SAVULUN BAKİ GELİYOR

Bâki ziyaretine gittiğinde Zâti, yetmiş bir yaşında bir piri faniydi. “Şairlerin üstadı, reisi” gibi unvanlarla tanınıyordu. Kafa kâğıdındaki adı Satılmış’tı. Dostları ona kısaca “Satı” diyorlardı. Zâti mahlası da buradan doğmuştu zaten. Dile kolay, üç bin tane gazel söylemişti; “Rakibim Kanunî” dercesine.
Tevatür mü bilinmez, kendisine gelip şiirlerini okuyan genç şairlerin yayımlanmamış şiirlerinden bazı imgeleri de çaktırmadan kendi şiirlerinde kullanıyormuş.
Bâki on altı yaşında tıfıl bir şairdi. Zâti’yi “Anadolu şairlerinin reisi” olarak görüyor ve şiirlerini ona onaylatmak istiyordu. E, ne de olsa çağın şiir otoritesiydi Zâti. Herkesten saygı görüyordu.
Beyazıt Camii’nin yakınında kiraladığı dükkân, dönemin bütün şairlerinin uğrak yeriydi. İlle de genç şairlerin. Zâti’nin dükkânı bir nevi şiir atölyesiydi. Zâti dükkânda Kur’an-ı Kerim, misk, tespih, seccade, misvak satıyordu. Arada kum falı baktığı da oluyordu. Müneccimzâde’den öğrenmişti bu sanatı. Daha önce uzun yıllar ayakkabıcılık yapmıştı. “Satı Kundura” bir markaydı o yıllarda. Ne yazık ki ayakkabıda fabrikasyon, Zâti’nin ayakkabıcılık serüvenini bitirmişti.
Özel bir eğitim görmemişti Zâti. “Şair-i mâderzad” (anadan doğma şair) derler ya, işte öyleydi. Allah vergisi bir şiir kabiliyetine sahipti. Az buçuk Farsça bilirdi. Biraz kelime ve cümle bilgisi öğrenmişti.
Biri uyanıklık edip Farsçadan çevirdiği bir şiiri kendi şiiri gibi okursa Zâti hemen yakalardı onu,
“Bu Farsçadan, falan şairin beytinden tercüme” deyiverirdi.
Gel gör ki bazen kendisi de yapardı bunu. Yakalanınca da “Benim Farsça bilmediğimi bilmiyor musunuz?” diye sorardı.
Zeki bir adamdı Zâti. Coşkulu, neşeli bir şairdi. “Zevk-perest” ve “rint-meşrep” derlerdi onun için. II. Bayezid’in, Yavuz Sultan Selim’in, Kanuni’nin kankası olmuştu.
Bâki, gittiğinde Taşlıcalı Yahya, Hayalî, Kara Fazlî ve Galatalı Kudsi dükkândaydı. Şiir meclisi kurulmuştu. Şairler şiirlerini okuyor, şiir üzerine poetik değerlendirmeler yapıyorlardı.
Genç şair, içeri girmekle girmemek arasında bir süre bocaladı.
Zâti fark etti durumu. İri ve hantal gövdesinden umulmayan bir çeviklikle yerinden doğrulup kapıya yöneldi.
“Buyur, delikanlı,” dedi. “Ne istiyorsun?”
“Özür dilerim, üstadım,” dedi Bâki. “Tanışmak için geldim.”
“Gel bakalım,” dedi Zâti babacan bir tavırla. “Kimsin, kimlerdensin?”
“Ben Mahmut Abdulbâki” diye tanıttı kendini genç şair. “Fatih Camii müezzini Mehmet Efendi’nin oğluyum. Kandil yakımı ve bakımı işlerinde çıraklık ediyorum. Okumayı, yazmayı çok seviyorum.”
“Aferin, evladım,” dedi Zâti. “Demek yazmayı da seviyorsun. Otur, otur da konuşalım.”
Kapının yakınındaki hasır iskemleye ilişti Bâki.
Zâti sol elini sol kulağının arkasına siper edip sağ eliyle yüksek sesle oku işareti yaptı.
“Baş üstüne, üstadım,” dedi Bâki.
Ve gazelini vezne uygun olarak okumaya başladı:

Bir lebi gonca yüzü gülzâr dersen işte sen
Hâr-ı gamda andelib-i zâr dersen işte ben
Zâti şaşkındı.
“Bu ne bu?” diye sordu.
Bâki saf saf,
“Gazel, üstadım,” dedi.
“Onu anladım da,” dedi Zâti, “Sen ne yapmaya çalışıyorsun?”
“Ustama şiirimi arz edip fikirlerini almak istiyorum.”
Şairlere döndü Zâti:
“Ah bu gençler,” diye yakındı. “Padişah, Telif Hakları Kanunu’nu imzalayalı yedi sene oldu, bunlar hâlâ işin ciddiyetini kavrayamadılar.”
“Maalesef, üstadım” dedi Hayalî. “Ahmet Paşa’yı, Necati’yi, seni, beni yağmalayıp duruyorlar, mîri malı gibi.”
Yahya,
“Hep bu internet yüzünden, üstadım,” dedi. “Orada ne görürlerse alıp kendilerine mal ediyorlar.”
Kara Fazli de onayladı onları:
“Haklısınız, mirim. Bunun sonu nereye varacak, bilmiyorum.”
“Al benden de o kadar, azizim,” dedi Kudsi.
Bâki’nin şaşkın bakışları şairlerin üzerinde geziniyor, ne söylemek istediklerini anlamaya çalışıyordu.
Zâti, Bâki’ye döndü.
“Delikanlı,” dedi. “Başka şiirin var mı?”
“Var, üstadım. Yüz tane.”
“İyi, bir başka şiirini oku bakalım.”
Bâki, takti ile ikinci şiirini okumaya başladı:

Dil ne mihnetten kaçar hergiz ne gamdan incinir
Hicr elinden çektiği cevr ü sitemden incinir

Kaşları çatıldı Zâti’nin. Daha fazla dinleyemedi.
“Kâfi, kâfi,” dedi.
Bâki şaşırdı:
“Neden üstadım? Dört beyit daha vardı.”
Zâti, bir iki derin nefes aldı. Sakinleşti. Karşısındaki, şiire hevesli bir çocuktu. Yaptığının yanlış olduğunu ona söylemeliydi.
“Bak, Abdulbâki evladım, ayıptır ve dahi günahtır. İntihal bir hastalıktır ve suçtur. Başka şuaranın şiirlerini sirkat ile getirip bana okumaya utanmaz mısın?”
Bâki, kızardı bozardı:
“Hayır, üstadım. Sirkat yok. Bu gazel kendi hamemin eseridir.”
Zâti inanamadı:
“Yok canım. Bu şiirler, sabi sübyan işi değildir, evladım. Usta bir kalemden çıkmıştır.”
“Teveccühünüz, üstadım.”
Zâti’nin tereddütleri izale olmamıştı. Son bir kez sordu:
“Bu şiirlerin senin olduğuna emin misin, evladım?”
Bâki öz güven heykeliydi. Elini göğsüne bastırdı:
“Eminim ve dahi son kararımdır, üstadım.”
Zâti hâlâ şüphe girdabındaydı. Ne pişkin bir çocuktu bu. Bir de sıkılmadan yalan söylüyordu.
Diğer şairlere döndü.
“Ne dersiniz, azizan? Olabilir mi bu?”
Hayalî,
“Öğrenmek zor değil, üstadım,” dedi. “Turnitinden geçirdik mi, şiir kimindir, öğreniriz. Ak kara belli olur o zaman.”
“Hayali Bey’e katılıyorum.” dedi Yahya.
Kara Fazli,
“Antoloji.com’a da bakabiliriz.” diye ekledi.
Kudsî kendi kendine konuşur gibi “Sirkat-i şi’r edene kat’-ı zeban lazımdır / Böyledir şer’-i belâgatte fetâvâ-yı sühan” (Şiir çalanın dilini kesmek gerekir. Güzel söz söyleme kanununda fetva böyledir.) diye mırıldandı.
Zâti, meraklandı:
“Kimin bu beyit?” diye sordu.
Kudsî birden toparlandı:
“Af dilerim üstat,” dedi. “Bu şiir şimdilik kimsenin değil. Ufak bir kafa karışıklığı oldu bende. Zemeckis’in “Geleceğe Dönüş” filmini seyrettiğimden beri bende bir tuhaflık var. Bir an geleceğe gittim yine. Okuduğum beyti yüz elli yıl sonra Sümbülzâde Vehbi söyleyecek.”
Yahya gülümsedi:
“Senin için zaman yolculukları başladı desene!”
“Sayılır. Şimdilik hayalen tabii. Ama yakında o da olacak, eminim. Kayınbiraderim zaman makinesi üzerinde çalışıyor.”
Konunun dağılacağını fark eden Zâti, Bâki’ye suçunu itiraf ettirmek istiyordu.
“Doğru söyle evladım, bu şiirleri kimden çaldın?”
“Çalmadım, üstadım. Benimdir.”
“Yemin et!”
“Hem vallahi hem de billahi.”
“İnandım evladım, inandım. Büyük yemin ettin. Yalan yere yemin etseydin anında çarpılırdın. Benden sana bir usta nasihati: Sen bu şiirleri kimseye okuma. Maazallah nazar verirler. Bunları sakla, biraz daha büyü, sonra mecmualarda yayımlarsın. Anlaştık mı?”
“Anlaştık, üstadım.”
Bâki, böyle dedi ama Gülistan-ı Şuara mecmuasınının bir sonraki sayısında gazelini yayımlamaktan da kendini alamadı. Dönemin otoritesi, şiirlerini beğenmişti, yetmez miydi?
Zâti dört yıl sonra ahirete göçtü.
Öğrencisi Bâki, o dört yılda Zâti’nin ustaca dokunuşları ve yönlendirmeleriyle kırk yıllık mesafeyi kat etti ve yüzyılın “sultanuşşuara”sı (şairler sultanı) oldu.


Yorumlar - Yorum Yaz