Efendim artık köylerde direktörler çoğalmış, eşeği süremeyen, ata binemeyen, katırını dizginleyemeyenlerin bile kapısında bir direktör duruyordu. Direktör dedikse öyle ahım şahım değillerdi. Dobak Fiyat, dobak Fergüson, dobak Fordson devriydi. Eski dediysek o kadar da eski değildi hani. 70’lerin başı gibiydi mesela gazyağlı direktör devri bitmiş, yerini mazutlulara bırakmıştı.
Direktörler ile onların arka takımları da hayatımıza girmişti. Pulluk, kazayağı, ramık artık olmazsa olmaz aletlerdendi. Bazı köylerde ramığa tekne dense de bizler ramık diyorduk.
Tabii vesait durumu da değişmişti. Önceden şehere, pazara kamyon sırtında giderken komşu köyden birileri burunlu bir Man otebis almıştı. Onunla gidip gelmeye başlamıştık. Daha sonrası bizim köyden Selami Ağa kamyonunu satıp Magirüs- Deutz marka bir otebis getirmişti. Lakin on yıl sonra Selami Ağa ölünce çocukları otebisi işletemeyip sattılar. Biz yine arabasız kalmıştık.
Şehere gidecek zaman susa dediğimiz ana yola kadar ya hayvanla, ya yayan ya da bir direktörle gider, susada araba gelene kadar beklerdik. Eğer araba dolu değil ise biner gideceğimiz yere giderdik. Tabii doluysa ya ayakta gidecektik ya da araba zaten hiç durmazdı bile.
Neyse uzatmayalım, bir gün Angara’ya gideceğim tuttu ve sabah namazından sonra düştüm susa yoluna. Yayan yapıldak iki saat yürüme ile susaya varıp bizim bekleme durağında başladım karşıdan gelecek vesaiti beklemeye. Bir saat oldu olmadı bir otebis geldi. Bunu yeni görüyordum. Burunsuz, köşeli, camları geniş fiyakalı bir arabaydı. Önünde kocaman bir yıldız vardı ve altında Mercedes Benz yazıyordu. Araba durdu, muavin:
“Nereye dayı?” diye sordu. Ben “Angara” der demez “bin” dedi.
Kapıdan ayağımı atarken kapının yanındaki yazı gözüme ilişti. O302 yazıyordu. Ben otebisi incelerken demek ki ağır kalmışım biraz, muavin:
“Dayı azcık acele et, git arkada boş bir yere otur. Şimdi düşecen!” diye beni uyardı.
Hemen kıvradım ve orta sıradaki boş bir yere oturdum. Otebis hemen hareket etti. Ben koltukların arasından hâlâ hayranlıkla otebisi inceliyordum. O sırada muavin yanıma geldi.
“Beş kayme vereceksin” dedi.
Ben kuşağımdaki para çıkısını çıkarırken bir yandan da sordum.
“Bu otobisin markası nedir?”
“Mersedes. Biz ona kısaca 302 diyoz dayı. Hayırdır şifor musun?”
“Yok, merak ettim. Bu arabayı ilk defa görüyom da ondan.”
“Artık bu arabadan başka görmüyeceen dayı, diğerleri tarih oldu.” dedi ve şiforun yanına gitti.
On dakika sonra yine bir köy yolu ağzında durduk ve bir yolcu aldık. Bu da bizim komşu Haşim köyünden Bayram Ağa’ydı. Arabaya biner binmez ona el ettim. O da görür görmez bana doğru yöneldi. Elinde iki bakraç vardı. O yüzden ağır hareket ediyordu. Bayram Ağa hoşsohbet, konuşkan, şakacı birisiydi. Onunla yolculuk etmek insanı usandırmazdı.
Bayram Ağa, “Selamün aleyküm” deyip elindeki bakracın birisini bana vererek yanıma oturdu emme suratından düşen bin parçaydı.
“Hayırdır Bayram Ağa neşen yok gibi. Bir durum mu var?” diye sordum.
Bayram Ağa derin bir of çektikten sonra:
“Yahu İrfani Ağa görmüyon mu bu bakraçları? Yahu ta burdan Angara’ya yoğurt mu gider şu sıcakta? Kimse laf anlamıyo. Bunları başıma bela etiler.”
“Arabanın beli ağrımıyor ya, boş ver bre! Sana yardım ederim Angara’da.” dedim.
Bayram Ağa bu sözüm üzerine biraz gevşemişti. Gülerek:
“Hayırdır İrfani Ağa hadi ben çocukların yanına gidiyom, sen ne yapacan Angara’da? Bir de ramıksız gelmişsin benim gibi.”
Tam ağzımdan “Benim direktörüm yok, ne ramığı?” diyecektim ki onun ramıktan ne kastettiğini anlamıştım.
“İlahi Bayram Ağa sen de, daha deminden buşgun havası gibi yüzüyün katı açılmıyordu. Şimdi ne ara açıp günnük güneşlik oldun? Ne ramığı! Tek geldim. Bizim emekteri araba tutuyo, onun için gelmedi. Hadi ben ramıksız geldim, sana ne oldu da sen ramıksız geldin?”
Bayram Ağa başladı kikirdemeye:
“Benim ramık Angara’da zaten, ben onu getirmeye gidiyorum.”
Biz böyle gülüşürken otebis bir sapakta daha durdu. Merakla kafamızı çevirmemizle bir direktör ramığı dolu öte bete ile karşılaştık.
Bayram’a dönüp:
“Ramık diyodun al sana ramık” dedim.
Bu arada muavin ve şifor aşağı inip başladılar adamla tartışmaya. Bir de baktım yolculardan da inenler oldu. Bayram Ağa’ya:
“Haydi biz de inek de bakalım. Bu kadar malzemeyi nasıl sığdıracaklar arabaya?” dedim.
Bayram Ağa zaten dünden razıymış. Benden önce fırladı yerinden ve aşağıya indik. Biz aşağıya indiğimizde hâlâ şiforla adam tartışıyordu. Şifor öfkeden kıpkırmızı olmuş tepinip duruyordu.
“Bu kadar bagaj olmaz Hacı’m, bu kamyon değil sonuçta.” Hacı ise gayet sakin bir şekilde:
“N’olacak canım, arabanın beli mi ağrıyor?” deyip duruyordu.
Sonunda Hacı baskın çıkmış ve bagajı otebise kabul ettirmişti. Olan muavine olmuştu. Un çuvalları, turşu bidonları, salça, pekmez, meyve çuvalları, tezkirelerle alalı göğlü domatisler tek tek elinden geçti. Muavin on beş dakikada bagajı doldurdu ve tam bagajın kapağını kapatırken adama:
“Hacı ben bu bagaja bagaj parası alırım” demez mi?
Ortalık tekrar gerildi. Adam “vermem” diyor, muavin “alırım” diyordu. Adamla muavin boğaz boğaza geldiler.
Bu arada şiforun da kavgaya müdahil olmasıyla tekrar bir arbede başlamıştı. Yolcular da işin içine girince tam bir curcuna yaşandı. Yolcuların da araya girmesi ve ricası neticesinde şifor da pes etti ve bagaj parası almaktan vaz geçti. Tam arabaya biniyorduk ki adamın karısı elinde ayakları bağlı bir horuz, bir tavık ve iki culuk olduğu halde ön kapıdan zorlattı. Muavin hemen koşup kadını kolundan yakaladı.
“Napıyon teyze? Tavukla culukla arabaya binilir mi?” diye bağırdı. Kadın şaşkın şaşkın geri döndü.
“Niye binilmiyomuş? Onlar da can daşıyo! Hem geçen sene ben yine Angara’ya tavuk culuk götürdüm. O zaman bi şey demiyollardı. Yeni mi çıktı bu icat?” diye itiraz etti.
Muavin kafayı yiyecek duruma gelmişti.
“Yahu teyze Allah’ını seversen o geçen seneydi. Artık otobüste canlı hayvan taşımak yasak. Tavukla hindiyle arabaya bindirmem seni.”
Kadın laf anlayacak cinsten biri değildi. Öfkeden suratının rengi başındaki al poşi gibi kıpkırmızı olmuştu.
“Bırak lan kolumu, ben tavığımı, culuğumu burda mı bırakacaam? Yörü git işine.” diye bağırdı.
Bu kez kadının kocası ve şifor da işin içine girince yine bir ağız dalaşı başladı. İnerdin, binerdin, alırdın, almazdın derken sonunda mavin tavığı, culuğu bagaja attılar. Kadın arabaya binerken:
“Bak lan suratsız göbel ağar tavığım, culuğum ölürse şart olsun ben de senin gafanı gırarım.” diye bastı tehdidi. Kadında partal, şamata boldu.
Mavin de altta kalır mı heç?
“Bana ne ölürse ölsün, tohumuna para mı saydım? Angara’da tavuk mu yok da bir de tavuk almışsın yanına.” diye karşılık verdi.
Uzatmayalım, yola böyle olaylı devam ettik. Bayram Ağa’ya döndüm:
“Bayram Ağa tantanayla başladık yolculuğa Allah selametle varmayı nasip etsin. Gazasız belasız bir varaydık Angara’ya!” dedim.
Bayram Ağa da kafasını sallayıp:
“Valla İrfani Ağa âmin diyeceem de içimden bir ses nasıl başladıysanız öyle gidersiniz diyo. Adam bir ramık ötebeteyi arabaya doldurdu. Allah vere de bir yere çökmeden varsaydık.” dedi.
Neyse daha iki viraç dönmedik ki bayakki karı:
“Mavin ölüyom, torba yetiştir.” diye bağırdı.
Mavin hemen seğertti ve kara bir naylon torbayı karıya verdi.
Karı öğüre öğüre başladı istifar etmeye ama sesi arabayı tutuyordu. Peşinden arabada ne kadar karı, çoluk çocuk varsa hepisi birden torba isteyip istifar etmeye başladılar. Mavin torba yetiştiremeyince arabanın içi de batınca şifor arabayı mecburen hemen sağa çekti. Allah’tan orada bir çeşme varmış. İstifar edenler aşağıya inip ellerini yüzlerini yudular mavin de arabanın içini…
Neyse araba yeniden yola koyuldu. Eskialibey’i geçmiştik ki bu defa araba sağa sola gezelemeye başladı. Ne oluyor diye yerimizden fırladık.
Şifor:
“Sakin olun teker patladı. İşletme ile değiştiririz. Sorun yok.” dedi. Önden birisi:
“İşletme nedir? Nasıl sorun yok?” diye itiraz edince şifor:
“Yedek tekerimiz var.” diye cevap verdi.
Neyse arabayı sağa çektiler ve yarım saat uğraştan sonra teker değiştirildi ve tekrar yola devam ettik. Kula kavşağında yeni yolcular aldık. Burdan ötesi az viraçlıydı. Yine öndeki Hacı’nın karısı başladı öğürmeye. Mavin yine torba yetiştirdi. Karının sesi yine arabayı tutmaya başlamıştı. Derken arabadaki karılar ve çocuklar da tekrar istifar etmeye başladılar. Araba yine bir çeşme başında durdu. Şifor bu defa koltuğundan kalktı ve yolculara dönüp:
“Yahu bacım bu nasıl bir iş. Sabah sabah ne yediniz de istifara başladınız? Böyle her on kilometrede duracaksak işimiz var? İçinizde bulantı hapı olan varsa Allah rızası için şu karıya versin. O başlayınca peşinden diğerleri de başlıyor. Şart olsun benim bile bu karının sesinden istifar edesim geldi. Bu ne ya!” diye bağırdı.
Bu söz üzerine yolculardan birisi kadına bir hap verdi. Tekrar aşağıya indik. Biz de kötü olmuştuk. Elimize, yüzümüze su çaldık. Azcik ferahlamıştık. On beş dakika zorunlu moladan sonra tekrar yola koyulduk ama bizim yolculuk tam bir işkenceye dönüşmüştü.
Tam Hüseyinli kavşağına gelmiştik ki arabanın yine tekeri patladı. O zamanlar arabalarda lastik tamir takımı bulunurdu. Şiforlar ve muavinler tekerleri patlayınca kendileri tamir ederdi. Şifor ve muavin arabadan indiler. Tekeri zor bela söküp lastiği bu defa tamir ettiler. Biz da başlarında dikilip onları izliyorduk. Şifor bize döndü:
“Erkekler sıra ile tekere hava basacak. Yoksa çok bekleriz.” dedi.
Yolcular arasındaki erkekler sırayla ayak pompasıyla tekere hava vurduk ama bu iş tam bir buçuk saat sürdü. Kan ter içinde kalmıştık. Nihayet araba hareket etmiş tam Çankırı-Angara kavşağına gelmiştik ki arabanın tekeri yine patlamaz mı? Şifor ve muavin tekrar kolları sıvayıp tekeri sökerek tamir ettiler. Yine erkek yolcular sırayla tekere hava vurduk. Bu defa da tam iki saat uğraşmıştık. Ama biz de güç, takat kalmamıştı.
Araba hareket ettiğinde şifor geriye döndü:
“Valla dua edin, eğer bir daha teker patlarsa işimiz zor. Çünkü tamir takımı tükendi. Yolda kalabiliriz.” der demez bizim Bayram Ağa:
“Bir ramık malzemeyi tıka basa yüklersen olacağı buydu.” diye bağırdı. Bu defa bizim Hacı ayağa kalktı.
“Münafıklığın âlemi yok, ne alakası var benim bagajınan. Tekeri eskimiş, kabaklamış. Kör mü? Zamanında değişseymiş şifor.” demez mi?
Önden şifor arkadan Bayram Ağa “ulan gavat!” diyerek adama doğru hamle yaptılar ama yolcular araya girdi ve ortalığı sulh edip sakinleştirip yolumuza devam ettik.
Kalecik kavşağına geldiğimizde bizim araba yine yalpalamaz mı? Yüreğimiz ağzımıza geldi. Şifor yine arabayı sağa çekti. Aşağıya indi elindeki ağaç tokmakla tekerleri tek tek kontrol etti. Demek ki teker patlamamış yola devam ettik.
Karaşıh durağına gelmiştik ki yine karıların istifar edecekleri tuttu. On beş dakika da burada durduk. İstifar faslı biten Hacı’nın karısının aklı başına gelmiş olacak ki tavukları hatırlamış ve mavinin yakasını tutmuş:
“O tavıklar öldüyse sana sorarım. Aç bagajı bakacam.” diye hem bağırıyor hem de adamı sallıyordu.
Mavin mecburen bagacı açınca bir de ne görek, tavığın birisi ile culuğun birisi ölmüş, diğer ikisinin de ağzı ayrılmış öldü ölecek olmuştu.
Kadın “vay kanı altına akasıca köpek” diye bir bağırdı ve mavinin yakasından tutup öyle bir çekip bıraktı ki bizim mavin döne döne yüz üstü yere çakıldı. Kadını zapt etmek ne mümkün. Ağzından çıkan küfürün, beddavanın bini bir para.
Neyse kadını sakinleştirdik ve sağ kalan horuzunan culuğu içeri aldık ve yola devam ettik. Şimdi ağlayan çoluk çocuk sesine ve karıların inilemelerine tavık culuk sesi de eklenmiş oldu.
Kalecik yol ayrımında yine iki yolcu aldık. Onların da bagajları vardı ancak bagajda yer olmadığı için mavin bagajları arabanın arkasına ve aralara zor bela yerleştirdi.
Baykuş Boğazı’na geldiğimizde ikindi vakti gelmişti. Benim arabaya binmemin üstünden tam yedi saat geçmişti. Mola yerinde ihtiyaç görmek için kendimizi tesise zor attık. Tesis dedikse öyle ahım şahım bir yer değildi. Yemekti, çaydı, namazdı derken yarım saati geçkin arabaya bindik. Lakin araba daha tesisi çıkmadan arkamızdan bağıranlar, ıslık çalanlar oldu. Araba tekrara durdu. Biz de sandık ki yolcunun birisi kaldı. Şifor arabadan indi. Islık çalanlarla bir şey konuştu. Sonra muavine seslendi o da aşağı indi. Şifor muavine tekme tokat girişince biz yine bir şey oldu diye arabadan inip muavini şiforun elinden aldık. Ben şifora:
“Bak efendi bu yaptığın ayıptır, günahtır. Koskoca delikanlı yolcu unutuldu diye dövülür mü?” diye çıkıştım.
Şifor bana yalvaran gözlerle baktı:
“Yahu dayı ne yolcusu, ne unutması? Ben bu alçağa arabaya binerken tekerleri kontrol et dedim. Bana ‘Ettim usta’ dedi. Ama bakmamış.”
O sırada muavin:
“Usta valla baktım. Bir şey yoktu.” diye araya girdi. Ben de saf saf:
“Canım yalan söylemiyor ya etmiş, işte. Neyse artık binin de arabaya gidelim.” deyince şifor:
“Dayı nereye gidiyok, yine teker patlamış. Baksana arka teker canta yapışmış.” dedi.
O zaman dönüp baktık ki gerçekten bizim teker canta yapışmış bir vaziyetteydi. Hatta bu teker ilk patlayan tekerin yerine taktığımız yedek tekerden başkası değildi.
“Şimdi burda kaldık mı?” deyince şifor yüzüme ters ters baktı.
“Ağzından yel alsın ne kalması? Allah’tan daha tesisten çıkmamıştık. Burada bir şekilde tekeri yaparız.” dedi.
Bu sırada yolcular da aşağıya inmişti. Herkes “ne oldu ne oldu?” diye birbirlerine sorarlarken işin aslı öğrenilince deminki kadın:
“Tavıklarımı öldürdünüz, Allah da tekerinizi patlattı. Boyu devrilesiciler!” demez mi?
Şifor kafasını la havle diyerek sağa sola sallayıp:
“Yahu teyze beddava edip durma, yeter yahu. Siz nasıl insanlarsınız?” diye bağırdı.
Sonra homurdanarak tesise girdi. Bir müddet sonra yanında bir adamla dışarı çıktı. Tesisin önündeki bir kamyona yöneldiler. Adam ona kamyondan bir şeyler verdi. Şifor sonra yanımıza geldi. Bu sırada muavin yine kirkoyu yerleştirmiş arabayı askıya almıştı. Şifor da gelince biconları söküp tekeri çıkardılar. Levyelerle tekerin işindeki şamyeli çıkardılar. Oradaki çeşmenin oluğunda patlağı bulup yamayı buraya yapıştırıp küçük mengene şeklindeki kaynak makinesi ile sıkıştırdı ve kipriti çaldı. Lakin kiprit hemen sönüyordu. Anladım ki şifor çok kızmıştı. Bu arada Bayram Ağa cebinden muhtar çakmağını çıkarıp kaynağı tutuşturdu.
“Bir ramık bagajınan araba buraya kadar iyi geldi.” diye homurdanmayı da ihmal etmedi.
Şifor zaten burnundan soluyordu. Dişlerini sıkarak:
“O şimdi görür. Şu çektiğim kepazeliğe bak. Şimdiye kadar geri bile dönerdim.” dedi. Sonra bize dönerek: “Siz tekeri şişirin.” dedi ve muavinin kulağına bir şey fısıldadı.
Biz tekeri şişirince şifor bizim yardımımızla arabaya taktı ve biconları sıktı. Araba yola hazırdı. Yerimize oturduk, araba hareket edince bizim Hacı’nın karısı birden ayağa fırladı.
“Durdur arabayı! Tavığım culuğum yok!” diye bağırdı. Mavin koşup geldi. Tavukları koydukları çanta kayarak bir ön koltuğun altına girmişti. Mavin çantayı çıkarıp kadının kucağına verdi.
O sırada pencereden dışarı bakan Hacı da:
“Benim bagajı indirmişsiniz. Niye indirdiniz kardeşim?” diye bağırmaya başladı.
Baktım bizim Bayram Ağa kikirdemeye başladı.
“Senin yüzünden arabamın bütün lastikleri patladı. Sekiz saattir Angara’ya varamadık. Eğer bagajını kayırıyorsan sen de in aşağı.” diye resti çekti şifor.
Adam baktı ki şifor ciddi, başladı yalvarmaya:
“Tek bagaj parasını vereyim. Gözünü seveyim beni yollarda uğraştırma.” dediyse de şifor, Nuh dedi peygamber demedi.
Sonunda adam arabadan indi. Kadına:
“Sen beni Etlik garacında bekle bari. Bir vesait bulup ben de gelirim.” dedi.
Adam arabadan inerken şifor:
“Hacı! Kamyoncuya git, o da Angara’ya gidiyor. Ona bagaj parası verirsen götürür.” diye bağırdı.
Adamdan kurtulmuştuk. Araba titreyerek yerinden kalktı teker bir iki tur döndü dönmedi bu defa kadın başladı bağıra çağıra söylenmeye:
“Bunların dini imanı para. Onculayın tavıklarımı öldürdüler. Şimdi de ötebetemizi atmışlar. Boynunuz altınızda kalsın inşallah. Kamyonların altında kalırsınız inşallah. Uçurumlardan parçalanasınız.” diye verdi beddavanın gözüne.
Şifor ani bir firen yaptı. O sırada kadının kucağındaki horuzunan culuğun olduğu çanta fırlayınca şiforun tepesine düştü. Şifor omzundaki birbirine bağlı horuzunan culuğu camdan dışarı attı. Mavine de:
“Lan mavin at şu kadını da arabadan. Elimden bir gaza çıkacak şimdi.” diye bağırdı.
Kadın mecburen otobisten indi ama ağızlarından çıkan küfür beddevanın haddi hududu yok. Şifor artık onları duymuyordu bile. Araba hareket etmişti. Bu arada Bayram Ağa kulağıma eğilip:
“Gördün mü ramıksız yolculuk etmenin faydalarını! Allah’tan ne kusanımız var ne küsenimiz!” demez mi?
Tam rahatladık, kurtulduk şunlardan dememle ayağımda bir ıslaklık hissetmem bir oldu. Eğilip ayaklarıma baktı. Bir de ne göreyim, ayaklarım bembeyaz yoğurt bulamacı olmuş. Bayram Ağa’nın da dizlerinden alt yanı kireç ocağına girmiş gibi.
Baktım ki bizim bakraçlardaki yoğurtlar sıcaktan ve viraçlarda arabanın oraya buraya sallamasından adeta fışkırmış ve artık kapakları zorluyor.
Bayram Ağa’ya:
“Sen ramık yok ama bakraçlar altına vermiş. Yoğurt eşkimiz, kabarmış, köğpürmüş.” dememle Bayram’ın bakracın kapağına sarılması bir oldu.
“Aman İrfani Ağa ayaklarınla kapaklara çök.” dedi.
Ben çöktükçe kapakların kenarlarından ekşiyen yoğurt fışkırıyordu. Bayram Ağa da eliyle bakracın kenarlarını sıyırıp ağzına atıyordu. Ben de eğilip kapaktan sızan eşki yoğurdu ağzıma atıyordum ama yoğurdun tadı sirkeye dönmüştü. Angara’ya gelmiştik ama içimiz dışımız yoğurt olmuştu. Artık taşan yoğurt yolun meyiline göre bir öne bir arkaya akmaya başlamıştı.
Araba Etlik Garajı’na girdiğinde artık bizim de nefes alacak halimiz kalmamıştı. Ne yaptıysak yoğurt taşmış koltuğun altından akarak ön kapıdan dışarıya doğru yolcularla birlikte inmişti. Biz Bayram Ağa ile hemen arka kapıdan kirişi kırmıştık ama işi anlayan mavin arkamızdan koşturdu baktı yakalayamayacak başladı küfüre. Artık küfürleri sineye çektik ama tam bir hafta ekmekten aştan kesildik.