İRFANİ AĞA MEBUS OLURSA

Kısa bir Ankara macerasından sonra memlekete dönmüştüm. Birkaç gün insanlardan kaçsam da baktım olmuyor, insan içine karışayım dedim. O gün kahveye indiğimde beni görenler etrafımı çevirdi. Bir izzet bir ikram sormayın. Kahveci çayın birini getiriyor, birini götürüyor. Neyse laf dönüp dolanıp benim Ankara macerasına geldi. Ben bu konuyu açmak istemiyordum ama gençler çok ısrar etti. O sırada kayfenin önüne stecin bir araba durdu. Arabadan acayip giyimli, boynunda foturaf makineli saçı ardına bağlı, küpeli bir adam indi ve doğruca içeri girdi. Hepimizin meraklı bakışları bu acayip kılıklı adamın üzerine çevrilmişti. Adam içeriyi süzdükten sonra sanki yıllardır beni tanıyormuş gibi gelip karşıma dikildi ve bana:
“Selâmün aleyküm! Efendim ben gazeteciyim. Sizin ile röportaj yapmak için Ankara’dan geliyorum.”
“Aleykümselam” dedikten sonra adama yer gösterdik. Kayfeciye bir işaret çaktım. O da hemen yanımızdaydı zaten. Ne içeceğini sordu. Adam demli bir çay istedi.
“Benimle ne hakkında görüşecektiniz?” diye sordum.
Adam gayet kibar bir şekilde:
Efendim sizin mebusluk meselesi hakkında görüşmek istiyorum kulağımıza gelen bazı rivayetler var ama ben olayı sizin ağzınızdan dinlemek isterim. Lütfen bu meseleyi bana başından anlatır mısınız?” dedi.
Baktım gencecik adam, her ne kadar kılığı değişik ise de eli yüzü düzgün birisi. Sonuçta o da ekmeğinin peşinde. Zaten kayfedekiler de meraktan çatlıyorlar, başladım anlatmaya:
“Efendim malum-u âliniz geçtiğimiz aylarda memleket genelinde bir seçim havası hâkimdi. Televizyon, radyo, gazete nereyi açsanız ajansların tek haberi seçim. Şu şunu dedi, bu bunu dedi. Köy odasından köy kahvesine, mahalle çeşmesinde su dolduran kadınlardan cami önündeki özün üstünde vakti bekleyen ehtiyarlara kadar herkesin dilinde seçim. Ula hadi bunlar yaşını başını almış koca koca adamlar, ya şu harman yerinde bir topun peşinde koşturan sıpaların da ağızlarında seçim olmasına ne demeli!
Kendi kendime “Yahu eve bir ekmeği nasip olmamış, dağdan bir yük odun bile getirmeyen, aklı bir karış havada olan bu avara takımının da diline seçim düştüyse vay bu milletin halına!” dedim.
Hatta o gün bu topçu takımı topu bırakıp benim önümde birbirine girmesin mi? Bir taraf diyor Tayyip kazanacak, bir yanı diyor Kemal. Zor gücüle ayırdık. Dedim ki:
“Ula aylak herifler size ne kim kazanacaksa? Her şeyi bitirdiniz de sıra seçimlere mi geldi?”
İçlerinden ukala bir zibidi:
“Sen ne diyon İrfani Ağa! Biz de seçmeniz hem de seçilme hakkımız bile var. İstesem vekilliğe aday bile olurum. Artık bu ülkenin kaderini biz gençler çizeceek!” demez mi?
“Ulan dedim bu memleketin kaderi sizin gibilere kaldıysa vay memleketin halına! Girmediğiniz bir orası kaldıydı oraya da girin de tam olsun. Girmişken iki el okey de atarsınız!”
Bana “sizin gibiler gitsin mezerliği beklesin!” demez mi? Ben daha ağzımı açmadan bunlar yine birbirine girdiler. Allah’tan patırtılarına konu komşu yetişti de ayırdık haytaları.
O günden sonra bir daha ne ajans dinledim, ne televizyona baktım, ne köy odasına gittim. Çıktım yaylaya, bizim cevizliğe bir çadır durdum. Elinizin artığı üç beş davarı da kattım önüme. İki güne bir bizim oğlan azığımı getirdi. Seçimlerde rey vermeye bile gitmedim.
Gitmedim amma seçimden bir hafta sonra jandarma geldi beni derdest edip cipe bindirdi. Dedim kendi kendime:
“Seçime gitmedik ama İrfani Ağa, cezası yakamıza yapıştı.”
Uzun lafın kısası askerler beni karakola değil adliye binasına götürdü. Arabadan iner inmez koluma da kelepçeyi taktılar. “Bu sefer,” dedim “ayvayı yedik. Demek ki mahkemeye vermişler bizi.”
Adliye merdivenlerinden ağır ağır çıktık. Merdivenin tam karşısındaki odada oturan bir kadın bizi görünce hemen ayağa kalktı ve koşarak yanımıza geldi. Meğer bu kadın hâkimmiş. Hâkime Hanım askerlere bir fırça çekti ama o biçim. Zavallı askerlerden kolunda çavuş pırpırı olanı:
“Valla Hâkim Hanım komutan ‘İrfani Ağa’yı derdest edip Hâkim Hanım’a götürün.’ dedi. Biz de aldık getirdik.” dedi.
Hâkime Hanım askerlere:
“Yahu adam vekil olmuş mazbatasını vermek için çağırttık. Sizin hiç mi dünyadan haberiniz yok?” diye çıkıştı.
Askerler bir bana bir de kendilerine baktılar. Ben onlardan şaşkın, onlar benden şaşkın, donduk kaldık adeta.
O sırada Hâkime Hanım’ın “Çözün adamın kelepçelerini!” sesi bizi kendimize getirdi. Askerler kelepçeleri çıkardı. Hâkime Hanım beni odasına aldı. Özürün bini bir para. İkramlar o biçim. “Çay, kayfe, meşrubat ne içersin?” diye sordu. Ben çay desem de kayfe de anlaştık.
Odacısına:
“Seçim müdürü gelsin!” diye talimat verdi.
Biz kayfelerimizi yudumlarken seçim müdürü de elinde bir tomar kâğıt ile geldi. Bir izzet bir hürmet, görmelisiniz. Bana:
“Sayın Vekil’im şurayı imzalayınız, burayı imzalayınız.” deyip duruyor.
Hâkime Hanım’a döndüm:
“Hâkime Hanım, Allah aşkına bu iş nedir, ne vekilliği, ne mebusluğu? Ben rey bile vermeye gitmedim. Bu işin aslı nedir?” diye sordum.
Hâkime Hanım yüzüme boş boş baktı:
“İyi de İrfani Bey, bize gelen yazıda sizin mebus olduğunuz yazıyor. Seçime katılmışsınız halk da sizi seçmiş.”
Ben daha ağzımı açmadan içeri bir odacı girdi.
“İl Başkanı ve gazeteciler hazır efendim. Adliye önünde fotoğraf çekilecek.” dedi.
Hemen dışarı çıktık bir alkış tufanı koptu. Gazeteciler ha bire resim çekiyorlar. İl Başkanı dedikleri adam açıklamalar yapıyor.
Tören bitince İl Başkanı beni bir arabaya bindirip doğruca parti binasına götürdü. Bir de ne göreyim, ben muhalefet partisinden kazanmışım. Başımdan kaynar sular döküldü. Ulan bilsem ki o partiden aday oldum şart olsun o mazbatayı neyi almazdım. Neyse olan oldu bir kere. Hayatımda bir oy bile vermediğim gibi kapısından dahi hiç girmediğim bu partinin binasında afişlerimi görünce şaşkınlıktan küçük dilimi yutayazdım. Afişte, benim tarla desteği almak için Şipşak Yaşar’a çektirdiğim kocaman bir resmim var, altında da:
“Halkın adamı, halkın kendisi: İrfani Yalçın! Sizden birisi.” yazıyor.
İl Başkanı iyi bir adama benziyordu. Kolundan tutup kulağına:
“Yahu Başkan, bu ne iştir? Ben seçimde rey bile vermedim, nasıl vekil oldum? Hatta ben sizin partiye ömrümde tek bir rey vermedim. Nasıl sizden aday olup seçim kazandım. Bu nasıl iş?” diye fısıldadım.
İl Başkanı beni telaşla hemen bir odaya çekti ve kapıyı kapattı. Beni oradaki bir koltuğa oturttu. Kendisi de yanıma oturdu:
“Aman İrfani Bey sakın kimseye bunları söylemeyin. Hele hele basın mensuplarının yanında böyle konuşmayın. Sen Hatice’yi bırak neticeye bak. Sonuçta öyle oldu, böyle oldu vekil oldunuz. Vekil olabilmek için insanlar neler yapıyor bir bilseniz. Ne paralar harcıyorlar ama nasip olmayınca olmuyor. Bak üçüncü sıradaki avukat yerini beğenmedi adaylıktan çekildi. İlk sıradaki doktor adayımız trafik kazasında ölüverdi. Siz pat diye ikinci sıraya çıktınız. Buna ben ancak takdiri ilahi derim. Şükür, biz de Müslümanız, buna inanmak lazım İrfani Bey. Allah sizin önünüzü açtı. Siz bu takdire karşı gelemezsiniz. Durumunuzu kabullenmeniz lazım.”
Adamın sözünü kestim:
“Bak Başkan, iyi güzel de benim ne olup bittiğini, nasıl aday olduğumu ve nasıl seçim kazandığımı bilmem lazım. Yarın millet benden hizmet bekleyecek, iş isteyecek. Benim doğru dürüst bir tahsilim bile yok.” dedim.
Başkan sonunda olanı biteni anlatmaya karar verdi. Meğer parti başkanı “Listenin sonuna bir halk adamı” konulsun demiş. Bu toplantıda bizim kazanın ilçe başkanı olan Topal Cemil’in Cevdet ile bizim köyün muhtarı Üçkâğıtçı Üssük de oradaymış. Kim olsun, kim olsun diye konuşulurken bizim muhtar olacak üçkâğıtçı, ilçe başkanı Cevdet Efendi’nin kulağına benim adımı fısıldamış. Cevdet Efendi de beni tanır ve sever. Lakin onunla aynı siyasi görüşte olmadığımızı da bilir. Cevdet Efendi:
“Ulan Üssük Kâ bu herif bizim partiye kurşun atan birisi. O hiç bizim partiden namzet olur mu? Sen kafayı yedin ellam?” diye bizim muhtarı terslemiş.
Lakin adı üstünde bu Üçkâğıtçı Üssük, babayın oğlu değil, anasını boyar babasına kız diye satar. Demiş ki Cevdet Bey’e:
“Başkanım siz orasını bana bırakın. Ben onun elinden alavere dalavere ile vekil namzetliği müracaatı için gereken tüm evrakları alır, imzalatır size getiririm. Onun ruhu da duymaz. Siz yeter ki onu namzet gösterin. İnanın bu herifi bu havalide herkes tanır, herkes sever. Zaten son sırada olacağı için illa köy köy gezmesine de gerek yok. Onun bir huyu var, bir şeye kızınca hemen köyü terkedip yaylaya çıkar. İki ay, üç ay hiç inmez. Ben onu huylandırır yine yaylaya da çıkarttırırım.”
Bu üçkâğıtçının sözlerine ikna olan Cevdet Efendi de İl Başkanı’na beni tavsiye etmiş. Ancak Başkan’a da:
“Bu İrfani çok sevilen bir adam ama kendisi çok inatçıdır. Siyasete girmez. Hele hele sizin partiden ölse girmez. Aman ha sakın onun haberi olmasın. Zaten son sıraya konulacak, seçilme şansı yok. Birkaç afiş yapar parti ocaklarına asarız. Bizim muhtar gerisini halledecek.” demiş.
Onlar da kabul etmişler.
Benim bir şeyden haberim yok ya, bu muhtar olacak alçak bir gün bana geldi.
“İrfani Emmi bu sene tarla destekleri için yeni evraklar isteniyor. Savcılıktan iyi hal kâğıdı, nüfustan ikametgâh, okuryazarlık belgesi, foturaf neyi. Şimdi sen bunlarla uğraşaman. Sana internetten benim oğlan e-Devlet şifresi alsın da ikametgâh belgesini ve savcılık iyi hal kâğıdını çıkaralım. Sen de okul diplomanı getir, bir de bizim Foto Şipşak Yaşar’a git sana resim çeksin. Sen gelene kader ben evrakları hazır ederim. Sen de imzalarsın.” dedi.
Ben de gittim ilkokul diplomasını aldım. Foto Yaşar’a gidip resim çektirdim. Meğer bu hain onu da tembihlemiş. Vesikalık bir resim çektikten sonra bana:
“İrfani Emmi sen bu köyün sevilen bir adamısın. Yaşın da bayağı oldu. Seni bir daha burada göremem belki. Gel hatıra olsun diye birkaç poz daha resim çekeyim. Vallahi para falan istemiyorum. Memleket için bu tür şeyler gerekli. Bak şurada değişik ceketler var. Onları giy ayakta birkaç poz daha çekeyim. Arka fonu da değiştiririk.” dedi.
Koskoca adam çocuk gibi yalvarıyor. Tamam dedim. Meğer o hain de işin içinde ya, aklınca benim afişlerin pozlarını çekivermiş.
Neyse oradaki işim bitince muhtara gittim. Foturafları ve diplomayı verdim. Oğlu olacak ipsiz de internetten bana e-Devlet şifresi aldı. İyi hal kâğıdı ve ikametgâhı da oradan çıkardık. Birkaç boş kâğıda da imza attık. Ona da dilekçe yazacakmış. Ondan hariç birkaç kâğıda daha imza attırdı. Bunlar da adaylık müracaat belgeleriymiş. Biz de saf saf imza attık.
Efendim, bende saflık bitmez bunlarda dalavere. Bu muhtarın oğlu olacak zibidi de işin içinde ya bir gün bunlar harman yerinde top oynarken ben de tesadüfen oradan geçerken beni görünce dalavereden bir kavga çıkarmışlar. Sohbetin başında anlattığım hadise canım! Bunların kavgasını essah sanınca ben kızıp yaylaya çıktım. Köyünen, acansınan irtibatım kesildi.
Neyse uzatmayalım, partilerin vekil aday listeleri açıklanınca yerini beğenmeyen üçüncü sıra adayı seçimden çekilmiş. Allah’ın işi, bundan dolayı benim adım dördüncü sıradan üçüncü sıraya çıkmış. Bir de seçim çalışmalarında ilk sıra adayı trafik kazasında ölüvermiş mi? Bu sefer ikinci sıradaki aday birinci sıraya ben de ikinci sıraya çıkmışım. Seçimlerde parti iki vekil çıkarınca ben de bu sayede vekil olmuşum.
Benim hiç haberim yok emme bizim evi de tembihlemişler ki sakın bana haber vermeyeler. Köylü köycek bir olmuşlar ne beni köye indiriyorlar ne de şöyle oldu böyle oldu diyorlar. İşte deminden söylediğim gibi seçim bitip benim vekillik işi gerçekleşince hâkim beni sordurmuş. Demişler ki o yaylada. Jandarmaları salmışlar beni derdest edip ilçeye götürüp mazbatayı vermişler.
Bu açıklamadan sonra baktım artık yapacak bir şey yoktu. Mecbur kabul ettik, vazife vazifedir. Ancak çok tereddütlerim var. Başkan’a:
“Başkan Efendi, elde yok, avuçta yok, Ankara’da nasıl ederiz, ne yaparız?” diye sızlanınca İl Başkanı:
“İrfani Emmi sen orasını düşünme vekillere lojman veriliyor. Biz gider evini dayar döşeriz. Zaten gündüz Meclis’te yemek çıkıyor. Aç kalman sefil kalman korkma. Milletin sana ihtiyacı var.” demez mi?
Bende dert biter mi? Bu defa:
“Atım yok arabam yok, olsa şiforluğum yok. Arabasız vekil mi olur?” deyince Başkan:
“Sen onu da hiç tasa etme. Vilayetten zengin ve hayırsever bir adam sana bir araba ve şoför tahsis etti. Devlet de vekiller için danışman görevlendiriyor zaten. Biz de partiden bir genci daha yanına vereceğiz. Onlar sana yardımcı olacak. Sen sadece meclise git, vazifeni yapmaya çalış. Senin bunca yıllık hayat tecrüben yeter de artar bile. Bak göreceksin herkes seni sevecek. Şimdiden Sayın Genel Başkan seninle tanışmak için sabırsızlanıyor. Sen bu partinin direği olacaksın.”
Baktım yapacak bir şey yok. Ne dedilerse kabul ettik. O gün beni bir mağazaya götürerek giydirip donatmak istediler ama ben “ne hacı takkemden, ne şalvarımdan, ne kuşağımdan, ne mestimden vazgeçerim” diye diretince benim istediğim gibi yeni elbiseler ve yeni cızlavet ayakkabı ve bir de işlemeli çok fiyakalı bir baston alındı. Giyindik kuşandık ertesi hafta Meclis’in yolunu tuttuk.
Beni hemen Genel Başkan’a götürdüler. Adam beni kapıda karşıladı. Bir izzet, bir taltif görmelisiniz. Hemen elime sarıldı öpmek için, estağfirullah dedim. Sarıldık, öpüştük. Diğer vekiller, partinin azaları hepsi beni tebrik etti. Yemin töreninden sonra resmen vekil olduk. Danışmanlar verdiler, odamızı gösterdiler.
Meclise alıştık, partinin grup toplantılarına gidip gelmeye başladık. Vekilliği de öğrendik. Meclis’e gelen giden çok oluyordu ama beni aday ettikleri parti muhalefet partisi olduğundan bizim kapıyı çalan pek yoktu. Sadece bizim memleketten hayırlı olsun için geliyorlardı, gelenler de sitem edip gidiyordu “İrfani Ağa ne işin vardı bu partide?” diye.
Günler gelip geçtikçe önceleri beni seven vekiller homurdanmaya başladılar. Neymiş başımdaki hacı takkesi partinin umdelerine aykırıymış. Belimdeki ibrişim kuşak, elimdeki 99’luk tesbih, ayağımdaki cızlavet ayakkabı ve mest modernlik ve çağdaşlıkla uyuşmuyormuş. Birkaç kere genel başkan muavinleri de beni uyardılar:
“Giyimine, kuşamına dikkat et, burası meclis, köy odası değil.” diye emme ben inadın tekiyim.
“Ne gıravat takarım, ne fötür şapka giyerim.” diye resti çektim.
Hatta Elaziz’den bana sekiz köşeli bir kasket getirdiler bunu giy diye.
“Ben hacı adamım, bu kasketi de giymem. Biz onu yeteri kader giydik. Yeter artık.” dedim onu da giymedim.
Benim kılık kıyafet uyumsuzluğu artık parti grup toplantısında kürsülerden yüzüme karşı söylenmeye başlandı. Hatta kadın vekillerden birisi bana:
“Bu yobaz ve gerici adamın bu çağdaş partide işi ne? Bu adamla aynı partide olduğuma inanamıyorum. Bu adam yarın gider karşı partiye de geçer. Bizim reylerimizle seçilip döneklik de eder.” diye sataşınca ben de kürsüye çıkıp bunlara bir güzel saydırdım.
“Milletin inancına, giyimine, kuşamına, sözüne sohbetine saygısı olmayanlarla zaten bir çatı altında duramam.” dedim.
O kadın oturduğu yerden:
“Seni bu partiden atmak lazım.” diye bağırdı.
Ben de hiç altta kalmadım:
“Haydi oradan edepsiz karı!” deyince bu temelli delirdi.
“Seni yobaz bunak!” diyerek bir çığlık attı. Sonra da ayağındaki sivri topuklu ayakkabısını çıkarıp bana sallamaz mı?
Allah’tan ben başımı eğince ayakkabı gitti üst sırada toplantıyı yöneten grup başkan vekilinin suratına yapıştı. Adam vay anam diye burnunu tuttu. Ben de öfkeye kapılıp ayağımdaki cızlaveti çıkarıp kadın vekile “Al sana cızlavet!” diye savurdum. Ayakkabı gitti kadının kucağına yapıştı. Kadın sinir krizleri geçiriyor, ayılıyor bayılıyor. Diğer kadın vekiller ayaklandı, kürsüye hücuma geçtiler.
“Atın bu bunağı partimizden. Böyle kaba yobaz cahillerin partimizde işi yok!” diye haykırıyorlar.
Ben de mikrofonu tekrar elime aldım:
“Siz atmazsanız ben istifa ederim.” diye karşılık verdim.
Deminden ayılan bayılan kadın yattığı yerden ok gibi fırladı, oldu mu sana dilli düdük, hiç durmuyor makineli tüfek gibi saydırıyor.
“Ben size demedim mi bu öteki partiye geçer diye. Dönek herif bizden seçildi oraya gidecek.” demez mi?
Kan tepeme sıçradı. Ben de yumruğu kürsüye vurdum:
“Vekillikten istifa ederim, ne size ne başkasına minnet ederim. Başınızı yesin sizin siyasetiniz de, partiniz de, çağdaşlığınız da!” dedim.
Ortalık bir karıştı ki sormayın. Beni yuhalayanlar, sıralara vuranlar, “Arabistan’a git” diye bağıranlar, üzerime yürüyenler! O sırada kalabalığın arasından benim cızlavetin teki uçarak geldi yine gurup başkan vekilinin önüne düştü. Grup başkan vekili bu kez ayakkabı yemekten kıl payo kurtulmuştu. Hemen ayakkabımı aldım ayağıma giydim ama adamlar beni kürsüden indirdi. Ben de bu bağıran çağıranların arasından yürüyüp grup toplantısını terk ettim.
Ertesi günü bizim danışman çocuk gazetelerden disipline verildiğimi okumuş. Bir hafta sonra beni savunmaya çağırdılar. Gittim kendimi savundum. Lakin kime ne söylüyorsun? Bizi partiden ihraç ettiler. Bu defa Meclis’teki diğer partiler peşimde dolanmaya başladı. O diyor bize geç, öbürü diyor bize geç.
Geçmek bir şey değil ama adımız şimdiden döneğe çıkmıştı. İbrahim Zübükzade gibi olmayalım dedim ve vekillikten istifa edip gerisin geri memleketime döndüm. Tabii ben dönünce arabayı falan elimden aldılar. Dımdızlak kaldık. İşte bizim vekillik hikâyesi de böylece son buldu.”
Kahvedekiler son sözüm ile alkışa ve tezahürata başladılar.
“Helal olsun İrfani emmi, sana da bu yakışırdı.” diye bağırıyorlardı.
Nasıl oldu bilmiyorum birden kendimi insanların omzunda buldum. “En asil vekil bizim vekil” diye sokaklar inledi.
Aradan birkaç gün geçti. Bir gün kapım çaldı. Kapıyı açtığımda karşımda o gazeteciyi ve yanında köyden birkaç kişiyi gördüm.
Onları içeri buyur ettim. Hanım hemen çay falan koydu ocağa. Gazeteci genç, bana elindeki gazeteyi açtı. Bir de baktım benim gençlerin omuzlarındaki fotoğraflarım var. Gözlüğümü takınca manşeti okudum.
“Takke, tespih, mest ve cızlavetin zaferi: İrfani Yalçın halkın en asil vekili!”
Gazeteci genç, yazdığı haberi baştan sona okudu. Helal olsun çocuğa ben ne anlattıysam harfi harfine yazmış.
Haber gazetelerden sonra televizyonlarda da yer buldu. “Küfecilikten Mebusluğa İrfani Ağa” diye belgesel yaptılar.
Bu haberler, belgeseller çıkınca benim kapı daha sık çalınmaya başladı. Şimdi de particilerin biri geliyor biri gidiyor. İlla gelecek seçimde bizden aday ol diye. Hatta beni ihraç eden parti bile geldi seni mebus değil de belediye reisi yapalım diye ama şimdilik kimseye he demedim.
Geçenlerde bizim muhtar olacak Üçkâğıtçı Üssük de beni ziyaret geldi. Hoş beşten sonra bana:
“İrfani emmi insan iki sene idare etmez mi? Süper emeklilikten faydalanırdın hiç olmazsa. 65’lik maaşı ile dişini sıkmaktan kurtulurdun. Bu yaşa geldin zar zor geçindin. Ahir ömründe rahata erecekken bu nimeti teptin. Şu yaşa geldin bir hayratın bile yok. Öfkeye uymaya ne gerek vardı.” der demez zihnim bulandı. Herif şeytanın vekili, öyle hararetle anlatıyor ki düpedüz kafamı karıştırdı.
Baktım adam haklı. Üssük gitti ama fitnenin şiresini kulağıma akıttı. O zaman pişman oldum istifa ettiğime. Şeytan koltuğuma girdi, ha bire dürtüklüyor:
“Kabul et şu teklifleri İrfani Ağa, önümüzdeki seçimde aday ol. Kazanacak sıradan kim koyarsa o partiye gir, iki sene vekillik yap sonra bırak siyaseti!” diyor da bir dahaki seçime kim öle kim kala.
Ben bu düşüncelerde iken telefonum çaldı. Telefonu açtım, karşıdaki adam:
“İrfani Bey, ben Hürriyet ve Terakki Partisi Genel Başkan Yardımcısıyım. Biz iktidardaki ittifak partileri olarak kendi aramızda karar verdik sizin istifanızı reddedeceğiz. Sizin bizimle aynı dünya görüşünde olduğunuzu biliyoruz. Ancak sizin gibi ilkeli birisinin parti değiştirme işine sıcak bakmadığını da bildiğimiz için size “bizim partiye geç” demeyeceğiz. Siz bağımsız olarak Meclis’te çalışmalarınıza devam edin. Aklınıza, vicdanınıza yatan tekliflerde bizi desteklerseniz memnun oluruz. Sakın itiraz etmeyin zira Meclis Genel Kurulu istifanızı kabul etmediği takdirde göreve dönmek zorundasınız.”
Ulan dedim içinden keşke başka dilek dileseydim. Merakla sordum:
“Beyefendi bu görüşme ne zaman sonuçlanır? Çok sürmez değil mi?”
“Önümüzdeki hafta Cuma günü.” dedi ve kapattı.
Ben merakla sonucu bekliyorum. Cuma günü gecenin bir yarısı telefonum çaldı. Telefonu açtım. Arayan yine geçen günkü adamdı. Kısa bir girişten sonra maalesef istifamın genel kurulda kabul edildiğini, yapılacak bir şey olmadığını söyledi ve kapattı.
Benim hayaller suya düşmüştü. Allah büyüktür deyip yattım. Ertesi günü öğleden sonra kapım çaldı. Bir de baktım bizim gazeteci ve yanında bir çocuk.
Adamı içeri buyur ettim. Lakin adamın beti benzi atmış, eli ayağı titriyor. Hayırdır, bir derdin mi var diye sordum. Adam sadece “kusura bakmayın benim yüzümden” diyor başka bir şey demiyordu. Adama bir bardak su verdim. Adam biraz kendine geldi. Hayırdır, ne oldu diye sordum. Başladı anlatmaya.
Meğer benim istifamı reddedecek partinin genel başkanı, bizim vilayetten seçilen vekiline benden için “Bu adam hakkında bir araştırma yapın.” demiş. Bizim vekil de “Bu adam partiye girer de önüme geçer.” diye kendince daha derin bir araştırmaya girişmiş.
Benim hakkımda dizi haber yapan gazeteciye ulaşmış ve onu aramış. O da benim hakkımda bir şeyler anlatmış. Adam daha fazla malumat isteyince:
“Elimde bir kaseti var, onu size vereyim ama karşılığını isterim.” demiş.
Adam gazeteciye:
“Seni sonra ararım” deyip kapatmış. Zira bu sözü yanlış anlamış ve koşup genel başkana:
“İrfani Ağa’nın gazetecilerin elinde kaseti varmış. Adamlar para karşılığında verecekler.” demiş.
Genel Başkan:
“Aman bu iş elimizde patlamasın. Boş verin istifasını kabul edin bu iş bitsin.” demiş.
Bizim gazeteci bu vekili tekrar arayınca adam:
“Bizi bu işe bulaştırma. Biz kaseti almaktan vazgeçtik. Böyle bir skandal ile adımızın anılmasını istemeyiz.” deyince gazeteci:
“Sayın Vekil’im ne skandalı, ne patlaması? Bu kasette İrfani Ağa hakkında çektiğim belgeselin yayınlanmayan kısımları da var. Adam Allah’ın adamı! Siz bu kaseti ne zannettiniz?” deyince bizim vekil:
“Valla ben başka türlü kaset sanmıştım. Artık yapacak bir şey yok. Olan oldu. Demek ki nasip değilmiş.” deyip telefonu kapatmış. Bizim gazeteci kendisini affettirmek için bana gelmiş. Ben de yalan da yok, hilaf da. Durum bu minvalden ibaret! Allah’tan bu iş basına düşmemiş de adımızı kurtarmışız.


Yorumlar - Yorum Yaz