KIZ KAÇIRMA DAVASI

Şimdi bu başlığı okuyan herkes “Koskoca İrfani Ağa kız da mı kaçırmış?” diyecek. Efendim ben kimseyi kaçırmadım ama böyle bir olaya azmettirici olarak jandarmaya ifade vermek zorunda kaldığım da doğrudur. Nasıl mı diye soracak olursanız, maalesef dilim yüzünden.
Bu Törüd’ün Kel Irıza ile karşılaşmamak için kayfeye pek gitmiyordum. Aslına bakarsanız kayfe pek bana göre bir yer değil emme eski köy odaları kapandığı için mecburen gidiyoruz. Sağ olsun gençler de bize saygı gösteriyorlar ve bizi konuşturup hem eski günleri yâd ediyorlar hem de görmedikleri, bilmedikleri hadiselere böylece vakıf oluyorlar. O günlerde birkaç dostumuz kapımızı aşındırıp insanların beni özlediği yönünde davetleri sıklaştırınca nazlanmak, kibirlenmek bize uygun değildir diye kahveye gitmiştim.
O gün yine etrafımı çevirdiler. Tabii kafamda şunu anlatayım diye bir hazırlığım da yok. Lakin birilerinin kafasında böyle bir hınzırlık dolaşıyormuş. Atmacaların Hasip Efendi bana:
“İrfani Ağa, Hacı Hasan’ın Celal’in, Fellahların Naciye’yi nasıl kaçırdığını anlatsan da dinlesek…” demez mi?
Hasip Efendi’nin yanında da köyün öğretmeni Zeynel Efendi oturuyor. Tabii Hasip bu cümleyi kurunca çayını henüz yudumlayan bizim muallim birden tıksırdı. Elindeki bardağı düşürdü. Bardak şırank diye bir ses çıkardıktan sonra tuz buz oldu. Biz adamların kalbini bilmediğimiz için bu duruma gülüştük geçtik.
Eh çıbanın başı ortaya çıkınca kurcalayanı çok olur. Bir iki kişi daha anlat, anlat diye bastırınca kısa bir müddet olayı hatırlamak için düşündükten sonra anlatmaya başladım. Benim yaşım yetmediği için bu hadiseyi babamdan dinlemiştim. Lakin Fakıların Celal Ağa’yı gayet iyi hatırlıyorum. Bir kere Allah için çok yakışıklı ve babayiğit bir adamdı. Ayrıca hanedar, eli boldu. Lakin huysuz bir adamdı, ağzı bozuktu. Gençliğinde de böyleymiş. Yemen’de askerlik yaparken çöldeki çetelerle giriştiği bir çatışmada bacağından vurulduğu için hafifçe aksıyordu. Yedi yıl askerlikten sonra köye dönünce bir, iki, üç derken tam dört defa evlenmiş. Karıları ile sürekli kavga eder, onlara sövüp sayarmış. Karılar arasında da geçim yokmuş. Herkes diğerini üzerine kuma gelmekle suçlar sonra da saç başa kavga çıkarırmış. Karıların kavgalarını her defasında yine Celal Ağa’nın sinkaflı küfürleri eşliğinde havada uçuşan tekme tokatları bastırırmış.
Olay artık köyün bir asayiş sorunu haline gelince bir gün onu köy odasına çağırmışlar. Odada zamanın büyükleri ve ihtiyar heyeti toplanmış. O zaman köy muhtarı Keloğlan’ın Deli Mehmet imiş. Muhtar onu bu durumdan dolayı epeyce bir azarlamış. Bu kavgaların köyün huzurunu bozduğundan dem vurarak artık bu kepazeliğe bir son vermesini istemiş. O da ne yapsın garibim kendisini şöyle savunmuş:
“Yahu ağalar yerden göğe kadar haklısınız. Yedi sene Yemen çöllerinde eşkıya kovaladım vallahi o zamanlar huzurum da neşem de yerindeydi. Ulan bir evlenelim dedik. İlk karı anamdan emdiğimi burnumdan getirdi. Artık eve, ocağa dönecek halımı koymadı. Anamın teşvikiyle tuttuk bir daha evlendik. Ulan köpoğlusu bu defa kumasını örgütlemez mi? İkisi bir oldu eski günleri de arar oldum. Bu sefer bu ikisinin üstüne üçüncüyü getirdim. Karıları üçleyince bu defa da karılar arasında bir rekabet kızıştı ki sormayın. Ulan arada beni öldürecekler dedim ve karıları dörtledim. Hay aklıma bin lanet! İlk önce karılar seslerini kesmişlerdi. Lakin ilk karı bu defa diğerlerini kamplara böldü. İlk karı üçüncüyle, ikinci karı da dördüncü ile ittifak yapmaz mı? Şimdi bizim evde Osmanlı-Rus harbi yaşanıyor. Vallahi ben de şaşırdım ne yapacağımı. Bunlar diyorlar ki nasıl olsa bizim herif dördü tamamladı. Artık üzerimize karı getirecek hâli yok, şimdiye kadar kimseyi de boşamadı. Benden sırtları berk olduğu için bildiklerini okuyorlar.”
Babam da o zamanlar çok genç imiş hatta köy odasına yeni kabul edilmiş. Bıyıkları yeni terliyormuş, yeni de evliymiş. Babam bunu anlatırken derdi ki “Aslında köy odasına kabul edilsem de büyüklerin yanında laf konuşmak bana düşmezdi ama boşboğazlık ederek:
“Celal Ağa sen de fitnenin başı olan ilk karıyı boşa gitsin!” deyiverdim.
Tabii odadaki büyükler babamı bir güzel azarlamışlar emme Celal Ağa birden ayağa fırlamış. Kaba kaba soluyarak:
“Durun, durun!” demiş “Çocuk doğru söylüyor. Ben niye akıl etmedim bunu. On beş senedir bana hayatı zehir etti bu karı. Aha da boşadım gitti. Üç dokuz şart olsun boşadım gitti Zarife’yi, sizler de şahitsiniz.”
Babam “O zaman anladım yediğim haltı” derdi.
Neyse o gün odada bulunan Hacı İsmail’in Necip Ağa diye ünlü ağalardan birisi elindeki bastonu babama sallamış ve onu kovmuş. Küfürün, hakaretin bini bir paraymış. Babamı tam altı ay odaya sokmamışlar.
Gerçekten de Celal Ağa ilk karısı Zarife’yi boşamış. Tabii onun bu hamlesi üzerine diğer karıları bir korku almış. O günler Osmanlının son günleriymiş. Balkan Harbi olduğu gibi kıtlık, yokluk başa belaymış.
Neyse efendim, Celal Ağa’nın evinde asayiş berkemal olmuş. Aradan altı ay geçmiş. Bir gün köyde “Celal Ağa, Fellahların Naciye’yi kaçırmış” diye bir haber yayılmış. Haber duyulunca bütün köylü şaşırmış bu işe. Hemen Muhtar Keloğlan’ın Mehmet köy odasında köyün ileri gelenlerini toplamış. Babama da gelsin diye haber göndermişler ama babam yasaklıyım diye gitmemiş. Babam odaya gitmeyince Necip Ağa bu defa çobanı Culuk’un Hamza’yı göndermiş.
“Çabuk gelsin, beni oraya iletmesin.” diye paygamı da salmış.
Babam da kendi kendine “Bizim yasak kalkmış anlaşılan.” deyip düşmüş yola. Odaya girince Necip Ağa ona:
“Ulan köpoğlu köpek! Çağrıldığın yere niye gelmiyon? Ayağına paşa mı, sadrazam mı bekliyon?” diye basmış fırçayı.
Neyse sükût geçip bir köşeye sıvışmış babam. Kızın babalığı olacak Fellah’ın İreşit “Yok kızı çeşmeden sürümüş, döve söve atının terkisine atmış, kız gitmek istememiş.” diye veriyormuş yaygarayı. Tabii bunu duyan herkes galeyana gelmiş, her kafadan bir ses çıkıyormuş. Sonunda muhtar Keloğlan’ın Mehmet odanın ortasına dikilmiş:
“Bakın ağalar bu alçağın dört karısı vardı. Birini boşadı hemen Naciye’ye tebelleş oldu. Eğer buna bir ders verilmezse yarın diğer karılarını da boşar gelip kapımıza dayanır. Ya karılarımızı ya kızlarımızı götürür. Ben derim ki silahlanıp gidelim, kızı elinden geri alalım. Buna da iyice bir dayak atalım.”
Babam yine duramamış, oturduğu yerden:
“Celal Ağa zorla kız kaçırmaz, bunda bir iş vardır.” demiş emme Necip Ağa’nın kızgın bakışlarını görünce üstelemeyip susmuş, başka bir şey dememiş.
Hemen o gün köylü köycek tek kırma tüfekleri sırtlarına asıp fişeklikleri bellerine dolayıp İnkayası’nın yolunu tutmuş. Çobanlar da Celal Ağa’nın kızı büyük ine getirdiğini söylemişler. Köylüler inin önüne gelince Muhtar Mehmet Ağa:
“Lan Celal, çabuk alıkoyduğun Naciye’yi serbest bırak! Yoksa zorunan elinden alacağız, kan dökülmesin!” diye bağırmış.
Onlar Celal Ağa’dan cevap beklerken Naciye çıkıp:
“Ulen Celal’i elimden alacak anasından doğmadı. Celal beni kaçırmadı, ben Celal’i kaçırdım. Ya beni alır karısı eder ya da şart olsun onu vururum.” diye haykırmaz mı?
Babam bu kısmı anlatırken “Ulan nerde görülmüş bir karının koca kaçırdığı. Hepimizin ağzı açık kaldı. İçimden “Kesin folüm yapıyorlar.” dedim emme Naciye dokundu tetiğe. Sanki top atmış gibi dereleri mavzerin sesi doldurdu. Şart olsun yerle gök birleşti sanki. Bir anda bizi çil yavrusu gibi dağıttı. Altımızdaki atlar ürkünce kendini atın sırtından taşlara atıp kaçanı mı arıyorsun, ayağı üzengilere takılıp yerde sürüneni mi? Ortalık ana baba gününe döndü bir anda. Kendimizi kayaların arkasına zor attık. Başımızdaki fesler bir yana, sarıklar bir yana düştü. Kendi kendime “Ellam ecelimiz bu kaltağın elinden olacak.” diye söylendim.” derdi.
Neyse bu defa Muhtar Deli Mehmet gürlemiş:
“Ulan İreşit! Hani kızı Celal zorunan kaçırdıydı? Kız Celal Ağa’yı kaçırmış ya! Ulan bu azgın kıza bizi mi vurduracağın şerefsiz!”
Oradakiler gözleriyle İreşit’i ararken bir de bakmışlar ki İreşit atına atladığı gibi dörtnala köyün yolunu tutmuş. Muhtar Deli Mehmet tabancasıyla İreşit’in peşinden bir el tozutmuş emme İreşit çoktan dereye inmiş. Bu defa tabancanın sesini duyan Naciye bir el daha mavzeri ateşlemiş ve mağaranın ağzında görünmüş:
“Mehmet emmi sen o şerefsizin lafına inanma! O beni mal dışarı çıkmasın diye zorunan büyük oğlu Cemşit’e nikâhlamak istedi. Cemşit benden kaç yaş büyük. Adamın zaten iki tane karısı var. Cemşit’in evine kuma olarak gitmektense Celal’in evine giderim. Şimdi birinizin canını yakmadan buradan defolup gidin. Eğer bir iş yapacaksanız Molla Bekir’i getirin de nikâhımızı kıysın. Bu sümsük nikâhsız sana el sürmem diyor. Tövbeler olsun bunu da vururum. Size iki saat mühlet!” dememiş mi?
Babam rahmetli bu kısmı da anlatırken:
“Ulan güler misin, ağlar mısın? Baktık Celal Ağa’yı bu karı vuracak, gittik Molla Bekir’i yaka paça getirip nikâhlarını kıydırdık. Tabii bu iş dediğim gibi oyunmuş. Sırf arada husumet olmasın diye böyle bir plan düzmüşler. Lakin bu olaydan sonra bir daha Fakılar ile Fellahlar yan yana gelemedi.” derdi.
Gerçekten de bu olay olalı seksen sene geçtiği halde hâlâ iki sülale birbirlerinin izine kurşun atıyorlar. Eee az laf yalansız çok mal haramsız olmaz derler, benim hikâye bu kadar.
Ben hikâyeyi bitirince millet gülmekten karnını tutarken bir de ne göreyim bizim Muallim Zeynel ile Hasip Efendilerin yüzü düştü. Bunlarda bir hal var, daha fazla bir şeye muhatap olmadan kirişi kırayım dedim. Hemen müsaade isteyip kalktım evin yolunu tuttum. Ben kalkınca baktım bu ikisi peşime takıldı. Demek ki bunların bir karın ağrıları var, dedim. Birazcık daha hızlandım ama herifler genç, tam caminin önünde bana yetiştiler.
Atmacaların Hasip soluk soluğa:
“İrfani Ağa hele dur, sana bir akıl danışacağız.” diye seslenince mecburen durdum.
Ben de soluk soluğa kaldığım için caminin avlu duvarının önündeki özün üzerine oturdum.
“Den bakalım, nedir derdiniz?” dedim.
Muallim kızarıp bozaradursun Hasip Efendi sırıtarak cevap verdi:
“Valla hem senden sır çıkmaz hem de köyde akıl danışacak senin üstüne kimse yok. Senin anlayacağın biz muallime kız kaçıracağız. Bak hemen kızma, kızın babası Nuh diyor Peygamber demiyor, kızı vermiyor. Kızın da gönlü var. Kaçmaktan başka çareleri kalmadı. Lakin bu işi nasıl yapacağımıza karar veremedik. Senin hikâyeden bir medet umduk emme senin hikâye başka türlü çıktı. Bize ne akıl verirsin? Vallaha ocağına düştük İrfani Ağa. Yazık şu garipleri bir araya getirelim, sevaptır. Koca Muallim Zeynel eridi bitti. Beş vakit abdestli namazlı derviş adam bıraksam şaraba düşecek. Kendine kıyacak diye korkuyorum. Allah seni inandırsın bir halt edecek diye işi gücü bıraktım tavuk gibi bunu güdüyorum. Bize bir akıl ver.”
Dümenden beni işletmesinler diye ikisini de iyice bir süzdüm emme ikisi de çok ciddiydi. Hele muallim dokunsan ağlayacak, iyice koyurmuş kendini.
“Kız kimin kızı? Biz araya girsek...” diye sordum. Yine Hasip cevap verdi:
“İrfani emmi, kız sağlık ocağındaki Doktor Aynur Hanım.”
Bu sözleri duyunca öfkem tepeme vurdu.
“Lan oğlum doktor kaçırılır mı? Siz kafayı mı yediniz lan!” diye bağırmışım.
Hemen sus sus dediler. Hasip yine başladı söze:
“Kızın ailesi yanında duruyor biliyorsun. Babası olacak herif, ben öğretmene kız vermem, benim damadım da doktor olacak diyor. Keçi gibi inatçı! Kızı kaçırmaktan başka çare yok.”
“Kızın anası Cevriye Hanım ne diyor?”
“Allah seni inandırsın emmi o da kızdan yana lakin kocasından tırsıyor. Bir lafın kadiri olamıyor zavallı. Bize bir akıl ver. Ocağına düştük.”
Bu arada bizim söylemez muallim lafa girdi.
“Ya Hasip ben sana önce danışacağım yere bir danışayım dedim. İzin çıkarsa kaçırırdık!”
Ben bir şey anlamamıştım:
“Kime ne danışıyorsunuz oğlum?” dedim.
Hasip lafı boğazıma tepti. Elimi tuttu:
“Sen onu bırak bize akıl ver İrfani emmi”
Elimi çekiyom, bırakmıyor. Baktım bunların gözü kararmış. Benim de başımı belaya sokacaklar.
“Lan oğlum siz deli misiniz? Okumuş, koskoca doktor olmuş bir kız kaçar mı? Oldu olacak kızı ilaçla bayıltıp kaçırın. Tövbe tövbe! Defolun lan başımdan.” dedim ve ayağa kalkıp evime doğru yöneldim. Bu iki hergele “Allah senden razı olsun, biz niye bunu düşünemedik?” diye elime yapışamazlar mı? Ellerinden zor kurtuldum. Evime varınca hemen ışıkları söndürüp yattım.
Aradan üç gün geçti. Bu süre zarfında camiye bile gitmedim. Namazlarımı evde kıldım. Bir akşam kapım çalındı. Ama ne çalma! Sanki kapıyı kıracaklar sandım. Dedim yine bu iki kaçık geldi. Kapıyı açtım açmasına da bir de ne göreyim? Kapıda izbandut gibi iki tane jandarma! İçlerinden birisi sert bir şekilde bağırdı:
“İrfani Ağa sen misin?”
Ulan ne halt ettik diye tırsmadım değil hani.
“Evet, benim” der demez jandarma bu defa sesini daha da yükseltti.
“Bin Cemse’ye , karakola gidiyoruz.”
Kekeleyerek sordum:
“Asker ağa suçum nedir?”
Asker bu defa sesini öyle bir çıkardı ki ödüm patladı:
“Koskoca adamsın, yaşına başına bakmadan kız kaçırmaya insanları teşvik ediyormuşsun! Hem evini de arayacağız. Çekil bakalım kenara.”
“Eyvah” dedim “Bunlar bir halt etti.” Ağzımı açacak takatim kalmamıştı. Jandarmalar bir anda evin altını üstüne getirdi. Ahır, samanlık, kiler, tavan arası bakmadık yer koymadılar.
Arama işi bitince ite kaka beni arabaya bindirdiler. Neyse beş dakika sonra karakola vardık. İçeri girdik ki doktorun babası olacak Nizameddin Efendi bir köşede, Hasip Efendi bir köşede oturuyor. Tam ben içeri girer girmez üzerime bir karaltı atladı. Bir de ne göreyim, doktorun anası Cevriye Hanım. Yakama yapıştı:
“Kızım nerde, sapık herif! Sen saklamışsın kızımı! Seni parçalayacağım. Yaşından başından utan. Kızıma bir şey olursa seni elimle öldüreceğim.” diye başladı bağırmaya. Allah’tan kumandan beni kadının elinden kurtardı ve jandarmalara:
“Çıkarın şu kadını odadan. Götürüp boş bir odaya atın. Tımarhaneye döndü burası.” diye bağırdı.
Jandarmalar kadını sürükleyerek odadan dışarı çıkardılar ama kadın bana ne beddualar ediyor ne beddualar... Bu sırada kumandan ile göz göze geldik. Adam o anda öfkeden kızarmaya başladı. Adamın sapsarı olan suratı bir anda kıpkırmızı oldu. Hışımla o da gelip yakamı kucakladı.
“İrfani Ağa, İrfani Ağa! Bu köyde ne olsa altından sen çıkıyorsun. Sen nasıl bir adamsın? Bela paratoneri misin? Yaşından başından utanmadan kız nasıl kaçırılır diye kahve köşelerinde gençlere ders veriyormuşsun. Doktor Hanım’ı kaçırmışlar. Eterle bayıltma aklını da sen vermişsin. Yahu ben sana ne yapayım şimdi? Dövsem dövülmezsin, sövsem sövülmezsin. Savcıya versem ben rezil olurum. Bir şey yapmasam gönlüme söz geçiremiyorum.”
Öyle utandım, öyle utandım ki anlatamam. Kesin o alçak Törüd’ün Irıza ihbar etmiştir beni komutana. Neyse dedim Irıza ile sonra hesaplaşırık, hemen kendimi savundum:
“Ben kimseye akıl-makıl vermedim komutanım. Bunlar Doktor Hanım’ı kaçıracağız deyince çok sinirlendim. Koskoca doktor kaçar mı diye terslemek için ‘Oldu olacak kızı bayıltıp da kaçırın bari’ dedim. Böyle yapın demedim ki.” diye itiraz ettim.
Komutan biraz yumuşasa da yine terslendi:
“Aferin çok iyi yapmışsın. Atalar boşuna dememiş deliye yel ver eline bel ver. Bunlar da gerçekten öyle yapmışlar. Eczaneden eter alıp kız kaçırmaya kalkmışlar.”
Diyecek söz bulamamıştım. O sırada gözüm Hasip Efendi’ye takıldı. Baygın gözlerle etrafına bön bön bakıyordu. Sonra Doktor Hanım’ın babasına baktım. O da ruh gibi oturuyordu. Komutana sordum.
“Beni kim ihbar etti? Irıza mı yoksa Hasip mi?”
Komutan hâlâ közü kızarmış kayfe cezvesi gibi fokurduyordu öfkeden:
“Kim olacak, sen bunlara akıl verirken camide duvarın öbür tarafında sizi dinleyen kuşlar haber verdi!” Ben öfkeyle Hasip Efendi’ye baktım:
“Yani Hasip değil mi?”
Komutan ellerini masaya koyarak oturduğu yerden yarım ayak ayağa kalktı:
“Bak bakalım Hasip Efendi’de konuşacak hal var mı?” dedi.
Bu defa Hasip’e iyice baktım. Adam dünyadan bihaber, etrafına boş gözlerle bakıyordu. Kafasında, gözünde vuruk kırık emaresi de yoktu ki hani dövdüler desem. Lakin serhoş gibiydi.
“Buna ne olmuş komutan, bu niye bön bön bakıyor etrafına. Sanki burada değil gibi.” dedim.
Komutan bir yandan dişlerini ve yumruklarını sıkıyor bir yandan öfkeyle:
“Sen asıl Nizameddin Bey’e bak. O da leyla!” demez mi?
Bir baktım, gerçekten o da leylaydı. Ben ne olup bittiğini anlamaya çalışırken komutan yine bağırdı.
“Eee öt bakalım İrfânî Ağa, akıl senden ise şimdi kızın nerede olduğunu da bilirsin. Sen mi saklıyorsun onları? Sakın yalan söyleme vallahi kendimi zor tutuyorum. Allah yarattı demem seni bu yaşta ezerim.”
“Komutanım vallahi, billahi, tallahi benim bir şeyden haberim yok. Jandarmalar da evimi aradı. Benim evimde kimse yok.” diye yalvarmaya başladım. O sırada odaya bir jandarma girdi. Komutanın kulağına bir şeyler söyledi. Komutan:
“Yaaa! Allah Allah! Demek hastaya gitmişler öyle mi?” dedi ve dışarı çıktı.
İki dakika sonra Doktor Hanım’la birlikte içeri girdi. Kadın doğruca babasının yanına gitti. Elindeki ışıklı kalemi babasının gözüne tuttu. Adamın nabzını ve tansiyonunu ölçtü. Sonra da Hasip Efendi’ye gitti. Onu da muayene etti:
“Yarım saate kadar bir şeyleri kalmaz komutanım. Ben babamı ve annemi eve götüreyim. Bu olayı kapatalım gitsin. Bir yanlış anlaşılma olmuş. Babam kendine geldiğinde evde olursa daha iyi olur. Hasip Bey’i de evine gönderin. Ben kimseden davacı değilim. Zaten büyütecek bir şey de yok. Biz bir hastaya gittik ama Hasip Bey babamı neden eter ile bayıltmış inanın ben de anlamadım.” dedi.
Ben de ne olduğunu anlayamamıştım. İki jandarma önce Nizamettin Efendi’nin koluna girip onu dışarı çıkardı. Sonra Cevriye Hanım’ın sesi duyuldu. Kadın içeri girdi bana:
“Kusura bakma bey amca, senin de günahını aldık. Ana yüreği işte. Bir şey oldu sandım.” dedi ve dışarı çıktı.
Sonra bir araba sesi duyuldu. İki dakika sonra komutan tekrar içeri girdi. İki jandarma de gelip Hasip Efendi’nin koluna girdi ve onu da dışarı çıkardılar. Dışarıdan bir araba sesi daha duyuldu. İçeride bir tek ben kalmıştım. Sonra içeriye bir jandarmayla Muallim Zeynel Efendi girdi. Komutan ona bazı kâğıtlar imzalattı. Sonra da yakasından tuttu:
“Bana bak öğretmen, gözüm üzerinde. Şimdilik yırttın ama bir daha böyle bir şey duyarsam vallahi gözünün yaşına bakmam. Millete örnek olacak yerde ördekliğin lüzumu yok. Şimdi kaybol buradan. Ha bu arada eter meselesi kapandı sanma. O Hasip’i ayağımın altına alıp bülbül gibi öttürmezsem adam değilim.” diye bastı fırçayı.
Bana da:
“Bir daha karşıma çıkma ağa, çok kötü olur. Sen de kaybol şimdi.” dedi.
Karakoldan çıkar çıkmaz muallimi kolundan tutup sordum:
“Zeynel Efendi ne oldu? Allah’ını seversen söyler misin?”
Zeynel Efendi vurgun yemiş balık gibi ruhsuz bir ifadeyle başladı anlatmaya:
“Kusura bakma seni de buralarda rezil ettik İrfani Ağa. Sen bize ‘Kızı bayıltın da kaçırın.’ deyince eczaneden eter aldık. Ne olur ne olmaz diye koca bir mendile eteri damlatıp cebime koydum. Aynı şekilde bir parça eterli mendili de Hasip eline aldı. Ben kızı ikna ederken babası dışarı çıkarsa Hasip kızın babasını etkisiz hâle getirmek için bayıltacaktı. Neyse gittim, kızın kapısını çaldım. Kapıyı kız açtı. Ona kaş göz işareti yaparak yüksek sesle:
‘Doktor Hanım, yukarı köydeki öğretmen arkadaşımızın kardeşi hastaymış. Oraya gitmemiz mümkün mü?’ dedim ki babası huylanmasın.
Doktor Hanım:
‘Hazırlanıp hemen geliyorum.’ dedi.
Kız evden dışarı çıkınca ona:
‘Şimdi seni kaçıracağım.’ dedim.
‘Nasıl kaçıracaksın?’ dedi.
Ben de saf saf:
‘Eterle bayıltıp kaçıracağım.’ deyince kızı gülme krizi tuttu.
‘Zeynel beni köylü kızları gibi mi kaçıracaksın? İnanamıyorum sana aşk olsun. Ben zaten seninle geleceğim, ne bayıltması!’ dedi.
Ben çok bozulmuştum. Tam arabaya binerken kızın babası dışarı çıkmaz mı? Bizim Hasip, elindeki eterli mendili adamın burnuna yapıştırdı. Aralarında itiş kakış olunca eterli mendili o da koklamış olacak ki ikisi oracığa düştü. Tabii sonrasından Doktor Hanım’ın anası dışarı çıkmış. Kocasını yerde yatıyor görünce çığlığı basmış, o sırada devriye gezen jandarmalar sağlık ocağının lojmanına doluvermişler. Jandarmalar onları ayıltınca karakola getirmişler.”
Şaşırmıştım. Emin olmak için tekrar sordum:
“Eterli mendili Nizamettin Bey’e mi koklattınız? Kızı kaçıracağız derken babasını mı kaçıracaktınız? Allah müstahakkınızı versin. Paçoz herifler siz de! Hasip de bayıldı öyle mi? Peki siz niye geri döndünüz?”
“Ben araba sürmeyi bilmediğim için yukarı köyde öğretmenlik yapan arkadaşım Cafer’i ayarlamıştım. Gerçi Hasip bana ‘Bak hoca, arkadaşların sağlam değilse ben seninle geleyim.’ demiş ben de onlara güvendiğim için ‘Gerek yok, arkadaşlarım sağlam. Sen bize köyde ne olup bittiğini haber vereceksin.’ demiştim. Neyse bizim Cafer öğretmen de yanında kardeşi Sefer’i getirmiş. Sefer de o köyde vekil öğretmenlik yapıyor. Biz Cafer’in arabaya bindik ve hızla şehir yoluna sürdük. Karanlıkta arkamızda hangi araba belirse Cafer:
‘Aha peşimize düştüler. Yakalanırsak yanarız. Memuriyetten oluruz.’ diye başladı mızmızlanmaya. Kardeşi Sefer de:
‘Abi geri dön başımızı yakacaksın. Kesin yakalanacağız!’ diye verdi yaygarayı.
Bu sırada Aynur da iyice strese girmişti. Bana:
‘Bula bula arkadaş diye bu korkakları mı buldun kız kaçırmak için. Allah’ını seversen döndür şu arabayı. Asabım bozuldu. Benim ağlayacağım yerde bunlar ağlıyor. Çabuk durdursunlar arabayı ve geri dönsünler. Yoksa kendimi aşağı atarım.’ deyince Cafer hemen frene bastı ve geri geldik.
Tabii baktık ortalık karışmış. Doktor Aynur, Cafer’in yakasını tuttu:
‘Bana bak ödlek herif! Şimdi jandarmaya köyde kardeşim baygınlık geçirince Doktor Hanım’ı köye götürdüm. Bizi tanımadığı için Zeynel Öğretmen’i de yanımıza almıştım. Kardeşim kendine gelince hep beraber geri döndük, diyeceksin. Yoksa jandarmaya ‘Cafer Hoca beni kaçırmaya kalktı. Kardeşi de suç ortağı derim. Bilmiş ol.’ diye tehdit edince Cafer ‘Tamam’ dedi ve komutana böyle ifade verdi.
Hasip’in de ağzından: ‘Bir filmde eterin insanı bayılttığını görmüştüm ve inanmamıştım. Doktor Hanım’a soracaktım. Babası hiddetle karşıma çıkınca korkudan ona koklatayım derken ben de koklamışım. Sonuçta ikimiz de bayılmışız.’ diye ifade verdik. Az kendine gelince evrakı imzalattırdık. Ben bu işin niye elimize yüzümüze bulaştığını biliyorum İrfani Ağa. O Hasip olacak herife dedim kaç kere. Ah Hasip ah dinlemedi beni!” dedi.
Merakla sordum:
“Sen ne dedin de Hasip yapmadı Muallim Efendi?”
Muallim Zeynel gayet ciddi bir şekilde:
“Ben ona şeyhimden destur aldıktan sonra kız kaçıralım dedim dinletemedim. ‘Şeyh, kız kaçırmaya müsaade eder mi?’ dedi tutturdu. O müsaade etmeseydi zaten bu işe girmezdik. Şeyhimin gazabına uğradım.” demez mi?
Şaşkınlıkla:
“Ulan kız kaçırmak için şeyhten izin mi alınır? Siz kafayı mı yediniz?” diye sordum.
O da saf saf:
“He, ben ne iş yapsam şeyhime danışırım. Onun hayır duasını almadan hiçbir işe el sürmem.” demez mi?
Bu defa öfkelenmiştim:
“Ulan serseri hiç aklı başında bir şeyh git evladım kız kaçır der mi?” dedim. Bizimki yine aynı saflıkla:
“Demez mi?” diye cevap verdi.
“Demez tabi, hatta seni dergâhından da kovar, sana da müritlerine bir araba dayak attırırdı.” dedim.
Bu yine:
“Olsun, ben dayağa razıydım. Yapma oğlum derdi en azından ben de yapmazdım.” demez mi?
Beni tuttu bir gülme. Öyle bir gülme ki dermansız kalınca olduğum yere diz üstü çöktüm. Bütün vücudumu bir ter bastı. Terin suyun içinde kaldım. Gözlerimden yağmur gibi yaşlar boşaldı. Ben hayatımda böyle matrak bir şey duymamıştım. Oracığa yığılınca muallim bana doğru bir hamle yaptı. Elimi kolumu sallıyor:
“İrfani Ağa kendine gel” diyordu.
Sonra elini cebine soktu cebindeki mendille elimi yüzümü silmeye başladı. Ben kalp krizi geçiriyorum sandım. İyice takatim kesildi. Bir an gevşedim. O sırada karakoldan bir jandarma:
“Komutanım yetişin! İrfani Ağa da bayıldı. Muallim herhalde eterli mendili ona da koklattı.” diye bağırdı.
Sonrasını hatırlamıyorum. Gözümü açtığımda sağlık ocağında bir sedyede yatıyordum. Doktor Hanım bana bakıp bakıp kahkahalar atarken sedyenin etrafında dolanan komutan hırsından kepini kemiriyordu.


Yorumlar - Yorum Yaz