İRFANİ AĞA'NIN KOOPERATİFÇİLİK MACERASI

Memur Bey madem başından anlat dedin, o zaman anlatayım.
Efendim bizim köyde Nafiz isminde Avrupa görmüş, pek fazla bir tahsili olmasa da kafası çalışan, çekirdekten yetişme genç bir arkadaş bir kalkınma kooperatifi kurdu.
İlk önceleri yanına üye bulmakta zorlandı. Bizim köylüler böyle faydalı işlerde ilk önce şöyle bir geri durur, şeytanın bile aklına gelmeyecek kurnazlıkla sorular sorar ki cevaplayana aşk olsun!
Hani derler ya soru sormak ilmin yarısıdır diye, bizimkilerin de uyanıklığının yarısı bu sorularda saklı diyebiliriz.
Nafiz de tuttuğunu koparan bir adam ve Hz. Eyüp gibi de sabırlı. Sorulara tek tek cevap veriyor, bir meseleyi elli kere izah etmekten gocunmuyor. Lakin Nafiz ne kadar sabırlı ise köylü de o kadar inatçı. Nafiz baktı olmuyor başka bir taktik denedi. Köyde sevilen, sayılan kişilerin kapısını çalmaya başladı.
Eh bir gün de bizim kapıyı çaldı. Konuyu bana da açtı ve kooperatife üye olmamı istedi. Hatta kabul ettiğim takdirde şartları sağlayıp devletten projeyle teşvikli inek alacağını, bu ineklerden tüm üyelere vereceğini söyledi. Benim ineğe bakacak durumum da yok, inek alacak param da... Lakin ben üye olursam en az sekiz on kişi daha kooperatife üye olabilirdi.
Baktım çok ısrar ediyor, ben de kabul ettim. Ben formalite icabı üye olacaktım ve bana verilecek hayvanları Nafiz Başkan’a iade edecektim. Borcu da o ödeyecekti.
Benim ve birkaç hatırı sayılır kişinin üye olmasıyla bir anda köylülere cesaret geldi. Bu defa da kontenjan dolunca üye olamadığı için darılanlar, küsenler çoğaldı. Nafiz Başkan hedefe yaklaştıkça muhalifleri bir sıtma tuttu. Başladılar tezvirata. Neymiş topladığı parayı alıp kaçacakmış, yok köylüyü borçlandırmış; inekleri kendi alacakmış,
Derken her iş bitti bizim projenin kabulü için beklemeye başladık. Nafiz Başkan sürekli Ankara ya gidip geliyor, çoğu zaman bizi de peşinde sürüklüyordu. Hatta bir keresinde gitmek istemedim. Meğer ben başkan yardımcısı olmuşum ve imzam gerekiyormuş. Ben de şaşırdım ama yapacak bir şey yoktu. Meğer bizim bazı uyanıklar İrfani Ağa yönetimde olursa üye oluruz demişler. Sevilmek güzel de ceremesini çekmek gerekiyor. Onu da kabul dedik.
Aradan birkaç ay geçmişti. Artık köydeki dedikodu kazanının sesini diğer köylerden duyuyorduk. Nihayet umudumuzun tükenmeye başladığı bir gün müjdeli haber geldi. Sözleşmeler imzalandı. İhaleye girildi. İhaleyi Karslı bir müteahhit aldı. Artık hayvan seçimine çıkacaktık.
Tarım müdürlüğünden bir veteriner hekim bir de mühendis görevlendirilmiş. Kooperatif adına da iki kişi heyette olacakmış. Bu defa kimse bu sorumluluğa girmek istemeyince iş sürüncemede kaldı. Köyde celeplik yapanlar var ama adamlar biz gitmeyiz diyor.
Nafiz “Ben gideyim.” deyince ona da “Sen gidemezsin.” diyorlar. Sonunda heyete dönüşümlü olarak dört kişi seçildi. Tabii ilk sırada yine İrfani Ağa olacak dendi. Neymiş ben kooperatifin başkan yardımcısıymışım. İtiraz edecek durumda olmadığımız için bu yaşta düştük yollara. Şarkışla’dan Afyon’a, Kırşehir’den Erzurum’a kadar gitmediğimiz köy, kapısını çalmadığımız ahır kalmadı.
Heyette Fatih ismindeki mühendis arkadaşın elinde bir şerit metre vardı. Hem boyu hem de kolları uzun bir arkadaştı. Kırşehir’de onu gören herkes “Aha metrelik gelmiş.” diyordu. Gerçekten adam tek başına bir ineğin göğüs çevresini ölçüyor, bu işi yaparken kimseyi yanına yaklaştırmıyordu. Hayvanlar ondan hiç sakınmıyorlardı. Veteriner hekime de “Dayı” diyorlardı, adam halim selim birisiydi. O da gebelik muayenesi yapıyordu.
Tilki Selim ismindeki müteahhit ise bizi sürekli memurlara karşı kışkırtıyordu. Güya onlar seçimi uzatarak daha fazla harcırah almak istiyormuş. Lakin onun palavracı birisi olduğunu çabuk anladık. Ancak ekipteki Mehmet Ağa bir hafta sonra köye dönünce yerine mapustan yeni çıkan Dilaver Ağa geldi.
Dilaver Ağa, müteahhittin vaatlerine kandı. Bir hayvan için memurlar “Alamayız.” deyince bu “Aldım.” demez mi? Ortam bir anda gerildi. Bizim mühendisle birbirine giriyorlardı ki araya girip ayırdım. Sonra Dilaver Ağa’yı bir kenara çektim. Onu bu Selim’in oyununa gelmemesi için uyardım. Ortamı yumuşatmak için işe birkaç gün ara verildi.
Bu arada köydeki hayvanların durumunu kontrol etmeye karar verdik. Nafiz Başkan’ın ilçedeki yem bayiinde müteahhidin gelmesini bekliyorduk. O sırada içeriye birisi girdi ama adamın dili dışına çıkmış kaba kaba soluyor. Bir şey oldu zannettik. Telaşla hayır mı diye soracaktım ki adam benden atik davrandı ve Başkan’a:
“Yetişin verdiğiniz inek doğuruyor.” demez mi?
Biz şaşırmıştık ama Başkan:
“Ulan ineği sana verdik, inek senin oldu artık. Git veteriner çağır, ineğini doğurttur.” dedi.
Adam ısrarla sizin inek diyor başka bir şey demiyordu.
Nafiz Başkan:
“Ulan senin eşin doğum yaparsa ben mi hastaneye götüreceğim? Benim asabımı bozma, git bir veteriner hekim çağır” dedi ve adamı gönderdi.
Birkaç gün sonra seçime kaldığımız yerden devam ettik. Bir akşam Şarkışla’da seçimi yapıp Sivas’a dönerken Cumhuriyet Üniversitesinin önünde trafik çevirmesine takıldık.
O gün Selim’in yerine amca oğlusu Cengiz gelmişti. Arabayı da o kullanıyordu. Meğerse Cengiz’in daha önce alkollü araç kullanmaktan ehliyetine el konulmuş. Çevrim esnasında yanında oturan mühendis Fatih Bey’e:
“Hoca direksiyona sen geç.” dedi.
Fatih Bey:
“Bu Amerikan arabası, koldan vitesli. Ben bunu kullanmam.” dedi.
Hepimiz nefeslerimizi tutmuştuk. Derken polis memuru kafasını araçtan içeri soktu. “Ehliyet, ruhsat?” der demez burnunu tutarak geri çekildi.
“Siz inekçi misiniz?” diye sordu.
Fatih Bey, polis memuruna:
“Biz Tarım Bakanlığı adına bir kooperatifimize hayvan seçiyoruz.” dedi.
Polis memuru evrakları hemen geri verdi ve bizi de tembihledi:
“Arabada sigara içmeyin sakın, yoksa kibriti çalar çalmaz tutuşursunuz.”
Gerçekten de otele vardığımızda içeri girer girmez lobide oturanlar başlarını çevirip bize bakınca utandık. Dehşet kokuyorduk.
Sayımızı tamamlamaya çok az kalmıştı. Müteahhit, Kırşehir’de büyük bir işletme ile görüştü. Adam “Gidin istediğinizi seçip alın.” demiş. Seçime başlayalı kırk beş gün olmuştu neredeyse. İşletmeye gittik ama işletmenin kâhyası bizi içeri sokmak istemedi. Patronu tekrar aradık. Adam aynı şeyleri ona da söyledi. Kâhya bu defa gönülsüz de olsa bizi içeri aldı ama bu defa da istediğimiz hayvanı vermek istemiyor, bize zorluk çıkarıyordu. Veteriner hekimi dar bir yerde gebelik muayenesine mecbur tutuyordu. Gözüm bir ara bizim mühendise takıldı. Adam kıpkırmızı olmuş öfkeyle kâhyaya bakıyordu.
Hemen bizim müteahhittin kolundan tutup Fatih Bey’i gösterdim. Fatih Bey adama vurdu vuracak. Tilki Selim hemen Fatih Bey’in koluna girdi ve onu dışarı çıkardı. Meğer kapıda bekleyen bizim arabaya bindirmiş. Zira Fatih Bey adama vursa işletmede çalışan beş kişi bizim suyumuzu çıkarır. Bir ton dayak yerdik.
Neyse uzatmayalım biz bir düve beğendik. Kâhya da onu yularından tutup veteriner hekimin gebelik muayenesi yapması için padok yoluna bağlayacaktı aklı sıra. Selim de o sırada ahıra girmişti ki kâhyanın yularını çektiği düve ona bir vurdu, herif vay anam bile diyemeden ahırın içine yüzüstü serildi. Ben de gayriihtiyari ona yardım edeyim diye hamle yapınca düve sıçradı, tıpkı bir katır gibi çifteyi alnımın ortasına yerleştirdi. Gözümü açtığımda hastanedeyim.
Olay ile ilgili bilgim ve şehadetim bu minvaledir. Kâhyaya ne oldu bilmiyorum.
Polis memuru derin derin düşündükten sonra:
“İrfani Ağa kâhya yoğun bakımda. Kaburgaları kırık ve akciğere batmış.” dedi.
Sonra da elindeki tutanağa şu cümleleri yazdı:
“Heyet olarak görev yaparken aldığımız düve önce çiftlik kâhyasına sonra da bana saldırdı. Kâhyaya ben vurmadım. Düve vurdu. Bayıldığım için başka bir şey hatırlamıyorum.”


Yorumlar - Yorum Yaz