Bugün meslek hayatımın kırkıncı yılına girdim, dostlar! Plandan, programdan, müfredattan sıyrılıp şöyle özgürce takılmama müsaade var mı? Sayın Bakan’ım, Sayın Dekan’ım ve Sayın Bölüm Başkanı’m, arz ederim. Benden bunu esirgemeyin lütfen!
Bugün derse gideceğim ve bir milyon yıldır insanlığın aklını kurcalayan ve dahi gönlünü kamaştıran, benimse bir ömür içinden çıkamadığım bir konuyu öğrencilerimle konuşacağım.
Konuşmak mı dedim? Hayır! Soruyu sorup geri çekileceğim. Öğrencilerimi dinleyeceğim. Biliyorum, aramızda sadece kuşak değil; kemer, beden, kravat, yırtık pantolon, dil ve üslup farkları da var. Ne de olsa ben bir fosilim onların gözünde. Eski kafalı, gelenekçi, tutucu bir hocayım. Ne kadar modern, postmodern söylemlerim olsa da, bazen onların sevdiği şarkıları, şarkıcıları ansam da durum değişmiyor.
Evet, bugün dersimiz aşk. Sınıfa girip “merhaba” faslını tamamladıktan sonra sevgili öğrencilerime can alıcı soruyu soruyorum:
“Arkadaşlar, söyler misiniz, sizce aşk nedir?”
Orta sıranın ortalarından bir parmak kalkıyor. Simge bu.
“Hocam,” diyor, “bence aşk yüceltirken yücelmektir.”
“Nasıl yani?”
“Yani hocam, seven sevdiğini ulaşılmaz bir konuma yükseltir ve öyle sever. Ulaşılır konumdaysa kendisi gibidir. İnsan kendisi gibi olanı sevebilir ama ona âşık olmaz. İşin içinde bir olağanüstülük olmalı.”
“İlginç,” diyorum.
Ve Simge’ye teşekkür ediyorum.
“Buna tasavvuftan örnekler verilebilir hocam,” diyor İsmet. “Mesela İbni Arabî’nin Fütuhat’ında aşkın çok çarpıcı tanımları var.”
Sayıklar gibi tekrarlıyorum:
“İbni Arabi, Fütuhat…”
“Evet, hocam, İbni Arabî, ‘Aşk sevginin aşırısıdır.’ diyor. ‘Sevgi aşk seviyesine çıkınca bütün unsurlarıyla âşığı kuşatır. Bizim Allah’a sevgimiz aşk olabilir ama Allah’ın bize sevgisi aşk değildir. Çünkü Allah’ı hiçbir şey kuşatamaz. İlahi sevgi, Allah’ın bizi sevmesi, bizim de Allah’ı sevmemizdir.’”
“Teşekkürler, İsmet.”
Sezai araya giriyor:
“İnsan insan sevgisinden Allah’a ulaşır. Ona ulaşınca da insan sevgisi çok basit kalır artık.
Mecnun’un aşkta derinleştikten sonra Leyla’yı tanımaması gibi.”
“Teşekkürler, Sezai.”
Emine bir aforizma ile katılıyor aramıza:
“Aşk sahip olmak değildir, hocam, sahibini bulmaktır.”
Allah Allah! Bu çocuklar neler söylüyorlar böyle? Ön yargılarımı tuzla buz ediyorlar. Ben ki “Bunlar aşktan ne anlar?” diye düşünüyordum. Faruk Nafiz’in dizelerini tekrarlıyordum sık sık:
“Ne şair yaş döker ne âşık ağlar
Tarihe karıştı eski sevdalar
Beyhude seslenir, beyhude çağlar
Bir sola bir sağa çoban çeşmesi.”
Ne bu şimdi? Ters köşe mi, ofsayt mı?
Edip, Cüneyd’in kaybolan eşeği bulma kıssasından söz açıyor; Esra, Şeyh Sanan hikâyesinden, Suna, Yunus’un
“Aşka tanışık sığmaz, değme can göğe ağmaz
Pervaneleyin oda yanmayan âşık mıdır?” dizelerini seslendiriyor.
Duyduklarım karşısında donakalıyorum, bu bir; hayretten hayrete yuvarlanıyorum, bu da iki.
Kim demiş bu çocuklar aşktan anlamaz diye? Kim olacak? Ben! Aldım boyumun ölçüsünü, oturdum kırk yıl boyunca bir dakika bile oturmadığım kürsüye.
“Hocam, haksızlık bu, diyor Selim. Aşk tanımlanamaz.”
“Nedenmiş o?”
“Mevlâna’nın, hocam, tariften âciz kaldığı bir kavramı, hocam, bize soruyorsunuz, hocam.”
“Ne diyormuş Mevlâna?”
“Yanlış hatırlamıyorsam diyor ki, hocam, ‘Aşk için ne söylesem ve ne şerh etsem aşkın önünde söylediklerimden utanırım. Dille olan tefsir ne kadar parlak olursa olsun, dilsiz ve tabirsiz aşk daha parlaktır. Çabuk yazan kalem, aşk kelimesine gelince çatlayıp yarılır. Aşkı yine aşk açıklayabilir.’”
“Yaaa! Aşkı aşk açıklayabilir, öyle mi?”
“Evet, hocam,” diye konuya giriyor Murat. “İbni Sina da aynı düşüncede. ‘Varlık tanımlanamaz.’ diyor, ‘aşk varlıktır,’ diyor. Buna göre ‘aşk da tanımlanamaz.’ demiş olmuyor mu?”
“Bilmem, öyle mi diyor?”
Kadir kendi kendine Fuzulîce söyleniyor:
“Aşk imiş her ne var âlemde
İlm bir kıyl u kâl imiş ancak…”
Alp, bodoslama dalıyor mevzuya:
“Çok güzel söyledi Kadir arkadaşımız,” diyor. “Şeyh Galip üstadımız ne buyurmuş?”
Ah mine’l-aşki ve hâlâtihi
Ahraka kalbî bi harârâtihi.’”
“Ooo, bir de çevirisini alsak…”
“Şöyle galiba, hocam: ‘Ah aşktan, aşkın hâllerinden elaman! Kalbimi ateşiyle yaktı kavurdu.’”
Suna söz alıyor.
“Ataol Behramoğlu şöyle diyor, hocam:
Canımın yongası, sevdiğim,
Birkaç gün çaldık ilkbahardan
Geçtik yıllardır özlediğim
Erguvan ışıklı kıyılardan
Aşkı sessizlik tanımlar
Gençken tersini düşünürdüm
Akşamla dönerken geriye dalgalar”
“Vay canına!”
“Hocam, diyor Pınar, Cemal Süreya diyor ki:
Aşkı anılar besliyor düşler kadar
Bu yüzden diyorum ki aşk eskidikçe aşktır
Sevgi eskidikçe sevgi.”
“Yaaa!”
“Hocam Gülten Akın’ı unutmayalım,” diyor Metin.
“Seni sevdim,
Seni birdenbire değil usul usul sevdim.
‘Uyandım bir sabah’ gibi değil,
Öyle değil nasıl yürür özsu dal uçlarına
Ve gün ışığı sislerden düşsel ovalara…
Seni sevdim…
Artık tek mümkünüm sensin…”
“Güzeeel!”
“Bir dize de Yahya Kemal’den gelsin, hocam,” diyor Salih. ‘Bir aşk oluverdi aşinalık.’”
“Çok güzel!”
“Ya Cahit Sıtkı, hocam,” diyor Ayşe, “Onun da bir kara sevdası var.
Bir kere sevdaya tutulmayagör;
Ateşlerde yandığının resmidir.
Âşık dediğin Mecnun misali kör;
Ne bilsin âlemde ne mevsimidir.”
“Şahane!”
“Dıranas da var hocam,” diye katılıyor sohbete Nesim:
“Söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir
Kâğıtlarda yarım bırakılmış şiir;
İnsan yağmur kokan bir sabaha karşı
Hatırlar bir gün bir camı açtığını,
Duran bir bulutu, bir kuş uçtuğunu,
Çöküp peynir ekmek yediği bir taşı…
Bütün bunlar aşkın güzelliğiyledir.”
“Fevkalâde!”
Sevda’nın sesi duyuluyor o sırada.
“Nâzım var, hocam. O da şöyle diyor:
Seviyorum seni
denizi ilk defa uçakla geçer gibi
İstanbul’da yumuşacık kararırken ortalık
içimde kımıldayan bir şeyler gibi
Seviyorum seni
Yaşıyoruz çok şükür der gibi.”
Hayret kelimelerim bitiyor. Bir başka soru sormanın tam sırası:
“‘Falanca, aşk derdine düşmüş.’ diyorlar. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?”
Bu soru tam da İlhan’ın dişine göre.
“Aşka düşülmez, hocam, diyor, yükselinir. En başta Simge arkadaşımızın da dediği gibi, yüceltirken yücelmiş oluruz.”
“Allah Allah!”
Sohbete katılmayan sadece Cemil kaldı. Ona nokta atışı bir soru sorayım:
“Cemil, be, bu aşk belasından nasıl kurtuluruz?”
Hiç duraklamadan cevabı yapıştırıyor:
“Aşktan kurtulmayı istemek nankörlüktür, hocam. Fuzulî üstadımız ne buyuruyor?
Aşk derdiyle hoşem, el çek ilacımdan tabip
Sunma dermân kim helâkim zehri dermânındadır.”
“Allah Allah, Allah Allah! Allah Allah!”
Anlaşılan, bugün benim hayret ve zikir günüm.
“Aferin size, çocuklar,” diyorum. “Harikasınız. ‘Ah bu gençler!’ diye söze başlayan büyükleriniz keşke bu konuşmalara şahit olsalardı. Önceden aklıma gelseydi kaydeder, sosyal medyada paylaşırdım. Yazıp paylaşmama izin var mı?”
Hep bir ağızdan,
“Elbette, hocam,” diyorlar.
Tekrar teşekkür ediyorum öğrencilerime.
“Bakın, benim de sizden öğreneceklerim var.” diyorum.
Saatime bakıyorum. Tam elli dakika olmuş. Çok keyifli bir dersti. Öyleyse teneffüse çıkıp şöyle demli bir çay içmenin tam zamanı.
Değerli Okuyucu,
Gerçekten böyle olduğunu mu sanıyorsunuz? Öğrencilerimle aramda böyle diyalogların geçtiğine inandınız mı?
Soğuk bir şakaydı.