Size bir sır vereyim mi? Ben çok dergi kapatmışımdır.
“Çok” görecelidir elbette. Yani size göre “çok” farklı, bana göre daha farklı olabilir.
“Çok” olanı tanımlamak için “az” olandan yola çıkmak gerekir. Malum, her şey zıddıyla bilinir. Karşılaştırma burada işe yarar işte. Yani neye göre az, neye göre çok? Sonra bunların bir de derecelendirilmesi var. Az, daha az, en az... Çok, daha çok, en çok... gibi.
Benim burada “çok” dediğim, hepi topu beş dergi aslında. Altıya göre az olabilir ama bire, ikiye, üçe ve dörde göre çoktur. Çok değilse bile az da sayılmaz.
Tuhaf mı geldi? İzin verin, anlatayım:
1
X-Bilinmeyen Bilinmeze Gider
Lisede fen sınıfındayım. TÜBİTAK’ın Bilim ve Teknik dergisine aboneyim. Her yazıyı soluk soluğa okuyorum. Toygar Akman’ın sibernetik yazılarına bayılıyorum.
O günlerde bilim kurguya merak sardım. En sevdiğim yazar Isaac Asimov. Çelik Mağaralar, Şafağın Robotları, Zamandan Kaçış, İmparatorluk, Öncesiyle ve sonrasıyla Vakıf dizisi… Yaladım yuttum hepsini.
Asimov’a göre hafif sıklet sayılırlar ama Arthur C. Clarke ve Robert A. Heinlein da fena değildi. Onların da neredeyse bütün romanlarını okudum. Bu arada küçük küçük bilim kurgu hikâyeler yazmaya başladım. Hatta On İki Gezegen diye kendi çapımda bilimsel bir kitapçık da kaleme aldım.
X-Bilinmeyen diye bir dergi çıkıyor İstanbul’da. “Aylık Bilim Kurgu Dergisi”. Sahibi ve Yöneticisi Selma Mine. Uzay Yolu ve Renkli Ülkeler romanlarıyla ilk kadın bilim kurgu yazarımız.
Nisan 1976’da ilk sayısını teksir hâlinde yayımlayan dergiyle 1979’da tanıştım. Bilim kurgu hikâyelerimi X-Bilinmeyen’de yayımlama hevesine kapıldım. O günlerde “Biyonik Bahri” diye bir hikâye kaleme almışım. Nereye göndermeliyim? Tabii ki X-Bilinmeyen’e; Sema ablama. O mutlaka değerlendirir.
Aralık 1979 tarihli 42. sayısında yayımlanacağı beklentisiyle bilim kurgu hikâyemi gönderdim X-Bilinmeyen’e. Ertesi ay bekledim, dergi çıkmadı. Bir sonraki ay bekledim, dergi yine çıkmadı. Artık övünebilirdim. Sayemde bir dergi kapanmıştı. Daha doğrusu X Bilinmeyen Evren-Aktüalite, Bilim ve Sanat Dergisi’ne dönüşmüştü. O artık bilim kurgu dergisi değildi.
Ah Selma ablacığım, bilseydim böyle olacağını sadece okuyucunuz olarak kalır, derginize yazı mazı göndermezdim.
2
Hisar Yıkılır
80’li yıllar değildi. Tamı tamına 1980’di. Hisar’la tanıştığımda derginin ikinci dönemiydi ve ben hâlâ lisedeydim. Dergi, Ankara’da çıkıyordu. “Aylık Fikir, Sanat, Edebiyat Dergisi”ydi. Sahibi, Mehmet Çınarlı, Yazı İşleri Müdürü İlhan Geçer’di.
Aralık 1980 tarihli 277. sayısında yayımlanmak üzere bir şiir gönderdim. Genciz ya, gözü karayız. Atak bir şairiz. Cahil cesareti mi? Belki. Ama ben iyiden iyiye şair olduğumu düşünmeye başlamışım. Hisar dergisini gözüme kestirmişim. Cürete bak! Sen kim, Hisar dergisinde şiir yayımlamak kim? Çömez! Çaylak! Acemi! Yahu, derginin yazı kadrosuna bakar mısın? Cemil Meriç, Mehmet Kaplan, Munis Faik Ozansoy, Mehmet Çınarlı, İlhan Geçer, Bekir Sıtkı Erdoğan, Mustafa Necati Karaer, Gültekin Sâmanoğlu, Yahya Akengin... Ve daha kimler...
Dergiyi sabırsızlıkla bekledim. Şiirim yayımlanmadı. Aralık 1980 derginin son sayısıydı.
Elimde övünülecek değil, utanılacak bir zafer vardı: Koca Hisar’ı kapatma başarısı.
3
Çağrı Duyulmaz Olur
Şükür ki artık lisede değildim. Konya’nın etli ekmeğini yemiş, suyunu içmiş, havasını teneffüs etmiştim. Alâaddin Tepesi’nde, Mevlâna dergâhında mistik saatler geçirmiştim.
Bir de dergisi vardı Konya’nın: Aylık Fikir ve Sanat Dergisi Çağrı. Sahibi, yazı işleri müdürü, dizgicisi, baskıcısı, her şeyi, şair Feyzi Halıcı.
Halıcı deyince de ya bir “Yükselir semaya doğru ellerim / Mavi gecelerin seher vaktinde” ya da bir Cinuçen Tanrıkorur bestesi: “Günaydınım, narçiçeğim, sevdiğim”…
80 kuşağının “yetenekli” bir şairi olarak Halıcı’yla tanışmış, sohbet etme imkânı bulmuştum. Ne yalan söyleyeyim; bu genç ve “istikbal vaat eden” şairi kollar diye düşünüyordum. Çağrı’nın sayfalarını cömertçe açabilirdi bana.
1984’ün son günleriydi. Çağrı’da bir şiirim yayımlansın istedim. Çok şey mi istedim Allah aşkına? Aralık 1984 Çağrı’nın son sayısı oldu. Böylece Çağrı’nın da yayın hayatına hunharca son verdim. Suçluyum, cezama razıyım.
4
Sanat Olayı Biter
İlk sayısı Ocak 1981’de İstanbul’da okurlara “merhaba” demişti. 18. sayının ardından Haziran 1982’de yayımına bir süre ara vermiş, Aralık 1983’te Attilâ İlhan yönetiminde yeniden çıkmaya başlamıştı.
Tarih: Ekim 1987. Bu dergide birkaç şiirim yayımlansa fena mı olur diye düşündüm, on tane şiirimi özenle seçip derginin adresine postaladım. Dergi tek şiir kabul etmiyordu. Şiiri ne kadar ciddiye aldığımızı görmek istiyordu. Yayımlanmaya değer görürse aynı sayıda birkaç şiirimizi sayfalarına konuk ediyordu.
Sanat Olayı’nda şiiri yayımlanmak, Attilâ İlhan’ın onayını almaktı. Şiirini tescil ettirmekti. Marka şair olmak sanki biraz da bu onaydan geçiyordu. Attilâ İlhan tek başına Çağdaş Türk Şiiri Patent Enstitüsü gibiydi.
Heyecandan çıldırmak mümkündü. Bir ayın aslında çok uzun bir süre olduğunu o günlerde tekrar anladım.
Aralık 1987, olmadı Ocak 1988, o da olmadı Şubat, Mart, Nisan, Mayıs... 1988’in herhangi bir sayısında şiirlerim yayımlansa başım bulutlara değer miydi? Değerdi be!
Değmedi. Çünkü Sanat Olayı’nda hiçbir şiirim yayımlanmadı. Attilâ İlhan beğenmemiş miydi şiirlerimi? Hiçbir zaman öğrenemedim. Çünkü Kasım 1987 Sanat Olayı’nın son sayısı oldu. Dergi, işi 66’ya bağlayıp çekiliverdi edebiyat dünyasından. Dolayısıyla ben şiir göndererek bir dergiyi daha kapattım. Edebiyat dünyası beni affetsin.
5
Meş’ale Söner
Kapattığım bir diğer dergi de Meş’ale’ydi. İstanbul’da çıkıyordu. Başlığının altında “Milliyetçi Fikir ve Edebiyat Dergisi” kaydı vardı. Sahibi ve Sorumlu Yayın Müdürü Yalçın Toker’di.
Ocak 1977’de ilk sayısı yayımlanan dergiyle ben Mart 1989’da tanışmıştım. Doğrusu, geç kalmıştım. E ne de olsa biz de milliyetçi, mukaddesatçı falan sayılırdık. Yine de aylarca göndersem mi göndermesem mi diye tereddüt rüzgârlarında savrulduktan sonra nihayet Kasım 1989’da şiir gönderme cesaretini buldum kendimde. Heyecanla bekledim.
Aralık 1989 bitti, Ocak 1990 girdi. Ben hâlâ dergiyi bekliyorum. Dört gözle beklediğim dergi bir türlü gelmiyor. On beş gün daha geçti. Derginin telefonunu aradığımda öğrendim ki Aralık 1989 tarihli 97. sayı Meş’ale’nin son sayısıymış.
Velhasıl o Meş’ale bir daha tutuşup yanmadı. Bunun baş sorumlusu, asılacak adam kimdi peki? Tabii ki ben. Şiir göndermeseydim belki de o Meş’ale hâlâ yanıyordu.
Şükür Babında
Şiir ya da yazı gönderdiğim her dergi için hep aynı endişeyi yaşadım: “Ya bu da kapanırsa?”
Bereket versin, her dergiyi kapatmayı başaramadım.
Türk Edebiyatı hâlâ dimdik ayakta. Hece, Hece Öykü, Hece Taşları, Açıkkara, Türk Dili, Dil ve Edebiyat gibi dergiler yayımlanmaya devam ediyor.
Şükürler olsun!