Mübaşir avaz avaz bağırdı.
“Hâkim Bey duruşmaya başlayacak. Ayağa kalkın!”
Mahkeme heyeti ağır ağır yerlerini aldıktan sonra hâkim, gözlüğünün üzerinden salonu süzdü ve eliyle oturun işareti yaptı.
Sonra önündeki dosyaya adeta gömüldü. Kafasını kaldırdı, gözlüğünü düzelterek:
“Müşteki Halim Uyurgezer!” der demez mübaşir adama bir kaş işareti çaktı. Adam iki büklüm bir halde oturduğu yerden sanki elektriklenmiş gibi birden ok gibi fırladı ve salonda tiz bir ses çınladı:
“Buyurun efendim.”
Hâkim adamla göz göze geldi ve sonra kafasını istemsizce sağa sola salladı.
“985 Üzümcük doğumlu, Ayşe’den doğma, Selim’den olma, lise terk, Saraycık’ta mukim, dul ve çocuksuz, serbest meslek sahibi. Doğru mu?”
“Doğrudur efendim. Bir de…” der demez Hâkim gürledi.
“Sadece sorduğum sorulara cevap vereceksin. Ben sormadan konuşma!”
Mübaşir de adama öfkeli bir şekilde kaş göz ettiği gibi bir de işaret parmağını dudaklarına götürerek sus işareti çaktı. Adamın beti benzi attı ve yutkunarak:
“Peki efendim.” diyebildi.
Hâkim daha sonra yan tarafta oturan adama döndü.
“Ali Cengiz Uyanıkoğlu, 975 Açıkgöz doğumlu, Cevvale’den doğma, Cabbar’dan olma. Lise terk, serbest meslek erbabı.”
Ali Cengiz Uyanıkoğlu ceketini ilikleyip ayağa kalktı:
“Doğrudur efendim.”
Hâkim tekrar kafasını Halim Uyurgezer’e döndü..
“Seçimlerde aday adayı olmak istemişsiniz ancak Ali Cengiz Uyanıkoğlu isimli şahıs tarafından dolandırıldığınızı belirtmişsiniz. Avukat tutmamışsın. Ayrıca müşteki olduğun şahsın sahte kimlik taşıdığını ve bu yüzden de emniyete müracaat ettiğini ancak henüz bir sonuç alamadığını yazmışsın. Ben bu dilekçeden ve savcıya verdiğin ifadeden pek bir şey anlamadım. (Karşı tarafta oturan Ali Cengiz’i göstererek) Müşteki olduğun adam bu kişi değil mi?
Halim Uyurgezer nefret dolu gözlerle adama baktı ve tiksinti ile “Evet” dedi.
Hâkim, Halim Efendi’ye tekrar sordu.
“Olay nasıl oldu, bir anlat bakalım.”
Adam yutkundu ve ürkek bir ifadeyle hâkimin yüzüne baktı.
“Konuşabilir miyim?”
Hâkim bu soru üzerine öfkeyle elini masaya vurdu.
“Anlat dedik ya be adam! Anlat çabuk. Daha sırada bir sürü dosya var.”
Hâkimin celallenmesiyle adamın yüzü kıpkırmızı oldu. Hemen kendisini toplayıp başladı anlatmaya.
“Efendim ben kendi hâlimde, işportacılık eden bir adamdım. Her gün satacağım mallarımı tezgâhıma güzelce yerleştirir nerede semt pazarı varsa sabah ezanıyla birlikte oraya doğru…”
Hâkim sesli bir lahavle çekip:
“Sadede gel efendi, uzatma! Derdini anlat!”
Mübaşir de dilini ısırarak “Kısa kessene be adam” diye fısıldadı.
Adam yine kızardı bozardı ama kaldığı yerden devam etti:
“Ne diyordum? Ha pazara doğru giderdim.”
Hâkim bu kez ayağa kalktı:
“Çattık be! Beyefendi derdini anlat!”
Mübaşir de aynı meyanda bir şeyler söylendi ama adam bu defa sert çıktı:
“Hâkim Bey ikide bir sözümü keserseniz nasıl anlatacağım? Bırakın da derdimi anlatayım. Siz bir yerden mübaşir bir yerden kâtip bir yerden azarlıyorsunuz! Bu şartlar altında kendimi size nasıl ifade edeceğim, derdimi nasıl anlatacağım. Dolandırıldım ben, kuruşum kalmadı. Param olsa bir avukat tutardım. Bu zılgıtı o yerdi.”
Hâkim tekrar kafasını sağa sola salladı:
“Tamam, tamam. Anlaşıldı. Hadi anlat.”
Adam boğazını temizledikten sonra başladı tekrar anlatmaya:
“Efendim, ben pazar yerinde malımı öyle bir anlatırım ki dinleyenler o malı benim icat ettiğimi sanır. O malın sanki başka bir gezegenden geldiğini düşünür. Kendimi övmüş gibi olmayayım da pazarlama kabiliyetim, hitabetim süperdir. Neyse uzatmayalım. (Hâkim de oturduğu yerden “iyi olur” diye laf atar.) Efendim bu Ali Cengiz Uyanıkoğlu olacak adam bana geldi ve adımı sordu. Ben de:
‘Halim Uyurgezer’ dedim.
Ali Cengiz Uyanıkoğlu:
‘Kardeşim ben kırk yıllık siyasetçiyim, senin gibi hitabeti güzel, bu kadar palavrayı, yalanı dolanı gerçekmiş gibi anlatan bir adam görmedim. Senin istikbalin çok parlak. Gel seni bizim partiden vekil yapalım. Pazarcılıktan seni kurtarayım.’ dedi.”
Hâkim:
“Sen de bunu yedin ve kabul ettin değil mi?”
“Yok, efendim ben de hiç kanacak göz var mı?”
“Yok mu?”
“Yok, efendim, çok teessüf ederim. Bana saf mı demek istiyorsunuz?”
“Yahu be adam saf değilsin de neden dolandırıldın o zaman?”
“Efendim o başka bir şey.”
“Tamam, kardeşim anlat, nasıl dolandırıldın?”
“Neyse efendim ben dedim ki ‘Vekilin aylık kazancı nedir, sigortası ödenir mi, sağlık güvencesi var mı?’ Ali Cengiz de bana vekillerin ayda yüz bin lira aldığını, iki senede emekli olduklarını, sağlık güvenceleri olduğu gibi özel hastanelerde bile bedava muayene olduklarını, belediye otobüslerine bedava bindiklerini söyledi.”
“Sen de inandın tabii.”
“Yok, efendim, maaşları abartılı geldi. Özel hastane işi de safsata dedim. Yalnız bedava akbil işi kafama yattı. Baktım çok kârlı gerçekten. Tamam, dedim. Ama bu iş nasıl olacak diye de sormayı ihmal etmedim. Sonuçta pirince giderken evdeki bulgurdan olmak var işin ucunda. İyi kötü bir tezgâhımız ve yeteri kadar sermayemiz var. Yoksa aç kaldığımız gibi bir de karıya nafaka öderiz.”
“O ne dedi?”
“Efendim o dedi ki ‘Sen şimdi müracaat formunu dolduracaksın, partiye 5 bin TL yatıracaksın. Bana da bir 15 bin TL vereceksin. Ben de senin işini halledeceğim.’”
“Partiye yatan parayı anladık da adama neden 15 bin verecekmişsin? Onu da sorsaydın bari!”
“Amma da yaptın Hâkim Bey, sen de beni gerçekten saf salak bir şey sandın. Sormam mı sordum tabii. Adam dedi ki ‘Ben bu parayla partinin vekil belirleme komisyonunda bulunan genel başkan yardımcısı ve heyetine yemek yedireceğim ki mülakata çağırdıklarında sana kolay soru sorsunlar.’”
“Sen de inandın ve parayı verdin değil mi?”
“Efendim baktım adam doğru söylüyor. Yiyen yüz utanır derler. Öyle ya yarın mülakata girdiğimde bana ekonomiden, adaletten, eğitimden, sağlıktan, dış ilişkilerden, tarımdan, sağlıktan, savunma sanayiinden, terörle mücadeleden, turizmden, dinden diyanetten, imar ve şehirleşmeden soru sorsalar ben ne cevap veririm? Ben ne anlarım bu işlerden?”
Hâkim yine hiddetlenmişti:
“Madem bu işlerden anlamıyorsun ne diye aday oldun o zaman kardeşim?”
Adam gayet sakin ve pişkin bir şekilde:
“Çok teessüf ederim Hâkim Bey, bir insan her şeyden anlamaz ama bir şeyden illa ki anlar. Ben ticaretten ve pazarlamadan anlarım. Hatta ben vekil olsam kesin ticaret bakanı olurdum.”
“Ticaret bakanı mı olurdun? La havle! Neyse devam et.”
“Neyse efendim kısmet değilmiş demek ki. Lakin bu sahtekâr yüzünden memleket benim gibi bir ticari dehadan mahrum kaldı, vebali ona. Ben onun istediği parayı vermeyi kabul ettim. Bir de afiş ve poster basımı için 10 bin TL daha, dedi onu da kabul ettim. Bu paraları tedarik edip Ali Cengiz Bey’e verdim. Bak şimdi hakkını yememek lazım. Adamcağız benimle beraber parti merkezine geldi. Hatta ben partinin kafeteryasında oturdum, sağ olsun o benim yerime adaylık müracaatında bulundu. Neyse biz afişleri bastırdık. Sağa sola astık. Mülakat günü gelince ben ona ayıp olmasın, adam zahmet etmesin diye kendim gittim içeri girdim. Görevliye mülakat için geldiğimi söyledim. Adam önündeki listeye baktı. ‘Adın yok.’ dedi. Ben de ‘Nasıl olur? Ali Cengiz Bey bizzat kendisi benim adıma müracaat etti, dedim. Yanlışlık var, dedim. Olamaz, dedim. Git içeri bak, dosyaları kontrol et.’ dedim.”
“Adam ne dedi?”
“Bir şey demedi efendim. İçeri girdi, on dakika sonra yanında bir başka adamla geldi. Adam, aday müracaat işleri başkanıymış. Bana dedi ki ‘Kardeşim sizin başvurunuz yok.’ Ben hemen Ali Cengiz Bey’i aradım. Meğer benim dosyam direk genel başkandaymış. Şimdi ben işi berbat etmişim. Eğer mülakata gitmeseymişim Ali Cengiz Bey, benim yerime mülakata okumuş birisini sokacakmış ve ben işten yırtacakmışım.”
Hâkim bu defa Ali Cengiz’e döndü:
“Doğru mu anlattıkları?” diye sordu.
Ali Cengiz kendinden emin bir şekilde cevap verdi:
“Doğrudur efendim.”
Hâkim tekrar Halim Efendi’ye döndü.
“Eee sonra?”
“Efendim sonrası o partiden elimiz boş döndük. Ben de bu adaylık işine bayağı alışmıştım. Ali Cengiz baktı hevesim kursağımda kaldı. Beni başka bir partiye götüreceğini söyledi. Tabii işin masrafı da var. Biz tekrar adaylık müracaatı ve yeni parti amblemleri içeren afişler için yaklaşık bir 50 bin daha suladık.”
“O partiden adaylığın kabul olsaydı bari! Sonra?”
“Efendim adaylığım kabul oldu ama ön seçimde bana hiç oy çıkmadı. Bir de beni çıkan arbedede bir güzel dövdüler.”
“Niye dövdüler oğlum?”
“Efendim adaylardan birisi beni tanıyormuş. Karısına bozuk bir fritöz satmışım zamanında. Adam daha önce benim rakip partiye adaylık müracaatımın olduğunu da öğrenmiş. Eski afişlerimden birisi ile salona girip aramızda hainler var diye afişi gösterince galeyana gelen delegeler beni bir güzel dövdüler. Bir gece sabaha kadar acilde yattım.”
“Ali Cengiz yok muydu yanında?”
“Efendim Ali Cengiz o arbede esnasında nasıl etmişse aradan sıvışmış.”
Hâkim, Ali Cengiz ile göz göze gelince adam hemen ayağa kalkıp kendisini müdafaa etti:
“Efendim ne yapsaydım? Adamlar bunun üzerine geliyorlar bu da onlara durumu izah etme derdinde. Baktım postu deldirmek var işin sonunda, hemen aradan sıvıştım. Ne demişler yemek varsa yumul, dayak varsa kaç kurtul. Ben de kaçtım.”
Hâkim eliyle ona otur işareti yatıktan sonra Halim Efendi’ye döndü:
“Sonra?”
“Efendim iki gün sonra adaylık başvurusunun son gününde Ali Cengiz beni başka bir partiye götürdü.”
“Onlar aday yaptılar mı bari?”
“Yok efendim ne gezer, meğer orası nonoşların partisiymiş. LSMT mi neymiş isimleri. Valla nonoşlar bizi görünce dört bir yandan üzerimize çullandı. Namusumuzu zor kurtardık. Sonra bir de baktık bir partinin adaylık başvuru merkezinin önüne gelmişiz. Hemen daldık içeri. Derdimizi söyler söylemez onlar beni direk aday yaptılar.”
“Nasıl yani?”
“Efendim, o partiye adaylık müracaatı hiç yokmuş. Benimle beraber üç kişi müracaat etmiş. İçlerinde tahsili en yüksek olan ben olduğum için ilk sıraya beni koydular.”
“Tahsilin yüksek mi bari?”
“Efendim dedim ya ben Ticaret Lisesi ikinci sınıftan terkim. Bu ticari deham da oradan geliyor zaten. Düşünün eğer okulu bitirseydim beni kimse tutamazdı.”
“E şimdi şikâyetin nedir? Adam seni razı pazarlık götürmüş aday etmiş. Daha ne istiyorsun?”
“Hâkim Bey, meğer burası fason bir parti bürosuymuş. Ne böyle bir parti varmış ne de adayları... Biz bir fotoğraf çektirip gelene kadar adamlar sıvışmışlar. Daha o gün adamları yerinde bulamadık. Levhası bile yerinde yoktu.”
“Sonra?”
“Sonrası efendim Ali Cengiz beni başka bir partiye götürdü. Onlar müracaatımızı aldılar. Partiye bağış istediler, onu da verdik. Ertesi günü partiye gittiğimizde bir kalabalık vardı. İçeri girdik bir de ne görelim. Polis partiyi basmış. Meğer bu parti de fason bir partiymiş. Yani anlayacağınız seçime girme yeterliliği olmayan bir tabela partisiymiş. Genel merkez dedikleri yer de kumarhaneymiş. Oradan nasıl kurtulduk bilmiyorum. Neredeyse adımız kumarbazlar listesinde yer alacaktı ve siyasi kariyerim başlamadan bitecekti. Benim vekillik işi yatmıştı artık. Ali Cengiz bu defa bana dedi ki ‘Gel seni cumhurbaşkanı adayı yapalım.’”
“Sen de kabul mü ettin?”
“Evet efendim. Ne yapayım yola çıktık bir kez. Yalnız bu iş için 100 bin imza gerekiyormuş. Ali Cengiz dedi ki 100 bin lira ver sana imzaları ayarlarım.”
Hâkim bu işin sonunun nereye varacağını merak etmeye başlamıştı. Gırgırına sordu.
“İnsan bir sorar cumhurbaşkanı kaç lira maaş alıyor, sigortası var mı diye hiç olmazsa. Sormadın mı?”
“Sormam mı, sordum tabii.”
“Parayı da verdim deme. Verdin mi yoksa?”
“Kaz gelecek yerden tavuk esirgenir mi efendim? Elbette verdim.”
“Sonra?”
“İşte efendim bu adam 100 bin imzayı getirdi.”
“Nasıl yani?”
“Evet efendim, imzaları getirdi. Ben de müracaatı yaptım.”
“Sonra!”
“Efendim imzalar sahte çıktı. Beni bu herif dolandırdı. Paramı geri versin!”
Hâkim iyice sinirlenmişti:
“Yahu kardeşim adam istediğin her şeyi yapmış. Sen de razı pazarlık vermişsin. Bu adama oluk oluk para akıtırken eski eşinin üç kuruşluk nafakasının üzerine yatmışsın. Şimdi buna ne diyeceksin?”
“Efendim bu adam beni dolandırdı.”
Deminden beri sessizce anlatılanları dinleyen Ali Cengiz Uyanıkoğlu ayağa fırladı:
“İtiraz ediyorum Hâkim Bey asıl bu adam beni dolandırdı.” dedi.
Hâkim şaşırmıştı:
“Nasıl yani, ne ile dolandırdı?”
“Efendim bu adam bana lise terk olduğunu söylemedi. Cumhurbaşkanlığı adaylığı o yüzden kabul edilmedi. Buna birisi imzalar sahte demiş. Hâlbuki asıl sebep budur. Sonuçta bana iftira ediyor. Beni bir sürü uğraştırdı. Eğer bilsem lise terk, bu işe hiç çıkmazdım. Benim danışmanlık paramı vermedi. Bana tam 50 bin lira borçlu. Borç senedini de ibraz edebilirim efendim.”
Halim Uyurgezer de itiraz etti:
“Efendim sorsaydı söylerdim. Ben hiçbir şeyimi saklamam. Hem de sonuca ermemiş, başarısız olmuş bir işten dolayı danışmanlık ücreti verilir mi? Bu durum anayasaya, TCK’nın ilgili maddelerine ve Ticaret Kanunu’na aykırı değil mi? Asıl o benim 100 binimi versin. İmzalar sahteymiş.”
“Kardeşim hem yeterli tahsilin yok hem de kalkıp üç kuruşluk aklınla nerelere göz dikiyorsun? Adam onca kapı dolaştırmış sana, sen de her yere parayı basmışsın, hatta parayla müracaat imzası bile toplamışsın ki asıl suç budur. Ağzınla itiraf ediyorsun sonra da kalkıyorsun imzalar sahte diyorsun. İmzaların sahte olduğuna dair kanıtın var mı? Kriminale mi götürdün. Nereden biliyorsun”
“Efendim kanıta gerek yok, bakınca anlaşılıyor zaten. İmzalar hep birbirine benziyor.”
Hâkim bir davacıya bir davalıya baktı.
“Allah’ım ne günah işledim de beni bu adamlarla sınıyorsun” diye mırıldandıktan sonra sert bir ses tonuyla “Karar! Davanın üç ay sonraya talikine!” dedi.