya.
“Efendiler malum o günler çok sıkıntılı günlerdi. Sağ sol olayları memleketi yangın yerine döndürmüştü. Ben de okulda hademeyim. Hademe dediysem köy namına yapıyorum işi. Bana ücret olarak her sene yüz hakla ekin veriyorlar. Ben de sobaları yakıyorum, sınıfları temizliyorum. Bir de götür getire bakıyorum. O zamanlar burası büyük bir nahiye merkezi. Kaymakam Bey’in hanımı da bizim okulda öğretmen. Kadın kazaya gidiş geliş yapıyor. Kaymakam da sık sık geliyor hem eşini görüyor hem de kazanın en büyük köyünü dahası nahiyesini denetliyor. Uzatmayalım, bizim burası kırsal kesim olduğu için öğretmenlerin çoğu sürgün. Kimi solculuktan, kimi ülkücülükten, kimi İslamcılıktan… Yalnız solcular bıyıklarını ağızlarının içine dolduruyor, yüzlerinde palta sapı gibi bir favül, ceketlerine altı oka benzer bir rozet takıyorlar. Ülkücüler de bıyıklarını çenelerine doğru uzatıyor, ceketlerinde kurt başlı bir rozet... Selametçiler badem bıyıklı, onlar da anahtarlı bir rozet takıyorlar. Tabii her öğretmenin kendilerine göre örgütledikleri üçer beşer talebesi de var. Onlar da aynı rozetleri takıyorlar. Zaman zaman okulda hır gür de çıkıyor.
Bir gün Kaymakam Bey okula geldi. Öğretmenler derse girince Müdür Nevzat Bey’e:
“Müdür Bey buradaki durumu beğenmiyorum. Öğretmenler de öğrenciler de siyasi simgelere çok hevesli. Herkesin yakasında parti rozetini andırır bir rozet var. Siz bir rozet tasarlasanız da bunu şehirde yaptırsak ve öğrencilere de öğretmenlere de bu rozeti takmalarını söylesek. Bunun haricindeki rozetleri yasaklasak olmaz mı?” dedi.
Nevzat Bey her ne kadar ülkücü olsa da okulda öğretmenler arasındaki bu ayrımdan çok rahatsızdı.
“Tamam Kaymakam Bey, ben bir tasarım yapıp size arz edeyim. Siz de münasip görürseniz bu rozeti yaptırıp okulda dağıtalım.” dedi.
Bizim okul yatılı bir okuldu. O yüzden talebe de öğretmen de çoktu. Okulda üç müdür yardımcısı vardı. Nevzat Bey ve yardımcıları bir de resim öğretmeni baş başa verip bir şablon çıkardılar. Yedi tane yıldızın ortasında ay yıldız... Kenarında da okulun adı yazılıydı. Taslağı Kaymakam Bey’e gösterdik. Adam da "Tamam." dedi.
O zamanlar kazada bu işleri yapan mühürcü Ceyar Cevdet diye birisi var, işi ona verdik. Neyse rozetler geldi. Biz de öğrencilere ve öğretmenlere dağıttık. Aradan bir hafta geçmemişti ki okulu candarmalar sardı. Müdürü, yardımcılarını ve ülkücü öğretmenleri bir cemseye doldurup götürdüler. Tam yedi kişi. Biz ne olduğunu anlamamıştık. Kendi kendimize sorup soruşturuyorduk ki candarmalar yine geldi. Bu sefer de beni aldılar, nezarete tıktılar.
Meğer kazadaki jandarma bölük komutanı olan Yüzbaşı, bizim karakol komutanına:
“Madem dokuz ışıklı rozet yaptırmışlar. Ben dokuz tane adam isterim. Sıkıştırın bunları dokuzuncu ismi söylesinler. Savcının da talimatı böyle! Dokuzunun da istikbalini söndürecek.” diye talimat vermiş. Bizim öğretmenleri dayak kötek bir isim daha vermesi için sıkıştırmışlar.
Onlar da madem bir isim isteniyor. İrfani’nin ismini verelim de bir başkasının başı yanmasın. İrfani sonuçta memur değil. Ona bir şey yapamazlar demişler ve benim adamı vermişler komutana. Beni de bu şekilde alıp diğerlerinin yanına, nezarete tıktılar. Nevzat Bey bana olanları anlattı. 'Hakkını helal et İrfani Ağa, birini söylememiz lazımdı, memur değilsin diye seni söyledik.' deyince başa gelen çekilir diye seslenmedim. Hatta Nevzat Bey kendilerini okuldaki devrimci öğretmenlerin başı olan Maocu Özgür öğretmenin ihbar ettiğini düşünüyordu. Tabi bu Özgür’ün en sıkı adamı da kimdi biliyor musunuz?”
Çocuklar gözleri fal taşı gibi açılmış bir şekilde “kimdi?” diye sordular.
“Kim olacak bizim Törrüd denen alçak. Sorsan herif Demirelci ama bu Maocu Özgür ile takılıyor. Akşamları rakı sofraları, geceleri âlemler… Bu alçak da bunların yancısı… Neyse ertesi sabah bizi savcının huzuruna aldılar. Savcı eli arkasında odanın içinde volta atıyor bize bakıp bakıp cık cık çalıyor.
“Demek dokuz ışıkçı dokuz herif bunlar ha! Hepsini açığa alın. Üç gün sonra mahkemeye çıkaracağım. Üç gün misafir edin bunları!” dedi.
Karakol komutanı:
“Savcı Bey sonradan getirttiğimiz İrfani ismindeki kişi köy namına okulda hademelik ediyormuş. Onun memuriyeti yok. Ona ne yapalım?” diye sordu.
Savcı karşıma dikildi. Gözümün içine dik dik baktı. Bir müddet daha oda içinde volta attıktan sonra:
“Hâkim muhtemelen onu serbest bırakır ama muhtara söyleyin bunu hademelikten çıkarsın, yerine bir başkasını bulsun.” dedi ve bizi odadan çıkartıp tekrar nezarete tıktılar.
O üç gün boyunca her öğün önce temiz bir dayak çekiyorlar sonra da önümüze ite atar gibi bayat ekmek, bir tas yemek atıyorlar. Yemek dediysem aynı yal gibi bir şey… Bir öğün sümüklü bamiye, bir öğün karayılan acı baldırcan, bir öğün kapuska. Bir öğün kara şimşek. Menü bu başka bir şey yok. Yemeklerde gıdım tuz yok. Bir de mahsus buz gibi soğuk getiriyorlar ki yemeğin sapsarı yağı üstünde donmuş. Lakin basmışlar şapı. Mümkün değil yiyemezsiniz. Lakin bir gün yiyemedik ama açlıktan mecburen yemeye başladık. Lakin yemek bizi yedi biz mi yemeği yedik bilemedik. Bir de aşçı göbel var gelip kapıya dikiliyor.
“Lan faşist köpekler, yalınızı elcağızımla hazırladım. İster yiyin ister geberin çok da tın!” deyip gidiyor.
Yemek işi bitince dayak faslı başlıyor. Üç asker tek tek bizi çağırıp basıyorlar dayağı. Dayak öncesi üstümüzü soyuyorlar bir don kalıyor sadece altımızda. Sonra da ellerindeki ucu düğümlü ıslak havlularla girişiyorlar. Geceleri de falakamız var. Kemal Sunal’ın ağanın kızını kaçırınca yediği falaka gibi meletiyorlar şart olsun!
Neyse bu üç gün bize üç ay kadar geldi. Sonunda mahkemeye çıktık. Allah’tan hâkim merhametli ve babacan bir adammış. Bizi serbest bıraktı mahkemeyi de üç ay sonraya talik etti ama tahkikat sonuçlanana kadar öğretmenlerin açığa alınmasını onayladı. Benim memur olmamam nedeniyle hakkımda bir işlem yapılmasına gerek olmadığına hükmetti. Böylece ben kurtarmıştım ama okuldaki işimden de olmuştum.
Tabii bize mahkemeye kadar suçunuz şu dememişlerdi. Sadece niye öğrencilere ve öğretmenlere zorla siyasi rozet taktırdınız diyorlardı. Meğer bizim rozetlerde dokuz yıldız varmış. Solcu öğretmenler bizi “Müdür ve ülkücü öğretmenler kafa kafaya verip dokuz yıldızlı rozet yaptırarak herkese bu rozeti takmalarını şart koştular. Rozetteki yıldızlar Alparslan Türkeş’in Dokuz Işık’ını temsil ediyor.” diye ta Bakanlığa şikâyet etmişler. O zaman da Ecevit hükümeti iş başında. Böylece Bakan emri ile hakkımızda adli soruşturma açılmış. Sonuçta müdür ve diğer öğretmenler açığa alınmış.
Nevzat Bey, mahkemede hâkime: "Biz yedi yıldızlı rozet siparişi verdik. Dokuz ışık veya dokuz yıldız değil. Burada başka bir iş var. Kaymakam Bey’in de haberi var. İşin aslı mühürcü Cevdet’e de sorulsun.” dese de hâkim kararından dönmedi. Biz serbest bırakılınca doğruca Kaymakam Bey’e gittik. Durumu anlattık:
“Biz yedi yıldızlı bir rozet yapmıştık. Siz de gördünüz ve onay verdiniz. Rozetlerin dokuz yıldızlı olduğunu farkında bile değiliz. Bize yardımcı olun.”
Kaymakam son derece müteessirdi.
“Beyler ben de biliyorum lakin emir Bakanlık'tan geliyor. Yapacağım bir şey yok. Birisi size tuzak kurmuş. Sekiz yıldızı dokuza çıkartmış, sonra da gidip şikâyet etmiş. Şimdi ben de işin içine girersem beni de faşist diye yaftalarlar, istikbalim söner. Beni de siz anlayın.” deyiverdi. Biz boyun büküp dışarı çıktık. Bu defa damgacıya gittik. Ceyar Cevdet yemin billah etti. "Ben kalıbı sizin gönderdiğiniz gibi yaptım. Yıldızları da saymadım bile. Hatta sizin kâğıtta burada." dedi. Adam bizim verdiğimiz taslak kâğıdını çıkardı. Baktık, kâğıtta da dokuz yıldız var. Biz de şaşırdık. Birisi kâğıda bir yıldız daha eklemişti ama bu kimdi öğrenmedik. Bu işin üzerinden tam kırk beş sene geçti daha hâlâ bize bu tuzağı kuranı öğrenemedim. Sonuçta ben işimden oldum, öğretmenler hükümet değişene kadar aylarca perişan oldular. Allah’tan hükümet çabuk yıkıldı, yeni gelen Demirel hükümeti öğretmenleri görevlerine iade etti. Hem de müdürü şehirde bir liseye müdür ettiler. Diğerlerini de kazalardaki okullara müdür olarak atadılar. Sonuçta adamlar köyden kurtulup terfi alırlarken ben hademelikten çobanlığa tenzil ettim. Nevzat Bey sonrada üniversiteye girdi ve profesör oldu. Ha bu arada benim yerime okula hademe diye kimi aldılar biliyor musunuz?”
O zamana kadar çıt çıkarmadan ağzını açmış beni dinleyenler hep bir ağızdan:
“Kimi?” diye sordu.
Ben de:
“Kim olacak? Törrüd’ü!” dedim.
Ben öyle deyince Yaşar ellerini birbirine çarpıp lafa girdi. Yaşar “ş” sesini çıkaramaz “s” şeklinde söylerdi.
“Bak sen su ise. Ben o zamanlar damgacı Ceyar’ın yanında kalfaydım. Taslak gelince usta döküm dökecekti. Bu Törrüd dükkâna geldi. Bana 'Beni Müdür Bey gönderdi. Issığın birisi eskik olmus. Rozette yedi değil dokuz ıssık olacak. Aman ha kimseye söylemeden ıssıkları tamamlasınlar millete beni maskara etmesinler.' dedi deyince ben de rozet taslağındaki ıssıklara bir ıssık daha ekledim.” demez mi?
Beynimden vurulmuşa döndüm. Benim elli senedir çözemediğim muamma da çözülmüş oluyordu. Maalesef bu işin içinden de Törrüd denen hain çıkmıştı.
“Demek ışıklar essikti sen tamamladın öyle mi? Seni boyu devrilip de kanı altına akasıca hain domuz seni!” dedim ve Yaşar’a zorlattım.
Hain havfli olurmuş. Yaşar ben daha ona hücum etmeden kapıyı buldu. Bu sırada beni de tuttular. Yaşar baktı ki ben peşinden gelmiyorum. Kapıdan kafayı uzatıp bana:
“Niye kızıyorsun ki İrfani emmi, ben sizin içeri düstüğünüzü öğrenince gidip bu Törrüd’ün yakasını tuttum. Beni neden bu ise alet ettiniz dedim. O da bana yemin ederek bu isin senin basının altından çıktığını kendisini de onlar bu ise sizin dâhil ettiğinizi söyledi. O günlerde beni de yakalayacaklar diye adam yayladaki kömlerinde saklanacağını söyledi. Onun anlattığına göre aslında Nevzat Bey yedi yıldızlı rozet yaptıracakmıs. Sen demissin ki Müdür Bey, sen Ülkücü adamsın. Yedi yıldız da neyin nesi? Hiç olmazsa dokuz yıldız koy da Türkes’in Dokuz Issığı’nı andırsın.' O da sana demis ki 'İrfani Ağa bunu anlarlarsa basımız yanar.' Sen de demissin ki 'Yahu o zaman da deriz ki o dokuz ıssık bu dokuz yıldız. İkisi aynı sey mi?' Sonra hoca ikna olunca Törrüd'ü damgacı Ceyar’a göndermissiniz. O da benimle ahbap olduğu için gelip bana gizlice eksik yıldızları tamamlattı. Aslında siz sonradan dükkâna gelince ben söyleyecektim ama baktım is mahkemelik olmuş, seslenmedim. Adamın basını sen yakmışsın İrfani emmi!” dedi ve kaçıp gitti.
Biz kalakalmıştık. Evet, elli senelik sır çözülmüştü ama olan bize olmuştu. Düşündüm demek ki bu millet böyle birisine boştan yere İt Yaşar dememiş. Yaşar yine itliğini yapmış. Hem de daha on beş yaşında iken. Nevzat Bey’in nezarette tahmin ettiği gibi demek ki bu ikisi bize bu kumpası kurmuşlar ve bu İt Yaşar’ı da oyunlarına alet etmişler. Hiçbir tuzak gizli kalmıyor. Sonuçta bir vesile ile gerçekler ortaya çıkıyordu.

 


Yorumlar - Yorum Yaz