Başlığın, benim yaşımdaki kimi okurlara Neşe Karaböcek’in seslendirdiği şarkıyı çağrıştıracağını biliyorum.
Ne diyordu Neşe ablamız Suat Sayın’ın o muhayyer kürdî şarkısında?
Artık sevmeyeceğim
Bütün kabahat benim
Ne kadar ağlasan boş
Ne kadar yalvarsan boş
Sana dönmeyeceğim.
Bitsin artık bu çile
Çekemem bile bile
Sen ne söylersen söyle
Bu hayat geçmez böyle
Sana dönmeyeceğim.
Ümitlerimi kırdın
Hayallerimi yıktın
Benim ahımı aldın
Şimdi sen de yalnızsın.
Bitsin artık bu çile
Çekemem bile bile
Sen ne söylersen söyle
Bu hayat geçmez böyle
Sana dönmeyeceğim.
Sevenin sevdiğine sitemini içeren şiir, neden aynı zamanda bir yazarın okuruna yakınmasını da dile getirmesin?
Peki, Necip Fazıl Muhasebe şiirinde ne diyordu?
Artık ben ne şairim ne fıkra muharriri
Sadece, beyni zonk zonk sızlayanlardan biri!
Bakmayın tozduğuma meşhur Bâbıâli’de!
Bulmuşum rahatımı ben de bir tesellide.
Hadi bir tornistan yapalım. (Argo mu oldu, affedersiniz, düzeltiyorum: Hadi bir parodi yapalım.)
Artık ben ne şairim ne de oyun yazarı,
Beynim çıfıt çarşısı, yüreğim bit pazarı.
Bakmayın tozduğuma meşhur akademide;
Tayfa bile değilim, yerim yok bu gemide.
Olmadı mı? Pekâlâ oldu. Her şeyi size beğendirmek zorunda mıyım?
Cemal Süreya da “Yazmam daha aşk şiiri.” demişti. Ben onu diyemem. Çünkü aşk şiiri yazmak ya da yazmamak, karar vermekle olmuyor. Şiir kendini yazdırıyor. Sizi kendi hâlinize bırakmıyor. Korkarım ki tükürdüğünü yalatır insana.
Allah kimsenin sonunu benzetmesin, İtalyan şair Cesare Pavese’nin ölmeden önce günlüğüne düştüğü son nottu: “Non parole, azione. Non scriverò più.” Yani “Sözler değil, eylem. Artık yazmayacağım.”
Ben de öyle. Başlıkta söyledim. Artık yazmayacağım. Yaşasın söylemsizlik! Ayrıca bende eylem de yok. Öyleyse aynı zamanda yaşasın eylemsizlik!
Ben Tahsin Çiçek. Kırk yıldır yazıyorum. Elde var sıfır.
Hikâyeler, masallar, denemeler, iç karartıcı şiirler, bol mesajlı ve aksiyonlu tiyatrolar; ders kitapları; ağırbaşlı yazılar, dipnotlarından bilim fışkıran makaleler yazdım, okkalı bildiriler sundum da ne oldu?
Yahu, dört bin rubai yazmış bir adamım ben. Rekoru 1843 rubai yazan Arif Nihat Asya üstadımın elinden söküp almışım. Dümbüllü’nün kavuğunun Münir Özkul’a, Ferhan Şensoy’a, Rasim Öztekin’e, sonra da Şevket Çoruh’a geçmesi gibi, rubai kavuğu da en son Bekir Sıtkı Erdoğan’dan bana ulaştı. Dile kolay, dört bin rubai…
Ha, diyeceksiniz ki, nicelik önemli değil, önemli olan nitelik. İşte burada haklısınız. Peki, yılda yüz kitap okuyan nicelikli okur, on kitap okuyan nitelikli okur mudur? Soğan doğrarken sakız çiğnemek göz yaşarmasını önler mi? Her müdür müdür müdür? Uçakların niye geri vitesi yoktur?
Nankörlük olmasın. 2016’nın 14 Nisan’ında telefonum çaldı: Şair, bilim adamı, öğretmen, bürokrat, nezaket anıtı (merhum) Haydar Ali Diriöz aradı. Şaşırdım. Türk Edebiyatı’nda yayımlanan rubailerim için tebrik etti beni. 93 yaşında koca bir çınar. Nasıl onur duymazsınız? Nasıl elini öpmezsiniz? Hayatımda yazdıklarımdan dolayı aldığım en büyük manevi ödül budur. Uluslararası yarışmalarda birincilikler de kazandım ama emin olun, bu ödül bambaşka.
Bilimsel yazılara hakemler bile göz atmıyor, şiiri herkes yazıyor ama kimse okumuyor, tiyatroya kimse dönüp bakmıyor vesaire vesaire diye düşündüğüm için geçen yıl bir de mizahi hikâyeler yazayım dedim. İyi ki demişim.
Salgın döneminde kendime terapi uygulamış olacaktım. Bir iki üç derken, mizahi hikâyelerin sayısı yüzü geçti. Tamam da, mirim, bunları bir yerlerde paylaşıma açmak gerekmiyor mu? Bakalım doğru yolda mıyız?
Evet, yazmak iyi de, bunları nerede yayımlatacağız? Bizim ağır başlı dergilerimiz mizahı ciddiye almaz ki. Oysa mizah çok ciddi iştir ve zannedildiği gibi kolay da değildir.
İyi ki Yol ve Medeniyet dergisi var. Yayın yönetmeni Zübeyir İntak, derginin sayfalarını açtı bana ve birkaç mizahi hikâyemi yayımladı. Teşekkür borçluyum.
Eyyüp Şaşırtmaca’nın Bozuk Para dergisi var bir de. Editör Sermet Tektaş kardeşim de tamam deyince bize bir kapı daha açılmış oldu. Ne kadar teşekkür etsem az.
“Sessiz Gemi İşte o Gün Yazıldı” başlıklı metinle ünlü şiirin yazılışına bir parodi oluşturdum. Adnan Balım Hoca, aradı. Kutlaması bana bir çift kanat oldu.
Arayanlar, tebrik edenler, eleştirenler, Yahya Kemal’e haksızlık ettiğimden söz edenler, “Şiir gerçekten böyle mi yazıldı?” diyenler oldu. Nâzım’la bir problemimin olup olmadığını düşünenlere rastladım. Tarihi tahrif etmekle suçlandım. Postmodern tarih anlayışını benimseyip benimsemediğimi sorgulayanlarla karşılaştım.
Hepsi güzeldi. Her şeyden önce hikâyem okunmuştu. Daha ne isterdim?
Dostlar, ben bir parodi yapmak istedim desem ne değişirdi ki? “Tarla Kuşuydu Juliet”i yazan Ephraim Kishon’u yargıladınız mı?” diye sormadım. “Sen, nasıl olur da, bizim Juliet’imizi çok çocuklu, dar gelirli bir ailenin annesi yaparsın?” diye sordunuz mu, demedim.
Daha sonra iki metin daha yayımladım. Bu metinlere Tokat-Pazar-Ballıca yolunda yoldaşım ve Tekirdağ’da meyhanedeki akşam yemeğinde masa arkadaşım olarak giren Gürdoğan Gürbay aradı. Kutlaması sevinç konfetisiydi.
Bunların hepsi beni yazmaya teşvik eden adımlar.
“Kim Daha Çok Horlar?” başlıklı metin sosyal medyada paylaşılınca değerli bir okurun, sevgili bir eğitimcinin, başarılı bir müdürün, güzel bir dostun yazdığı yorum çok ilginçti:
“Ben kimseyi horlamadım ayrıca kimseye de horlamadım. Kendimi horladım ve makam bilmediğim için de hep kendime horladım.”
Nasıl bir cevap yazsam diye beklerken hamle patron Eyyüp Şaşırtmaca’dan geldi:
“Hocam, helal olsun. Makamsız horlamayı da öğrenmiş olduk.”
Yorumu yapan dost, “Yazanın diline sağlık.” diye altın bir dilek gönderdi. Ardından “Makamı da horlamayı da herhâlde yanlış anlamışım.” cümlesi geldi.
Her ikisi için de teşekkürüm şelale.
Yine de düşünmekten kendimi alamadım. Mizahi hikâyede aslolan eylem miydi, özne mi? Hangisine odaklanmak gerekiyordu?
Şaşırtmaca dost son sözü söyledi: “Hocam, Tahsin Çiçek Hoca’dan zoom üzerinden ders alacağım.”
Estağfurullah, azizim.
Bunların hepsi güzel. Neden peki? Kırk yıl boyu yazdıklarımın hiçbirinden bu kadar yorum, bu kadar geri bildirim, bu kadar iltifat almadım ben. Yani ilgi görmek için illaki mizahi hikâye mi yazmalıydım?
Bundan sonra hep mizahi hikâyeler yazabilir miyim, bilmiyorum. Ama başka çarem de yok gibi.
İlk sözüme döneyim: Artık yazmayacağım. Yazmayacağım dedimse mizahi yazılar dışında makale, deneme, şiir, hikâye, masal ve tiyatro yazmayacağım.
Yaşasın mizah!