KALDIR KOLLARI

Okulun iki genç öğretmeni müdürün “Gel” dediğini duyunca içeri girdi. Güngörmüş müdürü Yaşar Bey, okuma gözlüğünü burnunun üzerine takmış bütün ciddiyetiyle evrakları kontrol ediyordu. Elif ve Ümit öğretmenin içeri girdiğini görünce o taş gibi surat yumuşadı, etrafa gülücükler saçmaya başladı. Önündeki evrakları bir köşeye kaldırıp ayağa kalktı. Genç öğretmenlere yer gösterdi. Makam koltuğuna tekrar otururken:
“Çok yakıştınız birbirinize, Allah bir yastıkta kocatsın.” dedi.
Ümit:
“Sayende Yaşar Baba” diyerek hınzır bir bakış atarken:
Elif öğretmen utandı, başını önüne eğdi.
Yaşar Bey:
“Allah sizi birbirinize yazmış ben sadece vesile oldum o kadar.” dedi.
Elif çantasından bir davetiye çıkardı:
“Seni düğünümüze nikâh şahidi olarak bekliyoruz Yaşar abi.” dedi.
Yaşar Bey:
“Elbette geleceğim. Kambersiz düğün olmaz.” dedi. Ümit’in heyecanı yüzünden okunuyordu:
“Onur konuğumuz olacaksın Yaşar Baba. Şöyle karşılıklı kurtlarımızı da dökeriz. Bizim oraların düğünleri meşhurdur.” dedi.
Yaşar Bey’in yüz ifadesi değişti, elini kaldırdı:
“Yoo bak işte o olmaz! Ben kendi düğünümde bile oynamadım. Ne isterseniz yaparım ama oynama işine tövbeliyim çocuklar.” dedi.
Elif, üzülmüş gibi boyun büktü:
“Kırma bizi Yaşar abi.” dedi.
Yaşar, dudağını parmağı ile aralayıp arka taraftaki boşluğu gösterdi:
“Şu boşluğu görüyor musun? Bu diş oynama yüzünden kırıldı.”
Elif:
“Nasıl oyunmuş bu böyle?” derken Yaşar Bey telefona uzanıp üç çay söyledi. Telefonu kapattıktan sonra:
“Anlatayım da dinleyin.” dedi.
Genç öğretmeler baba yerine koydukları Yaşar Bey’i can kulağı ile dinlemeye başladı. Yaşar Bey, anlatırken sanki o günleri yeniden yaşıyordu.
“Üniversitedeyken Aydınlı bir arkadaşımız vardı: Halil. Büyük dedesi efeymiş. Yani bildiğiniz Kuvayımilliyeci, madalyalı, mavzerli bir efe. Gel gör ki bizim Halil’in efelikle mefelikle alakası yok. Kız gibi bir oğlan. Lakabını Çeyrek Efe koyduk. Bir gün “Bu böyle olmayacak. Düğünde dernekte rezil oluyorum, ben bir zeybek kursuna yazılacağım.” dedi. Bizi de peşine taktı. Dört arkadaş, bir kursa yazıldık. Kurs hocasına da derdimizi usulünce anlattık. Hoca, “Tam yerine geldiniz, size öyle bir oyun öğreteceğim ki her düğünde ortalık alkıştan kırılacak.” dedi. Oyunun adı, Barutçu Zeybeği. Duydunuz mu bu oyunu?”
Elif ve Ümit birbirlerine bakıştılar. İkisi de bilmiyoruz anlamında başlarını kaldırdı. Yaşar sesini iyice gürleştirerek melodik bir şekilde:
“Kaldır da kollarını Barutçum” deyip kollarını bayrak direği gibi kaldırdı, parmaklarını şıklattı. Kollarını gerisin geriye indirirken:
“Hiç çağrışım yapmadı mı?” dedi.
Ümit:
“Valla hiç duymadım.” deyince Yaşar:
“Duymazsın tabii, biz tam iki ay bu kursa gittik. Barutçu Zeybeği’ni öğrendik. Ama gel gelelim 40 senedir, her gittiğim düğünde sorarım daha bu zeybeği çalmayı bilen müzisyene rastlamadım. Sizin anlayacağınız ben bu zeybeği bir defa bile oynayamadım.”
Elif şaşkındı:
“Hocam, provalarda müzikle çalışmadınız mı?”
Yaşar:
“Ne müziği? Bir iki üç dört… Dön! Bir iki üç… Çök! Arada bir hoca ‘Kaldır da kollarını Barutçum’ diyordu hepsi bu.”
Ümit:
“İnternete baktın mı?” dedi.
Yaşar:
“Bakmaz mıyım hiç! Yok hiçbir yerde.”
O günleri hatırlayan Yaşar öğretmenin kaşları çatılırken Elif ve Ümit öğretmen gülmemek için kendilerini zor tutuyordu.
Yaşar Bey, çayından son yudumu içerken:
“Verdiğimiz paraya mı yanayım, harcadığımız zamana mı, çektiğimiz çileye mi?” diye söyleniyordu.
Elif:
“Bunun dişle ne ilgisi var?” diye sorunca Yaşar:
“Onu da anlatayım.” dedi. Biten çayların yerine yenisini söyleyip anlamaya devam etti:
“Okul bitti, Yozgat’ın bilmem ne köyüne atandım. Ahırdan bozma bir toprak damı okul yapmışlar. Ben de hem müdür hem öğretmenim. Halkla bir türlü kaynaşamadım. Vakit geçirecek yer olmadığından tek kırma bir tüfek aldım. Vurduğum bir şey de yok; kimi zaman yanıma fişek bile almadan çıkıp dağ taş dolaşıyordum. Gel zaman git zaman Ali adında delibozuk bir çoban çocuğuyla sözüm ona arkadaş olduk. Ali attığını vuran bir genç ama onun da derdi başka. Keklik, tavşan tüfeğin ucuna gelse sıkmıyor. Komşu köyden kızın birine yangın. Sabahtan akşama bana sevdiği kızdan bahsediyor.
“İstettir” diyorum, “Vermezler.” diyor.
Kafaya takmış kaçıracak. Etmediğim nasihat kalmadı. Günlerce, haftalarca konuştum. Laftan sözden anlayan cinsten değil. Bir gün tepem attı.
“Ne halin varsa gör. Kaçıracaksan kaçır ulan!” dedim, kalktım yürüdüm.
Allah’ın delisi benim lafımı beklermiş. Gecenin bir yarısı kapım vuruldu. O zamanlar köyde her işe öğretmen koşuyor. Doğum bile yaptırdım biliyor musunuz? Yine birinin hastası var herhalde diyerek kapıyı açtım ki ne göreyim? Ali, yanına kızı almış tıslayarak bekliyor.
“Lan git götür nereden aldıysan şu kızı, gece gece başımı belaya sokma.” dedim.
“Sen kaçır dedin, kaçırdım, illa bize yardım edeceksin.” demez mi?
Direnecek oldum, tüfeği kafama dayadı. El mahkûm içeri aldım ikisini de. Ertesi gün ortalık kaynamaya başladı. Sanırsın bir Yeşilçam filminin içine düştük. Kızın abileri, ellerinde silah sokak sokak kızı arıyorlar. Hiçbir iz bulamadıkça daha da kuduruyorlar. Şüphelendikleri evlerin kapısına dayanıyorlar.
Baktım bu iş böyle olmayacak, toplantı var diyerek köyden ayrıldım. Bizim delileri de evden çıkmayın diye sıkı sıkı tembihledim. Başçavuşla az çok samimiyetimiz vardı. Durumu ona anlattım.
“Hocam, bunları barıştıralım, değilse iki köyün arasında kan çıkar. Sen bunları bilmezsin, tavuk için adam vururlar.” dedi.
Ne diyelim, başa gelen çekilir. Başçavuş iki köyün muhtarını çağırdı. Bir heyet kurup önce oğlanın babasının evine gittik. Ardından kızın babasının evine... Kızın babası başçavuşla birlikte bizi karşısında görünce bir şey diyemedi. Başçavuş durumu anlattı. Kızın benim evimde olduğunu söyledi. Araya hatır gönül koydu. Orta yol bulundu. Oğlan tarafı kesenin ağzını açtı, düğün dernek kuruldu. Bir yuva kurulmasına vesile olduğum için gururluydum. Düğünde Barutçu Zeybeği oynayacağım. Evde birkaç defa da prova yaptım. Bir iki üç dört… Dön! Bir iki üç... Çök! Kaldır da kollarını Barutçum… Düğün günü geldi çattı, ben oğlan eviyim ya, düğün yerinden ayrılmıyorum. Köylülerden de arkamı pışpışlayanlar var “Sayende kan dökülmedi hocam, büyük adamsın.” diyorlar.
Akşam oldu. Köyün âdetiymiş; kız evine gidilir, çörek yenirmiş. Biz de düştük yola. Kız evinde gelinin kardeşleri oyun oynayacağız dediler. Damat hafiften beni iteledi, kız tarafı bizi arasına aldı. Ben hemen atladım:
“Çalın bir Barutçu Zeybeği…” diye.
Pos bıyıklı olan:
“Ahraz oynayacağız.” dedi.
O ne ki demeye kalmadı. Beni geniş bir odaya soktular. Nasreddin Hoca’nın fil hikâyesinde olduğu gibi arkamda kimse kalmadı. Odadaki sedirlerde oturanlardan sekiz on kişi yerde diz çöküp halka oldu. Beni de halkaya dâhil ettiler.
“Nasıl oyun bu, hele anlatın.” dedim.
Pos bıyık hemen yanıma çöktü:
“Leğeni getirin.” dedi.
İki delikanlı ortaya su dolu bir çamaşır leğeni getirdi. Başka bir delikanlı da bir kucak havlu. Herkes birer havlu alıp leğende ıslattı, suyunu sıktıktan sonra leğenin kenarına serdi.
Pos bıyık:
“Hoca ben sana ne hareket yaparsam sen de yanındakine aynını yapacaksın. Eğer şaşırırsan oyun başa döner. Oyunda konuşmak yasak. Konuşan bu havlularla dayağı yer.” dedi.
“Nasıl yani?” dememle içlerinden biri:
“Aha konuştu konuştu vurun!” diye bağırdı.
Islak havlular şap şap üstüne inmeye başladı. Kafamı tutuyorum, beline vuruyorlar. Belimi tutuyorum bacağıma vuruyorlar. Sedirde oturanlar kahkahayı bastı. Bir fasıl dayaktan sonra herkes havlusunu leğene attı. Havlular özenle sıkıldıktan sonra leğenin kenarına sıralandı. Oyunun en önemli kuralını anlamıştım. Konuşmak yasaktı.
Yanımda oturan pos bıyık pis pis sırıtıyordu. Dudaklarını kıpırdatmadan bir şeyler söylüyor, bir taraftan da kaş, göz, el işaretleri yapıyordu. Benim kulağıma yalnızca “Hım hım hım, ge ge ge” sesi geliyor, söylediklerinden bir şey anlamıyordum.
Ben pos bıyığın dilini çözmeye çalışırken o, tüm gücüyle birkaç defa sağ ayağıma birkaç defa sol ayağıma ardından karnıma vurdu, sonra da suratıma tokadı patlattı.
“N’oluyor lan?” dememle etraftakiler yine üstüme çullandı. Islak havluların biri indi biri kalktı. Hızını alamayanlardan birisi kemerini çıkarmış onunla vuruyor. Her yanım sızım sızım sızlıyordu. Sedirdekilerse gülmekten karınlarını tutuyordu.
Daha kendime gelemeden pos bıyık yine bacaklarıma vurmaya başladı. En sonunda yine tokadı patlattı. Ben şaşkın şaşkın etrafıma bakınırken pos bıyık kaşlarıyla yanımdaki adamı gösteriyordu. Yanımdaki ile göz göze geldik. O da başını salladı. Oyunu yavaş yavaş çözmeye başlamıştım. Bana yapılanın aynısını yanımdakine yapmam gerekiyordu. Yanımdaki adamın bir sol bacağıma bir de sağ bacağıma vurmuştum ki pos bıyık benim kolumu tuttu. İşaret parmağını hayır anlamında sağa sola salladı. Öncekinin en az iki kat hızıyla bir sağ bacağıma birkaç defa sol bacağıma sonra tekrar sağ bacağıma vurdu, karnıma bir yumruk attıktan sonra yine tokadı patlattı. Adam öyle bir vuruyordu ki beynimin sallandığını hissediyordum. Bir türlü hareketleri tutturup yanımdakine aynısını yapamıyordum. Her seferinde iş başa dönüyordu. Şiddetin dozu da gittikçe artıyor, pos bıyık beni evirip çevirip dövüyordu. İyice sersemlemiştim. Sedirdekiler artık aşağı inmiş, gülmekten yerlere yatıyordu.
Pos bıyık birisiyle işaretleşti. Kirli sakallı, kara suratlı biriyle yer değişti. Kara surat, beni yakamdan tuttuğu gibi tokatlamaya başladı. Artık kaç tane vurduysa son vuruşu gözümün üstüne bir yumruk atarak yaptı. Ben ortalığı ala bele görmeye başladım. Kara surat, yanımdaki adamı işaret edince ben de öfkeyle yanımdakine bir tokat patlattım. İkinci tokadı sağa mı yoksa sola mı vuracağımı hatırlamıyordum. Ya Allah diyerek adamın sol yanağına tokadı aşk ettim. Kara surat koluma yapıştı. Yine başladı beni tokatlamaya. Son darbeyi gözüme yumruk vurarak yaptı. Sırt üstü yere devrildim. Leğendeki sudan suratıma döküp beni tekrar doğrulttular.
Kara surat, kel kafalı çam yarması gibi biriyle işaretleşip yer değiştirdi. Ben bu sırada apalayarak kaçmayı denedim. Paçamdan yapışıp aynı yere oturttular. Çam yarması bana öyle bir tokat patlattı ki tokadın yankısından sanki camlar zangır zangır sallandı. Hani şu çizgi filmlerdeki gibi etrafımda yıldızlar dönüyordu. Bir ara yıldızlar karardı, ağzımın içinde bir sertlik hissettim. Avucuma tükürünce kanın içinden bir diş çıktı. O ara kendimi koyuverdim. Ben öldüm sanıyordum, bayılmışım. Adamların vurdukları yerlerin sızısını on beş gün çektim.
Sonradan anladık ki bu bizim delibozuk Ali, millete “Öğretmen kızı kaçır dedi, ondan kaçırdım.” demiş. Kızın ailesi de bana kinlenmiş. Oyunu bahane edip güya benden intikam aldılar. O gün bugündür oyuna tövbeliyim. Şimdi siz söyleyin. Oynamaya tövbe etmekle haklı mıyım, haksız mı?”
Elif ve Ümit öğretmenin gülmekten Yaşar Bey’e cevap verecek halleri kalmamıştı.


Yorumlar - Yorum Yaz