Efendim havalar birden bu kadar şiddetli bir şekilde ısınınca ikindiden önce dışarı çıkamaz olduk. Her ne kadar öğle vakti namaza camiye gitsek de namazı müteakiben eve kendimizi zor atıyoruz. Bu yüzden epeydir köy kahvesine de gidemiyordum. O gün de aksilik bu ya aklıma kahve düşünce namazdan çıkınca doğruca kahveye daldım. Epeydir gitmedik ya kahveciden çırağına, okeycisinden pişticisine kadar ne kadar ehl-i kahve varsa hoş geldin ettiler fakire. Özlenmek de güzel şey hani. Eh insan sevilmezse özlenmezmiş. Bir de meşhur söz vardır ya herkes huzur verir etrafındakilere ama kimi gelince kimi gidince. Demek ki bizler gelince huzur veriyoruz ki insanlara, önündeki taşı, kâğıdı, ıstakayı bırakıp bu kadar velveleli bir karşılama merasimi yapmazlardı.
Önüme gelen çayı da kahveci “müessesenin ikramı” diyerek bıraktı masamıza. Hoşbeşten sonra her zaman olduğu gibi etrafımızı çeviren muzip takımı eskilerden yenilerden bir şeyler anlatmamı istediler. Tam da o sırada televizyonda ajansları sunan muhabir “Bu gece akaryakıta zam var.” deyince suyun mecrasını bulduğu gibi laf da mecrasını bulmuştu. Gerçi oldum olası politikeden hiç hazzetmem emme yapılan her zam da gelip kesemizi yakıyor, tepkisiz kalamadım.
Ben eski zamlardan Demirel’den, Ecevit’ten, Erbakan’ın filesinden, kadayıf tepsisinden başladım anlatmaya. O sırada gözüme iki kişi ilişti. Tanıyacak gibi olacağım emme tam da emin olamayınca yanımdaki Çölbey’in Irıza’yı dürtükleyerek “Bunlar kim?” diye sordum.
Irıza kulağıma eğilip “Bizim eski aşıklar vardı ya Âşık Kıratlı ile Âşık Karaoğlan...” demez mi? Kafamdan bir teneke sıcak su döküldü sanki. İçimden “Ulan bunlar gideli köy kavga, nizahtan kurtulmuştu. 40 senedir yoktular. Ne ara gelmişler, niye gelmişler?” diye edindim durdum. Zira bunların olduğu yerde Ecevit ve Demirel mevzusu konuşmak cesaret işi. Zaten bu mevzuyu açan Cörtleğin Şakir namussuzu da bilerek beni gaza getirmiş. Hani araba ile dar bir yola girersin de geri dönemezsin ve ileri gitmekten başka çaren kalmaz ya biz de kem küm makamından bir iki şey söyledik keşke söylemeseydik.
İlk önce Âşık Kıratlı’dan itiraz geldi:
“İrfani, İrfani kör gözüne dedirtme, zamları bu milletin bağrına saplayan Sülüman değil Zamoğlan Eco’ydu. Millete doğru anlat, bana bu yaştan sonra sazı elime aldırtma.”
Eh o böyle der de öteki durur mu? Âşık Karaoğlan da heykirdi oturduğu yerden:
“Höst deli bozuk, cibilliyetsiz katır sen de! Zamlar hep Kel Sülo’nun marifetiydi bir kere. ‘Benzin vaadı da biz mi içtik?’ diyen o. ‘Seçimden önce zam yapacak kadar enayi değilik.’ diyen o.
Aha da fıçının fitili ateşlenmişti şimdi. Hadi gel çık işin içinden.
Bu iki müzeliğin üzerine bu havalede arasanız da böyle inatçı, kavgacı, huysuz, mendebur adamlar bulamazdınız.
Sağ tarafımda oturan esmer tenli, kakırdak gibi zayıf yapılı ve foterli olanının adı Zerhoş Himmet idi. Lakin âşıklığa heves edince Âşık Lâlî diye mahlas ile türküler söylediği için adı batasıcanın adı unutuldu Lâlî kaldı.
O söyler öteki durur mu? Solumda oturan, göbekli, sarışın tenli, mavi gözlü, cigara içmekten bıyıkları sararmış kasketli olan ve adı üstünde Deli Mıstık da aldı sazı ele düştü yola. O da ötekinin Lâlî yani suskun, dilsiz mahlasının karşılığı olarak Âşık Feryadî diye bir mahlas uydurdu kendine. O da başladı çalıp çığırmaya. Onun da adı unutuldu Feryadî kaldı geriye.
İkisi de birbirinden ukala, kimseyi beğenmezlerdi. Kültür Bakanlığı bu iki deliyi Âşıklar Bayramı’na çağrırdı da lakin “Bizim klasımızda orada adam yok.” diye gitmezlerdi ağalar. Neymiş Âşık Veysel de kim oluyormuş, Çobanoğlu gitsin çobanlık etsinmiş, Reyhanî ancak bal yapmaz arı gibi dınılarmış, Sularî hovardaymış, öteki zerhoşumuş, beriki değil badeli katık bile içmemişmiş. Hepsi sahtekâr, üçkâğıtçıymış gibi ne karalamalar ne karalamalar... Neşet’i bile beğenmezler, Altınmeşe, Recep Kaymak, Turan Engin, Nida Tüfekçi gibi ustaları da küçümserlerdi. Lakin Urfalı Babi deyince ikisi de saygı duyarlardı. Onlara göre asıl usta oydu ama diğerlerinin gölgesinde kalıyordu.
Tabii ağalar, birbirlerini de hiç mi hiç sevmezlerdi amma velakin düğünlerde, meclislerde sırf birbirlerine üstünlük sağlamak için atışmaktan geri durmazlar, sonunda küfür, hakaret birbirlerine olmadık söz söylerlerdi. Bu defa da sazlarıyla birbirlerine girerler hem sazlarını hem de birbirlerinin kafalarını kırarlardı. Onları düğünlerine çağıranlar da zaten türküleri için değil de onların bu maskaralıklarına gülmek için çağırırlardı.
Muhalefetlik adamların ruhuna sinmiş ya bir kere, bu defa işi siyasete kadar götürüp biri Demirelci diğeri Ecevitçi olmuştu. Demirelci olan Zerhoş Himmet, Âşık Lâlî olan mahlasını Âşık Kıratlı olarak değiştirince Deli Mıstık da mecburiyetten Ecevitçi olup mahlasını Âşık Karaoğlan diye değiştirivermişti. İşin garibi Demirelci geçinen Zerhoş Himmet beynamazın tekiyken Deli Mıstık hem beş vakit namaz kılardı hem de hacıydı. Cüsselerine bakınca bile zayıf ve esmer olanın Ecevitçi, şişman ve sarışın olanın Demirelci olması gerekirdi ama adamlar takdire bile muhalifti.
Velhasılıkelam bu iki rakibi bir araya getiren tek hadise; Ecevit’e Temmuz 1976’da New York’ta Waldorf Astoria Oteli’nin holünde Rum asıllı Stavros denen bir herif tarafından düzenlenen silahlı saldırı hadisesiydi. Bu hadiseden sonra 1976 yılında Urfalı Babi’nin söylediği Ecevit türküsünü her ikisi de birlikte söyledi. Özellikle türkünün nakaratı olan:
“Amerika kucağında
Şımarmış Rum çocuğu
Ecevit’e suikast ha,
Onun bunun çocuğu…”
Sözlerini daha bir içten söylerlerdi.
Neyse efendim bizimkiler yine başladılar birbirleri ile didişmeye. O diyor Karaoğlan geldi yine zamlar başladı. Diğeri diyor asıl Kel Sülü gelince zamlar yine hortladı.
Bizim Cörtleğin Şakir de bu arada nereden bulduysa ikisinin eline birer saz tutuşturmaz mı? Başladılar o günlerin plaklara okunan meşhur taşlamalarıyla atışmaya:
Âşık Karaoğlan:
“Kazıkların hesabını
Soracağız Zühtü
Seçimlerde fiyakanı
Bozacağız Zühtü”
Âşık Kıratlı:
“Aklını topla Zühtü
Kafayı topla Zühtü
Sonra yanarsın Zühtü
Komüniste kanma Zühtü”
Âşık Karaoğlan:
Benden selam olsun Süleyman Bey’e
Bu son seçimlerden ders almalıdır
Kendi mirasına Demir-Kırat’ın
Artık biraz olsun utanmalıdır…”
Âşık Kıratlı:
“Zamlar yine boğazıma dizildi
Alnımıza kara yazı yazıldı
Karaoğlan geldi mertlik bozuldu
Eco muhalefette paslanmalıdır”
Âşık Karaoğlan:
“Kazık üstüne kazık
Ne ekmek var azık
O kazıklar hadi neyse
Garibana çok yazık”
Âşık Kıratlı:
“Karoğlanın adı var
Karaborsa tadı var
Altı okta cadı var
Bu millete çok yazık”
Âşık Karaoğlan:
“O yana dönder beni
Bu yana dönder beni
Sağ yanımda Sülo var
Eco’ya dönder beni…”
Âşık Kıratlı:
“O yana dönder onu
Bu yana dönder onu
Sırtındaki Karoğlanla
Hoca’ya gönder onu”
Bu son söze kızan Âşık Karaoğlan birde ayağa fırladı ve sazı sapından tutup havaya kaldırdı ve Âşık Kıratlı’nın üzerine yürüdü. Küfür, hakaret havada uçuşuyordu. Neyse araya girip ayırdık bunları ama çenelerini susturmak ne mümkün! Artık dayanamayıp sesimi yükselttim:
“Ulan ayıp değil mi koca koca adamlarsınız? Ayağınız çukura girdi hâlâ sen ben davası. Hâlâ birbirinizle didişiyorsunuz. Defolup gittiydiniz buralardan ne halt etmeye döndünüz de yine huzurumuzu bozdunuz? Ulan anlayın artık Ecevit de Demirel de öldü. Siz kimin kavgasını yapıyorsunuz?”
Bu son sözün üzerine ikisi de yüzüme bakakaldılar.
Zerhoş Himmet:
“Ecevit öldü mü la İrfani, hakkat mı? Ben niye duymadım?” demez mi?
Daha ağzını açmadan Deli Mıstık girdi araya:
“Lan Demirel nasıl öldü oğlum? Daha dün beni aradı, seçimler için benden türkü istedi.” demez mi?
Masaya elimi vurdum ve yüksek sesle:
“Ulan siz neyin kafasını yaşıyorsunuz? Öldü tabii ikisi de... Neredeyse geri gelmeleri yanaştı.” bağırdım.
Bu defa bizim Cörtleğin Şakir sırıtarak:
“İrfani Ağa bunlar alzaymır olmuş. İdare et!” demez mi?
Ben de aynı tonda ona sordum.
“İyi de eğer alzaymır olduysalar bu eski türküleri nasıl hatırlıyor bu adamlar?”
Şakir sanki Lokman Hekim’miş gibi bir hava ile cevap verdi:
“İrfani Ağa, alzaymır hastaları eskiyi hiç unutmazmış zaten.”
Ortalığı bir sükûnet kaplamıştı. Lakin bu defa sükûneti bizim iki delinin bir ağızdan söylediği:
“Demirel ile Ecevit öldü de bu zamları kim yapıyor o zaman?” sorusu bozdu.
Kahvedekiler kahkahalarla gülmeye başladı. Bu defa şaşkınlık sırası bizim Cörtleğin Şakir’deydi. Baktım bön bön bakıyor ikisine. Hemen devreye girdim:
“Ulan oğlum Şakir, bunlar alzaymır değil de ‘zamzaymır’ olmuşlar. Baksana şunlara. Zam deyince Demirel ve Ecevit’ten başkasını tanımıyorlar.” deyince yine kahveden kahkahalar yükseldi. Tabii biz gülmeye devam ederken televizyondan alt yazıyla KDV oranlarına zam haberi geçiyordu. Biz güldükçe zamlar peş peşe geliyordu.
Aklıma Hz. Hacer’in suyu bulunca “Zem zem” yani “Dur dur” dediği geldi. Acep ben de zamlara “Zam zem! Zam zem!” desem durur mu diye düşünmedim değil hani.
Eee bende yalan da yok hılafta. Bu hadise de böyle vuku buldu.