Dediler ki kahveci Haşim bana kırılmış. Şaşırdım, adamın yüzünü altı aydır görmüyorum bile. Bu Törüd kepazesi kayfeye dadanalı ben elimi eteğimi çektim. Yaşım da zaten buna müsait değil. Sabah namazında da Haşim bana selam vermeden çıkınca işkillendim. Kendi kendime dedim ki “Acep ben buna bir şey mi yaptım, bir kötü laf mı ettim de bu böyle yapıyor?” Hani olur ya bir şey yapıp unutmuşumdur, zira artık kafa eski lambalı radyolar gibi bir gidiyor, bir geliyor. Edemedim çorbamı hörpümleyip düştüm çarşının yoluna. Amacım kayfe sakin iken Haşim’le konuşmak.
Neyse efendim vardım kayfeye. Ocakçı Cemil beni karşıladı. Amanın bir iltifat, bir iltifat. Önce bir lezzo, ardından hafif açık çay, ardından bol köpüklü kayfe... Ben kalkayım dedikçe ikram geliyor. Sıcakları bitirdik soğuklara geçtik. Meğer Haşim dalaverecisi beni görmüş, hemen dışarı kaçmış. Ocakçıya da “Haşim yok, şimdi gelir de aman bırakma.” diye tembih etmiş. Ne bileyim hinoğluhinin kafasındaki tilkileri.
Saate bir baktım öğlen olmuş. Biz ha bire çay, kayfe, gazoz içip helaya kaçıyoz. Derken kayfe müşteri ile doldu. Gelen “yüzünü gören cennetlik” deyip masaya ilişiyor. Tabi milleti görünce biz Haşim’i unuttuk. Laf lafı açıyor derken laf geldi Törüd’ün pis gıyabına dayandı. Adı batasıcadan kurtuluş yok! Hışır’ın Veli sırıtarak:
“İrfani emmi, sen bize cinli perili bir şeyler anlattıydın zamanın bahrinde. Geçen Törüd de ona yakın bir şeyler geveledi ağzında. Tabii kendisi görmüş gibi anlattı. Ben pek inanmadım emme hani diyom ki şu işin aslını bir anlatsan!”
Köpoğlusu işi biliyor, beni kızdırıp konuşturacak. Zaten bizim de çene düşük. Hemen yemi yuttuk başladık anlatmaya. O nasıl anlattı bilmem ama eskiden bizim buralarda cinli perili çok olay olurdu. O zaman köyde vesait yok. Affedersiniz at, eşşek devri. Kış gelip çatmıştı. Anam beni her gün oduna salıyor. Biz de emsallerimiz ile ahırcık karanlıkta dağın yoluna düşüyoruz. Lakin ormancıdan da korkuyoruz. Yakalarsa eşşeğe el koyuyor, odunu kapısına yıktırıyor, bizi de jandarmaya veriyor. Sonra savcı bizi mahkemeye gönderiyor. On beş gün ceza veriyorlar, atıyorlar içeri. Bir de bilmem kaç kuruş para cezası da cabası. Para yok, patirik yok.”
Tabii arada lafımızı kesip soru soranlar da oluyor. Bu yeni yetmelerde sohbet edebi, erkânı yok. Bir böyük konuşunca lafı kesilmez emme bu türediler bunu hiç bilmiyor. Kimdi biri sordu:
“Ormancı kapısına yıktırdığı odunu ne yapıyor?”
Eskiler gülüştü, ben daha ağzımı açmadan birisi:
“Ne yapacak tabii ki satıyordu.” diye cevabı yapıştırırdı.
Her neyse günahları boynuna, fazla bir şey söyleyip günahlarını almayayım diye sustum ve anlatmaya devam ettim.
“Dağa oduna giderken bizim Hacı’nın Bekir ve Hasan Ağa’nın Şükrü de yol arkadaşım olurdu. Bir gün odundan gelirken alnı sakar, kara bir köpek peşimize takıldı. Hoşt desek de bizimle köye kadar geldi. Köyün içinde evlerimize dağılınca hınzır peşimden eve geldi. Ben de acıdım bir daha seslenmedim. Lakin namussuz hayvan önüne ne koysam yemiyordu. Karnını nerde doyuruyordu bilmiyorum. Gündüz akşama kadar kapıda uyukluyor bir Allah’ın kuluna hav demiyordu emme gece ejderha kesiliyordu. Ona hav, buna hav… Çenesinden evde duramıyorduk. Yatma zamanı olunca da ortalıktan kayboluyor resmen tüy yitiği oluyordu. Lakin oduna gittiğimizde dağda nerde var nerde yok karşımıza çıkıyordu. Artık onun garip işlerine alışmıştım.
O sene kış çok olacak diye büyüklerimiz cazırtıyı kopartınca üç kafadar günde iki, üç posta kesime giderek evi ocağı odunla doldurduk. Kış geldi gelmesine de o kadar da yeğin bir kar yağmamıştı. Biz de havalar iyi gidiyor diye odun işine ara vermiştik. Gerçi bu Törüd olacak namussuz bizi ormancılara müzevirlemiş, onlar da bize birkaç gün dağa gitmeyin diye tembih etmişti. Neyse ormancılar göstermelik olarak mahsus dağa birkaç gün pusu atmışlar biz evde olduğumuzdan yakalanmadık emme birkaç kişiyi yakaladılar. Hatta bizim Cört Hasan’ın Bekir’i tutmuşlar. Savcıya adını soyadını Bekir Fakıoğlu diye vermişler de babasının lakabını yazmayı unutmuşlar. Candarma da gelip bizim Ali Ağa’nın Bekir’i alıp gitmişler. Onun soyadı da Fakıoğlu, babası Hasan, anası Sultan ama biri Cört Hasan biri Ali Ağa’nın Hasan… İkisi de 933’lü… Gel çık işin içinden. Bizim Bekir gidip Cört Bekir’in yerine on beş gün damda yattı. Biz de doğru durmadık Törüd’ü kolladık, dağa çıktığı gün ormancıya yakalattık. Çok debelendi emme o da damı boyladı.
Hazır o lanet içerdeyken Bekir ve ben dağa oduna gitmeye karar verdik. Bu sefer Şükrü şehere gitmiş dönmemişti. Baba o gün bir kar yağdı, bir kar yağdı sormayın. Öksüz yamalığı gibi mübarek dereyi, tepeyi doldurdu. Bir kere yola çıkmış olduk. Bir Allah’ın kulu yok dağda. İn cin top oynuyor. Deli gibi biz de dağın öte yüzüne Kaçak Deresi denen yere gittik. Aklımızca çıralık çam keseceğiz. O sırada bir gürültü koptu ki sormayın. Davul, zurna, kahkaha gırla gidiyor. Sanki dersin düğün alayı… Ulan bir de baktık bizim eşekler ürküp başlarındaki yuları sıyırıp dörtnala köye kaçtılar. Eşekler can havliyle öyle bir kaçıyorlardı ki sormayın. Bir zart çekiyorlar arkalarından bir kürek sapı duman çıkarıyorlardı. Biz elimizde baltalarla kalakaldık. Biz elimizde baltalarla kalakaldık. Hemen büyük bir çamın ardına siperlendik. Lan diyoruz bu havada ne düğünü, bunlar kim? Köyde düğün olsa haberimiz olur. Büyükler eskiden dağda cinler düğün ediyor derlerdi de inanmaz güler geçerdik. Aklıma bunlar geliyor ama korkudan ağzımı açamıyorum. Düğün alayı bize iyice yaklaştı. Davul, zurna çalanlar oynayanlar, bağıranlar çağıranlar gelip az ilerideki bir meydana kuruldular. Adamların da karıların da hiçbirisini tanımıyorduk. Bekir koluma dürterek:
“Emmoğlu ayaklarına bak, ayaklarına…” diye fısıldadı. Ulan bir de ne göreyim alayının bacağı keçi ayağı gibi incecik ve kıllı.
“Anaam, bacakları keçi bacağı gibiymiş!” dedim.
Bekir bu sefer dirseğini daha kuvvetlice vurdu.
“Lan bacağına değil ayaklarına bak, ayaklarına!” diye üsteledi.
Bir de ne göreyim hepsinin bacakları kıllı keçi bacağı gibi ama ters…”
“Tövbeler olsun bunların ayakları ters! Lan oğlum Bekir cin düğününe denk geldik, gözlerin çıkmasın. Ne yapacağız lan şimdi?” dedim.
İkimiz de korkudan tir tir titriyorduk. Sesimiz, soluğumuz kesilmiş özümüz, ferimiz tükenmişti. Ayağa kalkacak, koşup kaçacak takatimiz yoktu. Ulan o sırada nerde var nerde yok bizim kara it kehileyerek gelmesin mi? Biz temelli korkmaya başladık. Bu nahıs hayvan şimdi bize doğru gelirse cinler bizi görecekler, sonra da başımıza neler gelecekti kim bilir!”
Oradan yine birisi araya girmez mi?
“İt yanınıza geldi mi İrfanî emmi?”
Başımdakiler pür dikkat dinliyorlar ya onlar bu sefer ağzını tuttular mikrobun.
“Lan sen altı aylık mısın, lalekler mi getirdi seni, anayın karnında durmadın mı hiç?” diye bastılar fırçayı. Ben la havle deyip devam ettim:
“Ulan bizim it, direk düğün alayının ortasına daldı hem de iki ayak üstüne kalkıp. Namussuz hayvanın boyu mu uzadı nedir tövbeler olsun, Kırık Diş’in Duran kadar bir adam oldu. Ben deyim 1.80 siz deyin 2 metre boyu varmış ya… Ulan o meydana girince davul, zurna, oyun kesildi. Hoş geldin Ehmed Ağa diyen eline ayağına kapanıyor. Bir izzet, bir ikram, bir hürmet sormayın. Neyse bizim Ehmed Ağa el öptürme işini bitirince “Haydin gidelim” der demez davul zurna yeniden başladı. Düğün alayı gözümüzün önünde Kaçak Deresi’nden Kel Tepe’ye tırmanıp öte yüze aştı. Onlar oradan aştı aşmasına da biz o diz boyu karda nasıl, ne ara evin önüne geldik bilmiyorum.”
Kafamı kaldırdım, milletin gözüne baktım. Hepsinin gözleri öküzgözü gibi büyümüş, alayının da beti benzi atmıştı. Hep bir ağızdan:
“Eee, sonra ne oldu?” diye sordular.
Ben de lafımı kestiler diye kızdım:
“Öllüğün körü oldu!” diye tersledim hepsini. Neyse tekrar başladım anlatmaya:
“Ulan evin önüne geldik ki bizim kara it, bizden önce gelip kapının önüne yatmamış mı? Bizim eşek de ahırın kapısını tepikleyip duruyor. Hemen elime sağlam bir sopa aldım. Yatan ite: “Hoş geldin Ehmed Ağa!” diye asıldım amma bizim it iki cayırtı kopardı, birden ortadan kayboldu. Bizim eşşek de olanları görünce korkudan nasıl bir yüklendiyse ahırın kapısını yerinden söküp içeri dalmasın mı? Al sana bir iş daha. Öfkeynen ahıra girdim bir iki de eşeğe salladım, eşek sopayı yedikçe ineklerin, danaların üzerinden hopluyordu. Gürültümüze rahmetli babam geldi. Elimdeki odunu aldı bu sefer babam bana odunla peş peşe indirip,
“Ulan eşşoğlu eşşek, ağzı dili olmayan hayvanı niye dövüyon? Yine dala sağlam bağlamadın da hayvanı kaçırdın, dağdan eli boş geldin değil mi?” demez mi? Ulan güleyim mi, ağlayayım mı bilemedim.
Evet, ağalar bu hikâyenin aslı budur. İnanmayan daha Hacı Bekir sağdır gidip sorabilir. O Törüd namussuzu size ne anlattı bilmem ama bizim hikâye bu. O sırada kahvedekiler elime ayağıma sarılıyor beni öpüyor kucaklıyordu. Bir de baktım bizim kahveci Haşim de boynuma sarılmamış mı? Hemen bunun yakasından tutup:
“Ulan alçak camideki havan neydi öyle? Selamsız sabahsız geçip gittin. Bir de haber üstüne haber salıyon ben ona küstüm diye. Senin karnının ağrısı ne?” diye sordum.
Demez mi “Sen kayfeden çekilince benim müşterim azaldı. Ondan seni gaza getirip kayfeye getirdim.” diye.
“Ulan sen de mi Törüd gibi cin olmadan adam çarpmaya başladın?” dedim. Demez olaydım bu sefer tutturdular “Törüd de mi cin oldu da adam çarptı?” diye sormaya.
Allah’tan ezan okunuyordu. Namaza gideceğim diye ellerinden zor kurtuldum. Lakin “Namazdan sonra burada bekliyoruz gelip anlatırsan bırakırız.” diye ısrar ettiler. Namazdan sonra gelip anlatacağım diye yemin, şart edip camiye koştum.