Yaş grubum arasında hep ince kalıyordum. Zayıf değildim ama hiçbir zaman hafif de olsa toplu gözükmedim. Benim bu halimi gören yakınlarım: “Çocukların olsun görürüz, otuzunu geç görürüz, kırkını geç görürüz” diyerek illa kilolu olmam gerekiyormuş gibi ısrarla bu baremi artırdılar da artırdılar. Hatta yarı şaka yarı ciddi olarak “İnsan yediğini inkâr etmemeli” diyenler bile oldu. Sonunda “Kırk beşini geç de görürüz nasıl kilo alınıyor” derlerken muratlarına erdiler… Yoğun tempoda çalışsan da sonuçta masaya bağlı kalmak, eve girince bekleyen ev işleri ona bağlı olarak da ardından gelen yorgunluk derken bakıverdim ki bana “Gör bak kilo alırsın” diyen dostlarım muratlarına ermiş, üç-beş kilo birden alıvermişim...
Büyüklerimiz “Bir dirhem et bin ayıp örter” derlerdi. Hiç de öyle olmuyormuş. Asıl şimdi ben, dirhem dirhem vücudumu saran etleri nasıl örteceğimi şaşırıyorum. Bu arada dirhemi küçük bir ağırlık sanmayın, Osmanlı döneminde kullanılan bu ölçü 3.207 gram gelmekteymiş. Yani bir-iki dirhem alayım derseniz, 3 ile 6 kg arasında almış olacaksınız benden söylemesi. Ben konuma döneyim. Çocukluğumda İstanbul’da belediye otobüsüyle Levent’e doğru giderken durağın birinden oldukça kilolu bir hanım binmişti otobüse. Öyle zor hareket ediyordu ki vücudundan çıkan terler nedeniyle elbisesi sırılsıklam ve buruş buruş bir hâldeydi. Yanımda oturan yaşlı amca, hanımın gıyabında bana:
“Bak evladım, hamallar bu kadından çok daha şanslılar. Çünkü onlar taşıdıkları yükü bir yere kadar taşıyorlar ve üstelik taşıdıkları yük karşılığında para da kazanıyorlar. Hâlbuki bu hanım, ömrü boyunca bu yükü taşıyacak” demişti. Ne zaman şişman bir insan görsem, amcanın söylediği bu sözleri hatırlarım.
Neyse, ben de karşılığı olmadan hamallık yapmamak ve aldığım kilolardan bir an önce kurtulmak için yaklaşık üç aydır yoğun bir çaba sarf ediyorum. Bir yandan havuzda stilli yüzmeyi öğrenmeye çalışırken, bir yandan da özel bir kulübümüzün verdiği pilates kurslarına katılıyorum. Bunlara ek olarak ayrıca saatlerin ileri alınmasıyla birlikte mesaiden çıkış saatlerine ve hafta sonuna yürüyüşlerimi ekledim.
Dirhemle alınan kilolardan kurtulmak için pazartesi günü iş çıkışı rotamı belirleyip, Gökçay’a doğru gitmek üzere evden ayrıldım. Bu kez mahalle arasından çıkmayı düşündüm ve Kamile Gürkan İlköğretim Okulunun önündeki yoldan yukarıya doğru çıkarken önümde sırtına yük sarınmış, ellerindeki poşetlerde de dört tane koca koca Isparta ekmeği olan bir teyzeyi görünce güzergâhımı değiştirip “Uygun görürseniz birlikte yürüyelim” diyerek elindeki poşetleri aldım. Evinin nerede olduğunu sorduğumda: “Sidre’ye çıkılır benim evimin yanından” deyince, “Haydi bakalım benim güzergâh da Sidre olsun, maksat yürüyüş yapmak değil mi?” diyerek teyzeye evine kadar eşlik ettim. Garibimin daha önce oturduğu evi, Devlet Hastanesinin yakınındaymış ama lağım suları evi basınca hasta olan eşi, psikolojik tedavi gören ve yeşil kartla ilaçlarını aldığı oğluyla bu mahalleye taşınmış. Kütükleri Sütçüler ilçesinin Kesme kasabasındaymış. Teyzeye evine kadar eşlik ettikten sonra evlerinin yanındaki patikadan, uzakta gördüğüm Sidre Tepesi’ne doğru tırmanışa geçtim.
Şehir içinde doğanın uyanışının farkına bile varmıyormuşuz. Daha yüz metre kadar çıktım ki pikniklerini tamamlamış evlerine dağılan keçi sürüsünü gördüm. Yürüyen annelerini emmeye çalışan minik oğlakları sevmeye çalıştım. Demek oğlaklar bile doğmuş, bir şeyden haberimiz yok diye düşündüm. Sanırım on, on beş oğlak vardı, korktular benden. Fazla ürkütmek istemedim. Allah’tan çoban köpeği yoktu yanlarında. Yoluma kaldığım yerden devam ediyordum ama yalnız olmanın tedirginliği içindeydim. Aklına koyduğunu yapan biri olarak geri dönüşüm olmayacaktı. Kestirmeden varmak amacıyla çamların arasından yürüyerek, minik minik tepecikleri aşarak, sonunda Sidre Tepesi’ne ulaştım.
Hedefe ulaşmış olmanın özgüveni vardı üzerimde. Muharrem Dede Türbesi’ne gelmiş bir aile içeride dua ederken anneleriyle dışarıda sohbet ettim. Onlar da İstiklal Mahallesi’nden çocuklarının hafta sonu girecekleri sınav için gelmişler türbeye. Ben oturunca siyah bir kedi, “Kürk Mantolu Madonna” edasıyla salına salına gelip sanki kırk yıllık tanışıklığım varmış gibi kucağıma atladı ve uyumaya başladı. Şaşırdım, neyse biraz ben dinleneyim biraz da kedicik uyusun tedirgin etmeyeyim diye 20 dakika kadar oturduktan sonra buralara kadar gelmişken bu ulvi tattan nasiplenmek için yavaşça kediciği bırakıp Muharrem Dede’nin aracılığı ile Yaradan’ıma duamı gönderdim ve dönüş yoluna koyuldum.
Yokuş aşağı ineceğim için dönüş, daha hızlı oldu. Minik minik koşar adımlarla geldiğim yollardan geçerken bir yandan da Isparta’mın üzerine inmiş akşamın gizemini ve şehrin yavaş yavaş yanan ışıklarını seyrediyordum. Patikalardan geçerken gördüğüm bazı nahoş manzaralardan utandım, üzüldüm. Ayrıca her yer alkol şişeleri ve cam kırıklarıyla doluydu. Neyse ki beynim sadece güzellikleri kaydetmek istiyordu. Tepeden indikten sonra mahalle arasından yine aynı tempo ile yürüyüşüme devam ederken bir hafta önceki yürüyüşümde gördüğüm; temizliğiyle, bahçesinin bakımıyla, yerleşimindeki ferahlığıyla ilgimi çeken H. Ali Gökgöz Camisinin cemaati, akşam namazı için hazırlanıyordu. Emre Mahallesi’nden hızlı tempo ile Çay Boyu’na indiğimde akşam ezanı neredeyse bitmek üzereydi.
Eve geldiğimde bir heves basküle çıktım. Kolay mı onca dağ tepe tırmandım. Mutlaka kilo vermişimdir. Vazgeçtim bir dirhemden, yarım kilo vermiş olayım dedim, gözlerimi açtım. Baktım ki, maalesef, rakamlar bıraktığım yerde olduğu gibi durmaktaydı. Boşuna mı dağ tepe tırmanıp yordum kendimi diye hayıflanırken aklıma, kilo verme isteğimi türbede yaptığım duama eklemediğim geldi. Artık olan olmuştu, sonuçta kilo verir miyim bilmiyorum ama ben yürümekten de çevremi tanımaktan da çok mutlu oldum. Çok şükür sağlığım da yerindeydi. Bundan öte başka bir şey istemeye gerek var mıydı? Önemli olan sağlığımızı kaybetmeden gerekli önlemleri almamızdı. Tıpkı Kanuni Sultan Süleyman’ın “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” beytinde belirttiği gibi…
Öyle değil mi?