SAFİYE

“Her tren gelişinde gel demiştin
trenlerden önce geldim sofiya
üstelik yağmur kar çamur demeden yetiştim
pabucumun tabanları da eridi
insan bu kadar bekletir mi ya sofiya”


Saate pek aklım yetmez bilirsin. Ne zaman kalktım ne zaman yola koyuldum hatırlamıyorum. Elleham horozlar yeni ötmeye başlamıştı. Karaçay’dan dikin aşağı gelirken fıstık kabuğu kokusundan urnumun orta direği zangırdadı durdu. Yolun sağ geçesinde yanık bir gıygıdı sesi kulağımın zarını okşuyordu. Bu olsa olsa bizim Abdal Şevket’ten başkası değildi. Sese eyicemene yaklaştım ki, Şevket avradına gıygıdı taksimi geçiyor. Şevket uzun süredir avradının kalbine giden yolu kapalı tuttuğundan bu taksimle yeni ve taze bir açılış gerçekleştirmek düşüncesinde. Gıygıdı değneğini gıygıdının telleri üzerinde tüy hafifliğinde öyle bir git gel yaptırıyor ki, avradı kandırabildi mi kandıramadı mı orasını bilemiyorum. Gerçi diyeceksin ki “Abdal şevket ne zamandır gıygıdı çalmaya başladı.” Sormakta hakkın var elbette. Geçenlerde dediysem bir kaç yıl önce bir düğünde tam şaba yapmaya başladığı bir anda sağ bacağını kaldırıp davulun üstüne koymuş “Çomağı hızlı bir şekilde vurup bereket versin ağam” diyecekmiş ki çomak zorp diye davulun içine girmez mi? Oturmuş kalmış Şevket. İşte o günden bu güne “Davul dediğin ceylan derisinden olmalı ki tinkg tinkg öte. Geçi derisinden davul ancak bu kadar olur.” deyip davulun kasnağını duvara asmış.

Bir an önce istasyona yetişmeliyim ama yola çıktığımda da nedense tembellik bocu gibi gelir ayağıma dolanır. Kulaklarım keman sesini terk ettikten sonra “oşt oşt” diye bir sesle tanıştı. Ses eyicemene yannacıma gelince bir de baktım ki bu bizim Deli Apo. Hani kaputunun cebinde elini tabanca gibi yapıp da İş Bankası’nı soymaya kalkışmıştı ya... Muhlis Bey gibi o da itten çok korkar. İster bocu olsun, ister zebellah gibi. İt ittir Apo için. Zavallı itlerin uykuya daldığı vakti kollamasına rağmen bazı aksilikler oluyor işte.

Çarşıya geldim oldum Safiye. Büyük camiden çıkan birisine saati soracağım, ondan sonra doğru parka. Hani günlerdir büyümesini beklediğim kırmızı gül var ya, ha işte bugün sana onu getireceğim. Anama acık gavurga gavurttum. Şalvarımın iki cebine de doldurdum. Cebimin üstündekileri yiyom, altta üşümeyenleri sana saklıyorum Safiye.

İstasyona vardığımda tren daha gelmemişti. Sordum onlarda söylemedi. “Ulan oğlum Ökkeş, bunlar senden eyyi mi bilecek!” dedim kendi kendime. Kulağımın tekini raya yasladım tekini de yumdum. Baktım ki tıkkırdık tık, tıkkırdık tık diye bir ses geliyor, anlaşılan tren acık sonra burada. Şalvarımın uçkuruna bağladığım gırık tütün muşambasını çıkarıp kalın bir cuvara sardım. Yükün az mı çok mu diye düşünürken burnuma çabıtsı bir koku geldi. Boş ver kokuyu ben seni düşünüyorum Safiye. Hangi tarafa gitsem cücükler o tarafa uçuşuyor. Mareyse cebimi yakmışsım. Gavurgalar döküldükçe cücükler peşim sıra gelirlermiş.

Aha geldi gözünü sevdiğimin Hamido’su. “Acep Safiye hangi vagonda inecek? yoksa vagonun birinde uyuyup kaldı mı?” diye gözlerim feldir feldir döndü durdu. Tam vagona dıkılacağım sıra yakaladılar. Yük vagonlarına giriyormuşum. Derdimi sordular: “Safiye” dedim. Tanımadılar. Öteden kolcu şapkalı bir adam çıktı: “Safiye diye bir yolcumuz yok kardeşim.” dedi. Adam kandırıyorlar işte. Sende yolcuların bir listesi mi var ki bir de eke eke “’Safiye diye bir yolcumuz yok”’ diyorsun. Allah’dan korkmayacaksın böyle eke eke konuşan bir iki adama, Ayten’e Markiz pastanesinde yaptığını yapacaksın, ortalık kan gönüne dönecek. Ama olmaz. Safiye’ye söz verdim, beklemem lazım.

Kafam bozuk, çeşmenin yanındaki sıraya oturdum, bir çakal yağmuru başladı. Bu yağmurun arkası gelir diyerek bekleme odasına dıkıldım. Gavurganın birisi bıyığımın arasına pıslanmış, şöyle alttan yukarı gıvıraraktan gavurgayı arıyordum ki gayri ihtiyari yarım bıyık bükümü sağa döndüm. Dönmez olaydım. Sanki kızın kaybedip de bulduğu Ökkeş’in ta kendisiyim. Bir bakışı var, bir gülüşü var, onun da gözleri seninki gibi, gülüşü seninki kadar güzel, ama ayağında bir pontili var ki sanki kamyon çadırını maviye boyamışlar da artanından bu kıza bir pontil dikmişler. Yedi altmış beş tinker. Saçma zaten heç bişet yapamaz. Delse delse sarı kabzalı ummandan çıkan bir kurşun ancak bu pontili delebilir. Kendime neçe sonra gelebildim. “La oğlum Ökkeş, bu kız kim Safiye kim! Bu kız Safiye’nin eline su dökemez, Karaçay’dan çalı-çirpi bile toplayamaz.” diyerekten devre düşüncemi terkettim. Ama kız ha bire bakıp bakıp gülüyordu. Tövbe tövbe deyip bir bıyık bükümü sola döndüm. Acık uyuyayım dedim, gözüme uyku girmedi. Biraz tilki uykusuna yattım. Gözümü açar açmaz kız yine gözümün bebeğinde değil mi! Hasbinallahü veniğmel vekil deyip dışarı çıktım.

Cebimdeki gavurgalar azalmıştı, buncacık gavurgayı Safiye’ye veremem ayıp olur deyip kalanları yumuşak yumuşak atıştırarak trenin gelmesini bekliyordum. Bir de baktım ki holtamı kestiler. Başımı kaldırdım ki bekleme odasındaki kız... Ökkeşliğime yediremedim. Yoksa kız mız dinlemez gözünün üstüne sumsuğu indirirdim. “Beyefendi birisini mi bekliyorsunuz, yoksa bir yere mi gideceksiniz?” dedi. Sağa sola baktım boynu gıravatlı kimse yok. “Kime beyefendi diyon bacı?” dedim. Bacı deyince elleham kızdı. “Nereden bacınız oluyorum!” demez mi, “Tövbestağfirullah” deyip yanından uzaklaşmaktan başka çarem kalmamıştı. Tam ayrılacağım zaman elimdeki kırmızı gülü bir koklamak için istemez mi. “Ne olacak, dedim kendi kendime koklayacak olan nasıl olsa kız...” deyip yumuşak tarafımdan yakalayınca gülü verdim o da gülüverdi. Gülü o verişim oldu bir daha alamadım. Hayırlısı olsun Safiye. Gülü kaptırdık, gavurgaları bitirdik. Hele sen bir yol Osmaniye’ye gel, parktaki güllerin hepiciğini ayaklarına sereceğim. Kız kırdıra kırdıra yannacımdan uzaklaşarak annacımdaki sıraya okurdu. Tam bu arada bir tren daha geldi, büvelek tutmuş danalar gibi vagonları dört döndüm, ama sen gene gelmedin Safiye.

Hele şu portakalları bir satak, elimiz üç-beş kuruş para görsün. İptili ağzı cırcırlı bir yatak alıp şu sıraların birisinin üstünde yatacağım. Elde mavracı mı yok, gelirken birisi saati yanlış söyler, bir trende uyur kalırsın. Tren gelir geçer, araki Safiye bulasın.

Havanın zindan gibi olduğu zamanlarda makas başında yeşil ışıklar yanınca gömgök gözlerin geliyor aklıma. Kaç bininci tren bu gidip öğreneceğim. Sordum onlar da bilmiyorlar. “Onuncu tren Apo” dedi birisi. Artık herkes beni yeni bir Apo olarak biliyor. Ben buralarda bozuk para gibi harcanacak adam mıydım lan bre Ökkeş! İstesen de istemesen de bundan sonra adın Apo. Sen istediğin kadar “Ben Ökkeş’im, Karaçay’danım; zompçuyum ulan!” diye bağırsan kim aldırış eder?

İstasyon bekçisi oldum sonunda. Hem de tam mesai yapıyorum. “Hangi saatte hangi tren gelir, hangi trenin makinistinin adı nedir?” sorsalar anında söylemek ve yolcunun seyrek olduğu veya çok olduğu günleri bilmek gibi birçok konularda bayağı beceri sahibi oldum. Allah’a şükür, geçim derdim yok. İstasyonda müdürü kadar yetkili değilsem de herkesin ilgi gösterdiği bir insan olmanın ayrıcalığını yakalamış durumdayım ve bu arada da Safiye’yi unutmuş da değilim.

Bir gün sırtımı garip dost ağacına verdim. Gelip geçen trenleri seyrediyordum. Makinistin birisi bir elma fırlattı, kafam bozuk olacak ki bir röveşata denemesiyle elmayı aynen pencereden içeri dıktım. Makinist başka bir elma fıldırdı, bu sefer göğsümde yumuşatıp dizime indirir indirmez bir adam boyu yukarı kaldırdıktan sonra aynen açık duran ağzıma indirdim. Siz olsanız ne yapardınız? Elbette bu Amasya elmasını yerdiniz. Ben de zaten farklı bir şey yapmadım. Makinist “Eyvallah Apo.” dedi. Ben de sağ elimi döşümün üstüne koyup başımı salladım. Trencilerde bir telaş vardı. Böyle zamanlarda siz olsanız sizi de merak sarmaz mı? Elbette sarar. Mareyse, İskenderun’a gidecek bir tren, makinistin yolda uyuklaması neticesinde Toprakkale’de makas mukas dinlemeyip capırt diye bu tarafa geçmiş.

Benim için önemli bir olay değil. Bahçe’den bir tren gelir, bu treni anarya anarya yiterek Toprakkale’ye ulaştırır, sonrada sür İskenderun’a. Dedim ya sırtımı garip dost ağacına vermiş, İskenderunluların nasıl birer insan ehli olduklarını temaşa ediyordum. Trenden inenler suya seğirtiyor, ben çeşmenin başında herkesin boyunu, tipini, cinsiyetini, hatta kilosunu kafama kaydediyordum. Başka gelen giden var mı diye vagonlara bakarken son vagonda sarışın uzun ince dalan bir kız indi. Gözlerimi ovuşturdum. “Ulan oğlum Ökkeş, Safiye’nin İskenderun treninde ne işi var? Kendine gel.” diye kendi kendime bir iki sille attımsa da kız bana doğru geliyordu. Ben kıza doğru gitmeye başladım. Cebimdeki mendili çıkarttım, içindeki saça baktım, kızın saçlarıyla aynı. “Safiye” deyip kollarımı açtım. O bavullarını uzattı. “Herhalde evde sarılacak.” dedim. Bavulları kaptığım gibi paytoncunun yanına koptum. Safiye bindi. Bavulları yanına aldı. Bende binecektim, paytoncu kırbacın arkasıyla döşüme dürttü. “Herhalde binecek yer kalmadığından böyle yaptı.” dedim. Faytonun arkasına salıktım. Kafama bir iki kırbaç şakladı. Bir iki bir iki daha inmek zorunda kaldım. Önüme bir demir iki buçukluk düştü, sinirlendim. Paytoncuya bastım kalayı. Safiye boynunu salıktırıp da ne halde olduğuma bir bakmadı. Yellenip yellenip parayı bir fıldırmam mı, para paytonun üstünden zıypıp Safiye’nin önüne düştü. Kalaylamaya devam ederek koşuyordum ki bu sefer iki tane iki buçukluk, önüme düştü. Demek bizi tanımadı. Başka birisine kaptırdı gönlünü. Artık kalaylamayı bırakıp son seslenişimi yapmalıydım: “Gız Safiyeeeee, gız Safiiiiiyyyeeeeeeeee yazıklar olsun sana! İnsan ilk aşkını, Ökkeş’ini unutur mu, unutur mu yaaaaaaaaaaa Safffffiiiiiyyyyeeeeeeee!”

S Ö Z L Ü K Ç E
Avrat: Eş, yoldaş, hanım, hatun. Elleham: Herhalde. Cücük: Kuş. Daha çok serçe için kullanılır. Gıygıdı: Keman. Mareyse: Meğerse. Acık: Biraz, az bir şey. Bocu: İt. İtlerin köse olanı. Hamido: O zamanlar Malatya’ Elaziz tarafına giden bir trene verilen isim. Zebellah: İri it, Köpek. Gavurga: Buğdayın saçta kavrularak pişirilmesi. Dıkılmak: İçeri girmek. Pıslanmak: Tam siper alarak görünmemeye çalışmak, saklanmak, gizlenmiş olmak. Tinkmek: Bir cismin sert bir cisme çarparak adres değiştirmesi. Devre: Kötü niyet. Annac: Tam karşı. Yannaç: Tam yanıbaşı Cırcır: Fermuar. Mavra: Yalanı zorla dinletme. İptili: İlkönce. Gö: Su yeşili. Fıldırmak: Kaldırıp atmak, bilinçsizce atmak, kürelemek. Salıkmak: Sürücünün haberi olmadan herhangi benzinli veya samanlı bir aracın arkasına asılmak. Eyicemene: Net açık seçik görülebilir, duyulabilir şekilde. Şaba: Davetlilere (sökülün paraları kulaklarınızın zarı patlayacana kadar bu davul susmaz) nazikçe para verin demek. Çabıt: Yanmaya müsait her hangi bir pamuktan dokunmuş bez. Heçbişet: Yurdun çeşitli yörelerinde yaşayan Bozdoğan aşiretleri tarafından sıkça kullanılan ‘hiç bir şey’in karşılığı. Büvelek: At sineği büyüklüğündeki sivrisineklerin atası. Zompçu: Geçimini dağdan kaçak odun keserek temin eden oduncu. Yellenmek: Tempoyu yükselterek koşmak.


*Muhtemelen 1975 yılında yazılmış bir Osmaniye hikayesi